28 Haziran 2013 Cuma

AYNI CİNS BİRBİRİNİ KENDİNE ÇEKER VE TANIR

Erdeşir, Mubid ve Şapur’un oğlu 222

Böyle duydum ki padişahın birinin bir karısı vardı; o kadın, padişaha düşmandı.

Bir gün kahırlanarak padişaha zehirli bir yemek sunmaya kalkıştı.
Yolda padişaha gözü ilişince korktu; elindeki kâse yere düştü.

Titremeye başladı, rengi uçtu.
Padişah kadından şüphelendi.

Getirmekte olduğu yemeği bir kuşa verdi; kuş öldü; büsbütün şüphesi arttı.

Kadını Mubid’e teslim etti; bunu hemencecik öldür gitsin dedi.
Kanını dök, yere yık onu; gönlümü bu köpekten arıt gitsin;

Kadın o akıllı padişahtan gebeydi; başka bir oğlu da yoktu.
Mubid, bu padişahlar padişahı, ansızın ölüm toprağına düşerse,

Yerine geçecek oğlu da yok; mülkünde bir tufandır coşar, bir kavgadır başlar diye düşündü.

Bu kadını öldürmeyeyim, gizleyeyim de bakalım dünyada ne olacak dedi.
Ama olmayacak bir şeye de aklı takıldı; sonradan birisi bir zanna düşerse;

Kötülüğümü isteyen biri tutar da, çocuk bundan oldu derse düşüncesine daldı.

Padişah kadını öldürmeyi Mubidi memur etmişti ya; Mubid gidip kendisini hadım ettirdi.

Kesilen çıkarılan uzuvlarını bir hokkaya koydu; kapağını kapattı, padişaha götürüp mühürlenmesini istedi.

Padişah mührüyle mühürletti.
Padişah, bu nedir diye sorduysa da.

Mubid, ey cihan padişahı dedi; vakti gelince anlaşılır; siz de anlarsınız.

Hokkayı örttüm; kutuyu kutlu padişahın adıyla mühürledim; bu günden itibaren kapattım onu dedi.

O tek er, bu sözü söyleyip kutuyu hazneye yolladı.
Birkaç ay geçince padişahın karısı, ay gibi güzel bir çocuk dünyaya getirdi.

Görsen, yüzüne güneş dersin; buluta benzeyen saçlarının arasından geceleyin doğan bir güneş.

Tamamıyla sanat, ışık, iyilik; gerçekten de o arık kadına nispetle pek güçlü kuvvetli bir çocuk.

Mubid, çocuğun yüzünü uzaktan gördü; kutlulukla ona, Şapur adını koydu.
Yüzlerce izzetle, ikramla sır perdesi ardında gece gündüz onu ağırlayıp yetiştirdi.

Hâsılı öyle bir hale ulaştı ki, üstat onu, layık olduğu makama geçirdi.
Gönlü bilgiyle ateş gibi yalımdı; çabucak Zerdüşt dinini öğrendi.

Ona bilgi ve tedbir bellettikten sonra top çevgen oyununu, ok atmayı da öğretti.

Kılıç vurmada, mızrak atmada dünya ustası oldu; onu nasıl översem ondan da üstün bir hale geldi.

Boy attı, yürüyen bir selviye benzedi; yanağı, selvi üstüne doğmuş bir aya döndü.

Saçları, ardına salınmış amber gibiydi; yanağının beni, büyücü bir Hintli olmuştu.

Dudağı, lal renkli şarapla dolu bir kadehti ki neşe, zevk, yemyeşil, terü taze bir halde ardından gelmedeydi.

Salına, salına yürürken kollarını sallar, bütün dünya, bayrağımın altındadır derdi sanki.

Dünya padişahı, o sıralarda bir gün gamlı bir halde oturmuştu; kaşlarını çatmıştı.

Mubid ona, ey cihana sahip olan padişahımız, ne gamın var diye sordu.
Her gün gibi dedi; neşeli görmüyorum seni; böyle dertli olmanı gönül istemiyor.

Padişah ona dedi ki:
Ben granit değilim ya; kimsenin ölüme karşı çaresi yok; herkes ölecek bir gün.

Zamane cevrinden dertliyim; bir tek oğlum bile yok.
Ölüm beni ağına düşürdü mü, benden sonra yerime kim geçecek?

O tek er, padişahın bu sözünü duyunca gözlerinden kanlı yaşlar boşandı da,
Padişaha, benim gizli tuttuğum bir işim var; bütün dünya şaşar bu işe.

Padişahtan aman bulursam söyleyeyim; aman vermezse gene gizli kalsın dedi.

Padişah aman verince o dertli işi padişaha açtı.
O tek er, hazneden o hokkayı getirmelerini buyurdu.

Âlem padişahı hıyanet korkusuyla Mubid’in yaptığı o dine, diyanete dair işini görüp anlayınca,

Bir de oğlu olduğunu duyunca sevinçten gönlü coştu.
Sevincinden ne diyeceğini, o, Mubid’e nasıl teşekkür edeceğini, ne yapacağını şaşırdı.

Dedi ki:
Şapur’uma benzer yüz çocuğu bir yere topla.

Hepsine aynı elbiseyi giydir.
Yaşları aynı olsun, birbirine benzer olsunlar; hepsini aynı tarzda bineğe bindir; hepsini aynı tarzda külah giydir.

Gönlüm, elbette o sırrı çözer, oğlumu seçer, bulurum ben.
İnsanlar, aşinalık nuruyla kendilerine ait olanları, öbürlerinden ayırt edebilirler.

O bilgili Mubid, ertesi günü, gönüller aydınlatan yüz çocuğu meydana çıkardı.

Hepsinin elbisesi aynı tarzda, aynı renkteydi; hepsinin de külahları aynıydı; padişah kendisine ne dediyse yapmıştı.

Çevrenin, ufukların padişahı seyre gelince, o çocuklar arasında tek olan oğlunu gördü, kanı kaynadı.

Bir görüşte onu tanıdı; bağrına bastı; sevdi okşadı.
Artık anasını da ona bağışladı; ama o gamlar yiyen ihtiyar da bir hayli derde düşmüştü.
                                       ***
Bu hikâyeden anla ki her zerre, aşinalık (tanıdıklık) ışığı ile parlar.
Zerre, güneşin yüzünü görmezse ebedi olarak bir yabancı gibi perde ardında kalır, görünmez.

Ama bir zerrecik aşinalık ışığını bulursa, güneşin nuruyla yüzlerce parlaklık elde eder.

                                    *** 
İLAHİNAME II FERİDEDDİN-İ ATTAR M.E. B.                              
             ŞARK İSLAM KLASİKLERİ                                                
                                      *
Yaren,

Her insanın yüzünde farklı ışık ve renk vardır.
Bunu baştaki olan gözle göremezsin.

İnancın ve çalışmalarınla rengine renk katarak topla, tüm renkleri toplarsan tek renk olur.
O da beyazdır.

Tanrı bu renge nurunu vermiş olsun ki rengin nur olsun.(Birleme)(Tevhit)

Aynı renkte olanı kan marifetiyle verilen bir sıcaklıkla çekicilikle tanırsın, buna aşinalık denir.
Diğer bir anlatımla kanım çekti denir.

Bu yazıları okuyanlar aynı renge sahip olup, Tanrının tek rengine bürünmek gayretinde olanlardır.

Tanrı çekicidir.
Beni tanıyın, beni bilin diye yarattığı her zerreye aşinalık dediğimiz nurunu değişik renkte vermiştir.

Ey yaren!
Tanrıdan bize lezzet verilmeseydi bu satırları ne yazardık ne okurduk.
Her şey aslına döner hükmüyle aslımıza daha ölmeden önce ölerek ulaşmaya çalışıyoruz.

Allah, inşallah bu yoldan ayırmaz.
Âmin.

                                      *
RAVLİ CİNS yazarak blogdan diğer yazıları okuyarak bu konuyu iyice anlamamız gerekmektedir.

                                         *
RAVLİ 

 

Popüler Yayınlar