Böyle duydum ki padişahın
birinin bir karısı vardı; o kadın, padişaha düşmandı.
Bir gün kahırlanarak padişaha
zehirli bir yemek sunmaya kalkıştı.
Yolda padişaha gözü ilişince
korktu; elindeki kâse yere düştü.
Titremeye başladı, rengi
uçtu.
Padişah kadından şüphelendi.
Getirmekte olduğu yemeği bir
kuşa verdi; kuş öldü; büsbütün şüphesi arttı.
Kadını Mubid’e teslim etti;
bunu hemencecik öldür gitsin dedi.
Kanını dök, yere yık onu;
gönlümü bu köpekten arıt gitsin;
Kadın o akıllı padişahtan
gebeydi; başka bir oğlu da yoktu.
Mubid, bu padişahlar
padişahı, ansızın ölüm toprağına düşerse,
Yerine geçecek oğlu da yok;
mülkünde bir tufandır coşar, bir kavgadır başlar diye düşündü.
Bu kadını öldürmeyeyim,
gizleyeyim de bakalım dünyada ne olacak dedi.
Ama olmayacak bir şeye de
aklı takıldı; sonradan birisi bir zanna düşerse;
Kötülüğümü isteyen biri tutar
da, çocuk bundan oldu derse düşüncesine daldı.
Padişah kadını öldürmeyi
Mubidi memur etmişti ya; Mubid gidip kendisini hadım ettirdi.
Kesilen çıkarılan uzuvlarını
bir hokkaya koydu; kapağını kapattı, padişaha götürüp mühürlenmesini istedi.
Padişah mührüyle mühürletti.
Padişah, bu nedir diye
sorduysa da.
Mubid, ey cihan padişahı
dedi; vakti gelince anlaşılır; siz de anlarsınız.
Hokkayı örttüm; kutuyu kutlu
padişahın adıyla mühürledim; bu günden itibaren kapattım onu dedi.
O tek er, bu sözü söyleyip
kutuyu hazneye yolladı.
Birkaç ay geçince padişahın
karısı, ay gibi güzel bir çocuk dünyaya getirdi.
Görsen, yüzüne güneş dersin;
buluta benzeyen saçlarının arasından geceleyin doğan bir güneş.
Tamamıyla sanat, ışık,
iyilik; gerçekten de o arık kadına nispetle pek güçlü kuvvetli bir çocuk.
Mubid, çocuğun yüzünü uzaktan
gördü; kutlulukla ona, Şapur adını koydu.
Yüzlerce izzetle, ikramla sır
perdesi ardında gece gündüz onu ağırlayıp yetiştirdi.
Hâsılı öyle bir hale ulaştı
ki, üstat onu, layık olduğu makama geçirdi.
Gönlü bilgiyle ateş gibi
yalımdı; çabucak Zerdüşt dinini öğrendi.
Ona bilgi ve tedbir
bellettikten sonra top çevgen oyununu, ok atmayı da öğretti.
Kılıç vurmada, mızrak atmada
dünya ustası oldu; onu nasıl översem ondan da üstün bir hale geldi.
Boy attı, yürüyen bir selviye
benzedi; yanağı, selvi üstüne doğmuş bir aya döndü.
Saçları, ardına salınmış
amber gibiydi; yanağının beni, büyücü bir Hintli olmuştu.
Dudağı, lal renkli şarapla
dolu bir kadehti ki neşe, zevk, yemyeşil, terü taze bir halde ardından
gelmedeydi.
Salına, salına yürürken
kollarını sallar, bütün dünya, bayrağımın altındadır derdi sanki.
Dünya padişahı, o sıralarda
bir gün gamlı bir halde oturmuştu; kaşlarını çatmıştı.
Mubid ona, ey cihana sahip
olan padişahımız, ne gamın var diye sordu.
Her gün gibi dedi; neşeli
görmüyorum seni; böyle dertli olmanı gönül istemiyor.
Padişah ona dedi ki:
Ben granit değilim ya;
kimsenin ölüme karşı çaresi yok; herkes ölecek bir gün.
Zamane cevrinden dertliyim;
bir tek oğlum bile yok.
Ölüm beni ağına düşürdü mü,
benden sonra yerime kim geçecek?
O tek er, padişahın bu sözünü
duyunca gözlerinden kanlı yaşlar boşandı da,
Padişaha, benim gizli
tuttuğum bir işim var; bütün dünya şaşar bu işe.
Padişahtan aman bulursam
söyleyeyim; aman vermezse gene gizli kalsın dedi.
Padişah aman verince o dertli
işi padişaha açtı.
O tek er, hazneden o hokkayı
getirmelerini buyurdu.
Âlem padişahı hıyanet
korkusuyla Mubid’in yaptığı o dine, diyanete dair işini görüp anlayınca,
Bir de oğlu olduğunu duyunca
sevinçten gönlü coştu.
Sevincinden ne diyeceğini, o,
Mubid’e nasıl teşekkür edeceğini, ne yapacağını şaşırdı.
Dedi ki:
Şapur’uma benzer yüz çocuğu
bir yere topla.
Hepsine aynı elbiseyi giydir.
Yaşları aynı olsun, birbirine
benzer olsunlar; hepsini aynı tarzda bineğe bindir; hepsini aynı tarzda külah
giydir.
Gönlüm, elbette o sırrı
çözer, oğlumu seçer, bulurum ben.
İnsanlar, aşinalık nuruyla kendilerine ait olanları, öbürlerinden ayırt
edebilirler.
O bilgili Mubid, ertesi günü,
gönüller aydınlatan yüz çocuğu meydana çıkardı.
Hepsinin elbisesi aynı
tarzda, aynı renkteydi; hepsinin de külahları aynıydı; padişah kendisine ne
dediyse yapmıştı.
Çevrenin, ufukların padişahı
seyre gelince, o çocuklar arasında tek olan oğlunu gördü, kanı kaynadı.
Bir görüşte onu tanıdı;
bağrına bastı; sevdi okşadı.
Artık anasını da ona
bağışladı; ama o gamlar yiyen ihtiyar da bir hayli derde düşmüştü.***
Bu hikâyeden anla ki her zerre, aşinalık (tanıdıklık) ışığı ile parlar.
Zerre, güneşin yüzünü görmezse ebedi olarak bir yabancı gibi perde ardında kalır, görünmez.
Ama bir zerrecik aşinalık ışığını bulursa, güneşin nuruyla yüzlerce
parlaklık elde eder.
***
İLAHİNAME II FERİDEDDİN-İ
ATTAR M.E. B.
ŞARK İSLAM KLASİKLERİ
*
Yaren,
Her insanın yüzünde farklı ışık
ve renk vardır.
Bunu baştaki olan gözle
göremezsin.
İnancın ve çalışmalarınla
rengine renk katarak topla, tüm renkleri toplarsan tek renk olur.
O da beyazdır.
Tanrı bu renge nurunu vermiş
olsun ki rengin nur olsun.(Birleme)(Tevhit)
Aynı renkte olanı kan
marifetiyle verilen bir sıcaklıkla çekicilikle tanırsın, buna aşinalık denir.
Diğer bir anlatımla kanım
çekti denir.
Bu yazıları okuyanlar aynı
renge sahip olup, Tanrının tek rengine bürünmek gayretinde olanlardır.
Tanrı çekicidir.
Beni tanıyın, beni bilin diye
yarattığı her zerreye aşinalık dediğimiz nurunu değişik renkte vermiştir.
Ey yaren!
Tanrıdan bize lezzet verilmeseydi
bu satırları ne yazardık ne okurduk.Her şey aslına döner hükmüyle aslımıza daha ölmeden önce ölerek ulaşmaya çalışıyoruz.
Allah, inşallah bu yoldan
ayırmaz.
Âmin.
*
RAVLİ CİNS yazarak blogdan diğer yazıları okuyarak bu konuyu
iyice anlamamız gerekmektedir.
*
RAVLİ