Zübeyde’nin, Harun’dan bir
oğlu vardı.
Halvet âleminde (Yalnızlık) dünyadan haberi bile yoktu.
Anası onu saraydan dışarı
çıkarmaz; perde ardında can gibi besler, yetiştirirdi.
Kıyasa gelmez aklı kuvvet
bulup hikmet bilen gönlü coşunca
Anasına dedi ki:
Dünya bu saraydan mı
ibarettir, yoksa buradan dışarıda birçok yerler var mı?
Buradan başka bir yer varsa
söyle de çıkıp göreyim.
Anasının gönlü burkuldu; pek
acıdı ona.
Dedi ki:
Ey saygıdeğer, iyi bahtlı
çocuğum.Şimdi seni saraydan dışarı yollayayım, yazıya (düzlük) ovaya göndereyim.
Ona bir mısır eşeği
hazırlattı.
Bir köleyle iki hizmetçi
istedi.
Dünyayı seyretsin, gönlü
açılsın diye yolladı.
O eşiz çocuk dünyayı
görmemişti; dünyadaki düzene şaşırdı kaldı.
Enkaza (gerçekten) yolda bir tabut gördü; bir bölük halk
tabutu götürmekteydi.
Hepsi ağlayıp inliyordu;
hepsinin ciğeri kan kesilmişti.
Çocuk o anda hizmetçiye,
bütün halk mutlaka ölecek mi diye sordu.
Hizmetçi canı olan herkesin ölümden kurtulmasına imkân yok.
Ölüme karşı üstün, ileri
yahut aşağılık kişi yoktur.
Hiç kimse ondan halas (Kurtulmuş) olamaz dedi.
Çocuk, önümde uğrayacağım
böyle bir şey varken ne diye canım titremez, korkmaz?
Taş bile ölümden muma
dönecek; şu halde bu hali hemen anlamak gerek dedi.
Ölüm aslanı, onun için pusu
kurmuştu; işte çocuğun seyri seyranı (yürüyüşünde
görünenler) böyleydi.
Geceleyin anasının yanına
gelince, anası sevindi, neşelendi.
Fakat çocuk bütün gece ölümün
heybetinden, dalı kırılmış yaprak gibi titreyip durdu.
Seher çağı şehirden kaçtı;
kahrın heybetiyle lütfü terk etti (korku egemen oldu).
Harun onu boyuna arayıp
taramadaydı.
Fakat kimse, ondan bir nam u
nişan (ipucu) bulamıyordu.
Gönül ehli er dedi ki:
Bir zaman evimde kerpiç
döktürecektim.
Evden çıktım pazara gittim;
iş gördürmek için amele aradım.
Zayıf, benzi sararmış bir
genç gördüm; adeta baştan ayağa dek derdin ta kendisiydi.
Önüne bir kazmayla bir zembil
(torba) koymuş, dalmış girmişti.
Ne kendisinden tam geçmişti,
ne kendisindeydi sanki.
Kerpiç dökebilir misin dedim.
Dökerim dedi; dedi ama bu
sözü gönül isteği ile söylemedi.
Ona, bana dedim, sen lazımsın
kalk.
O riyazet ehli (Açlıkla nefsine hâkim olmuş) dedi ki:
Ben yalnız cumartesi günleri
iş görürüm; istersen o gün işlerim, yoksa işlemem.
Cumartesi iş işlediğinden
‘’sebti’’ (Cumartesi) diye tanınmıştı.
Hâsılı onu alıp eve götürdüm.
O eşiz er, bana iki adamın
işlediği işi gördü.
Ertesi hafta gene çarşıya
çıktım.
Onu her yerde aradım durdum.
Bana, o divane, falan viranededir
dediler.Oraya gittim.
Bir de baktım ki o yıkık
yerde, bütün dünyaya yabancı.
Ağlayıp inlemede.
Zayıflamış, ölümcül olmuş.
Mademki hastasın, halsizsin
dedim; seni tedavi edeyim.
Gel, bugün bizim eve gidelim;
görüyorum ki sana kimsenin yüreği yanmıyor.
Bir türlü gelmiyor, sözümü
dinlemiyordu.
Nihayet gönlünü yaptım. Bir binek istedi.
Getirdim, bindirip eve götürdüm.
Odama gelince öyle bir hale
düştü ki o halden daha bitkin bir hal olamaz.
Bedeninde bir dünya dolusu
dert vardı.
Derken ölüm emareleri
belirdi.
Bana, dostum dedi; üç hacetim
(isteğim) var.
Ruhum şimdi bedenimden
çıkacak.
Ne hacetin varsa dile ey
Tanrı sırrının mahremi (gizli sırra sahip)
dedim.
Dedi ki:
Ruhum çıkıp şu zindandaki
kuyudan kurtulunca.Boynuma bir ip tak; yüzükoyun çevir beni; çarşıya çek, yüzüstü sürükle.
Sürüklerken de, bu iş din
ehlinin işidir; Tanrı’ya isyan edenin cezası budur;
Tanrı’ya isyan eden
kişi hem böyle baş aşağı düşer; hem böyle hor olur diye bağır.
İkinci vasiyetim şu:
Temiz bir kilimim var; onu
kefen et, ona sarıp göm beni.
Çünkü bu kilim üstünde çok
ibadet ettim.
Belki toprakta da bu yüzden
muradıma ererim.
Üçüncüsü, şu Mushafı (küçük kitap haline getirilmiş Kur’an) al.
Bu, Abbas oğlu Abdullah’ın el
yazısıdır.
Harun bunu boynuna takar,
başkalarına hiç göstermezdi.
Bu mushafı Bağdat’a götür,
Harun’a teslim et.
Bu mushafı bana veren, sana
selam söyledi; dedi ki de, sözüme kulak as da benim gibi gaflet içinde ölme.
Ben gaflet ve zan içinde
öldüm; hayat nedir, görmedim; murdar bir halde can verdim.
Anama söyle, hiçbir yerde beni duadan unutmasın.
Bu sözleri söyledi; bir ah edip can verdi.
Tanrı bağışlasın, can da
böyle verilir işte.
Kendi kendime bir ip bulmalı
da dedim, vasiyetini yerine getirmeli.
İpi boynuna bağladım.
Yüz üstü zilletle sürümeye
başladım.
Birden bir hatif (Allah’ın sözünü söyleyen melek) seslendi:
Ey tam bilgisizlik yüzünden
yoldan çıkmış kişi,
Utanmaz mısın da
bilgisizliğinden dostlarımıza karşı böyle hareket edersin?
Feleğin bile çember gibi ona
karşı boyun eğdiği bir erin boynuna ip bağlama.
Bu yolun gamıyla ölen bir
şehitten ne istersin?
Gam yeme, onu biz yarlıgadık
(günahlarını affettik).
Ben bu yüce sesi duyunca
heybetinden iki elim yanlarıma düştü.
Kendi kendime a gafil dedim,
sakın. İple oynamanın yeri değil, kalk.
Kalkıp dostlarımı çağırdım.
O yoksulun ahvalini söyledim.
Hepsi toplanıp temiz bir
yürekle o kilimi kefen yaptılar; o eri mezara koyduk.
Gencin defin işi tamam olunca
mushafı alıp yola düştüm.
Seher çağı Harun’un sarayının
kapısında durup bekledim. Harun yoldan görününce,
Mushafı gösterdim.
Sevinerek aldı. Kim verdi bu mushafı sana dedi.
Genç, zayıf, benzi sapsarı
bir işçi verdi dedim.
Ben işçi der demez
gözlerinden sel gibi yaşlar boşaldı Harun’un.
Bir hayli ağladı, aklı
başından gitti.
O coşkunluğu biraz yatışınca,
Nerde o hür selvi dedi.
Padişah sağ olsun dedim.
Bu sözü duyunca coştu,
köpürdü.
O aklı başında, bilgili
padişahın aklı gitti.
Kimsenin aklına, hayaline
gelmeyecek bir şekilde ağladı, feryat etti.
Ahı göklere varıyordu.
Askerleri, her yandan ona
bakmaktaydı.
Sonra, can verirken benim
için sana ne dedi diye sordu.
Dedim ki:
O anda bana, müminler beyine
tarafımdan söyle dedi.Bu padişahlığa sakın mağrur olma; bu yoksul işçinin sözünü dinle.
Öğüdünü tutmaya çalış da pislik saltanatının içinde ölme.
Murdar (kirli-pis) ölürsen ey eşsiz er, ebedi olarak murdarlık
âleminde kalırsın.
Niceye bir dünyaya müptela (tiryaki) olacaksın?
Din peşinden git de
bahtiyar ol.
Çünkü dünya, canına perdedir (Gerçeği görmeye engel olan);
fakat din, imanın mumudur ışığıdır.
Bütün dünya saltanatına sahip
olsan, öldün mü hepsi üstüne yığılır.
Naz u naimle (bolluk ve refah) yetişmiş bir adamsın, halkın
hamallığını huy edinme; vazgeç.
Bunu söyledim, geçip gittin
ben, böyle bir anda bu çeşit bir öğüdü tutmaz mısın sen?
Harun bu sözleri dinlerken
derdi başından aşıyor, her an tazeleniyordu.
Şaşkınlığından her an bir
başka şekle giriyordu.
Nihayet onu kendisiyle
sarayına götürdü.
Derviş perdenin önüne oturdu.
Zübeyde o perdenin ardına
geldi.
Derviş vakayı tekrar
anlatmaya başladı.
Derviş der ki:
Onu yere atıp sürümeye
başladığıma gelincePerdenin ardından bir feryattır koptu.
Kadınlar da deniz gibi bir
coşkunluktur, başladı.
Zübeyde, feryat senin elinden
dedi; Tanrı senden öcünü alsın.
Ciğerparemi zillet içinde
yüzüstü sürümekten çekinmedin mi?
Halife oğlunu tanımadın mı ki
boynuna ip bağladın sen?
Yazıklar olsun ey garibim, ey
civanım; eyvahlar olsun gözümün nuru, canımın ışığı.
Yel gibi birden esip gittin;
ananın canını ateşler içinde bıraktın.
Eyvah ey latif, ey nazlı
oğlum; bir define gibi yerler altına girdin.
Ne söyleyeyim?
Hâsılı mezarını göstermemi
istedi.
Gösterdim; süslü, püslü bir
türbe yaptırdı.
Haber Verene de birçok
altınlar verdi.
Fakat Harun, karısından daha
fazla ihsanda bulundu.
Haber veren de zengin oldu.
Bu hikâye bitti işte; başka
bildiğin varsa söyle.
***
Sonunda muratsızlıkla başına bela kesilecek saltanatı ne diye istersin; ne
yapacaksın bu saltanatı?
Âlem padişahlığını yurt edinsen
sonunda ağlayıp inleyerek o yurtta mat (Yenik düşeceksin)
olacaksın.
Muradına ermeden kalkıp
göçeceğin kulübede ne diye yayılıp, oturuyorsun?
Sonunda gamıyla seni
alçaltacak sevgiliyi boyuna ne diye istersin?
Bir arpa kadarını bile
yiyemeyeceğin malı yüzlerce zahmetle ne diye toplarsın?
Saltanata düşmansan babası
ol, saltanatta Harun’san oğluna benze.
O oğlun ahvalini söyledim,
şimdi de babasını anlatayım sana.
*
RAVLİ