13 Mayıs 2013 Pazartesi

ŞEYH SAN HİKÂYESİ

Şeyh-i San’an zamanının piriydi.
Yüceliğine dair ne desem, hepsinden üstündü, ileriydi.

Haremde kemal sahibi dört yüz dervişiyle tam elli yıl şeyhlik etmişti.
Dervişleri de aynen kendisi gibiydi.

Gece gündüz riyazette (Açlıkla nefsi terbiye etmek) bulunurlar, bir an bile dinlenmezler, istirahat etmezlerdi.

Hem ameli (Allah’ın emirlerini sevgiyle, bağlılıkla ve doğrulukla yerine getirmek) vardı, hem ilmi.

Meydandaki şeyleri de bilirdi, gizlileri de keşfederdi, sırlara da mahremdi (Sırların içinde).

Elliye yakın haccı vardı.
Bütün ömrünce umre (Hac dönemi dışında Ka'be'yi ve Mekkenin diğer kutsal yerlerini ziyaret) eder dururdu.

Namazının orucun haddi hesabı yoktu.
Hiçbir sünneti terk etmezdi.

Huzuruna gelen yol kılavuzu erler, kendilerinden geçerler de öyle gelirlerdi.
O mana eri, kılı kırk yarardı.

Kerametlerde kuvvetliydi, rütbe ve makamlarda da.
Kim hastalanır, bir gevşekliğe düşerse nefesiyle iyileşir, kuvvetlenirdi.

Hülasa neşe çağında da, gam zamanında da halka rehberdi.
Âlemde bayrak gibi yücelmişti, şöhret bulmuştu.

Kendisini, kendisiyle sohbet edenlerin ulusu görmekle beraber birkaç gece biteviye (Sürekli olarak) bir rüya görüyordu:

Haremden göçmüş, Rum ülkesinde yurt tutmuş, durmadan bir puta secde ediyor.

O âlemin uyanık eri, bu rüyayı görünce eyvallah olsun dedi, şimdicik.
Tevfik Yusuf’u kuyuya düştü ( Yusuf peygamberin kuyuya atılması), yolumuz, aşılması güç bir bele (Yokuşa) çattı!

Bilmem bu dertten canımı kurtarabilecek miyim?
İmanımı kurtarabilirsem canımı terk ederim ya!

Bütün dünya yüzünde tek bir adam yoktur ki yolda böyle bir sarp geçide rastlamasın!

Yoldaki bu sarp geçidi, bu aşılmaz beli geçer, aşarsa yol, kendisine aydınlanacak, gideceği yeri görecekti.

Fakat o geçidin ardında öylece kala-kalırsa belalara uğrayacaktı, yolu uzayıp duracaktı.

Nihayet o bilgi sahibi üstat, dervişlerine dedi ki:
Bir işim düştü, Rum ülkesine hemencecik gitmem gerek, gideyim ki şu düşün tabiri nedir? Meydana çıksın"

İtibar sahibi dört yüz derviş de ona uydular, beraberce yola düştüler!
Kâbe’den ta Rum ülkesinin bir ucuna kadar vardılar.

Bütün Rum diyarını baştan aşağı dönüp dolaştılar.
Günün birinde bir yüce yapının önünden geçiyorlardı.

Üst kattaki bir pencerenin önünde bir kız oturmuştu.
Ruhani sıfatlı bir gâvur (Müslüman olmamış) kızıydı bu.
Ruh-ullah (Cebrail) yolunda yüzlerce bilgiye sahip olmuştu.

Güzellik göğünün en yücesine varmış bir güneşti, ama zevali olmayan (Yerinde duran, kaybolmayan) bir güneş.

Güneş, onun yüzünün aksini görmüş, kıskanmıştı da civarındaki âşıklardan ziyade sararmıştı.

Kim, o dilberin zülfüne (Şakaklardan sarkan saç lülesine) gönül verirse zülfünün (Sevgilinin saçının) havasıyla zünnar (Sevgiyle hizmet etmeyi gösteren kemer ‘Rahiplerin taktıkları kemer’) bağlanır gider.

Kim, o güzelin lâl dudağına can verirse yola ayak basmaz, baş kor!
Sabah yeli, o zülüflerden misk kokusu elde etmekte.

Rum ülkesi (Anadolu), o Hindu gibi siyah saçlar yüzünden kıvram-kıvram kıvranmakta, Çin’e dönmekteydi!

Gözleri, âşıklara fitneydi.
Kaşları, güzellikte tekti!

Âşıkların yüzüne bir baktı mı canlarını, bakış eline alır, göz ucuyla kemer gibi kaşlarına düşürürdü!

Kaşları ay yüzünde bir kemerdi.
Bütün halk, orada yer yurt tutmuştu!

Göz bebekleri dolandı da bir kerecik âşıklara baktı mı, yüzlerce insanın canını avlayıverdi!

Yüzü, o parlak saçların altında parıl-parıl parlayan bir ateş parçasına benziyordu!

Suya kanmış lâl (Kırmızı renkli kıymetli taş) dudakları, bütün cihanı susuz bırakmıştı.
Mest nergislere benzeyen gözlerinin binlerce hançeri vardı!

Söz, ağzına yol bulamamıştı ki.
Onun için ağzına dair söz söyleyenler, asla hakikati bilmemişlerdir, beyhude (Boşuna) söylerler!

Dudağı, iğne gözü kadar küçücüktü, beline zülfü gibi zünnar (Sevgiyle hizmet etmek için beline kemer) bağlanmıştı.
Çenesinde gümüş bir kuyu vardı.

İsa’ya benziyordu, sözü, canlıları, ölüleri diriltmekteydi.
Çenesindeki kuyuya yüz binlerce Yusuf’un gönlü, kanlara gark olarak baş aşağı düşüp gitmişti.

Yüzünde güneş parlaklığı vardı.
Siyah saçlarını bu parlak yüze peçe (Yüz örtüsü) yapmıştı.

Gâvur kızı peçesini açınca Şeyh, kemiklerine, iliklerine kadar ateşlere yandı.

Peçe altından yüzünü gösterince adeta saçının bir teliyle Şeyh’e yüzlerce zünnar kuşattı.

Şeyh, ilerisini düşünmüyor değildi.
Fakat o güzelin aşkı da bir kere yapacağını yapmıştı.

Şeyh, tamamıyla elden ayaktan çıktı, ele avuca sığmaz oldu.
Orası sanki ateşlerle doluydu, o da ayağıyla gitmiş, kendini ateşlere atmıştı.

Varı yoğu tamamıyla yok oldu.
Gönlü, sevda ateşiyle dumanlar içinde kaldı.

Kızın sevgisi, can ülkesini yağmalamış.
Zülfünden imana küfürler yağdırmıştı!

Şeyh, imanını verdi, Hıristiyanlığı kabul etti.
Tanrı’yı sattı, rezilliği satın aldı!

Aşk, canına, gönlüne üst oldu.
Sonunda Şeyh gönlünden ümidi kesti, canına doydu.

Can gittikten sonra gönlü ne yapayım?
Hıristiyan kızına gönül vermek, ne de güçmüş” dedi.

Dervişler, onu böyle perişan bir halde görünce hepsi de işi anladılar, iş işten geçtiğini bildiler.

Onun bu haline şaşırıp kaldılar, başlarını önlerine eğdiler, ne akılları kaldı ne fikirleri!

Bir hayli öğüt verdiler ama fayda etmedi.
Olacaklar olmuştu, iyileşmesine imkân yoktu ki!

Perişan âşık, nasıl olur da söz dinler?
Dermanı bile yanıp yandıran dert, nasıl olur da dermanı kabul eder?

O upuzun günde şeyh, ta akşama dek ağzı açık hayran bir halde gözlerini pencereye dikti, öylece bakıp kaldı!

Karanlık gece, zülfü gibi etrafa yayılınca, sevgilinin yüzü günahlarla küfre dalıp gizlenince, yıldızların her biri bir ışık yakınca pir’in gönlünü, güneşin hicranı (Ayrılık acısı) kapladı.

O gece, sevgisi birken yüz oldu.
Hülasa (Özetle) tamamıyla kendisinden geçti gitti!

Kendisinden de vazgeçti, âlemden de. Başına topraklar saçtı, feryat ve figana koyuldu.

Bir an bile ne uykusu kaldı, ne kararı. Sevgiden kıvranmakta, ağlayıp inlemekteydi.

Diyordu ki:
Yarabbi, bu gecenin gündüzü yok mu?
Yoksa feleğin ışığı olan güneşin ziyası (Işığı) mı kalmadı?

Nice geceleri riyazetle (Nefsin isteklerini kırmakla) geçirdim, fakat kimsecikler böyle bir geceden nişan (İşaret) bile vermedi.

Mum gibi yanıp yakılmadan ne uykum kaldı, ne rahatım. 
Ciğerlerime serpecek gönül kanımdan başka bir suyum kalmadı.

Bu hararetten, bu yanıştan mum gibi erimedeyim. 
Beni adeta yakıyorlar, gündüz öldürüyorlar!

Bu gece, yüzlerce baskına uğramadayım.
Bilmem gündüzüm nasıl geçecek?

Kimin böyle bir gececik böyle bir gündüzü olursa işi gücü, gece gündüz ciğerler dağlamak, yanıp yakılmaktır!

Gece gündüz hayli hararetlere düştüm.
Fakat gündüzüme bu gece eriştim!

Beni yarattıkları gün meğerse bu gece için yaratmışlar! 
Yarabbi, bu gecenin gündüzü yok mu?

Feleğin mumu yanmayacak mı?
Yarabbi, bu gecede bunca alametler var.

Yoksa kıyamet günü bu gece mi ki?
Yoksa ahımdan güneş mi söndü.

Yoksa sevgilimi görüp utandı da gizlendi mi?
Gece, onun saçları gibi uzun, onun saçları gibi kara.

Yoksa bu benzerlik olmasaydı yüzünü görmediğimden mutlaka şimdiye kadar yüz kere ölürdüm ben!

Geceleyin, bütün gece aşk sevdasıyla yanmaktayım.
Sevginin hücumuna karşı durmaya takatim yok!

Ömür nerede?
Tutayım da sevgilimi öveyim.

Yahut muradıma ulaşmak için feryatlara koyulayım. Sabır nerede?
Tutayım da ayağımı eteğime çekeyim.
Yahut erler gibi erleri bile yıkan koca şarap (Tanrı şarabını,helal şarap) kadehini çekeyim.

Baht nerede ki uyanmaya bir ayak diresin, uyanıp kalsın. 
Yahut onun sevgisindeki halimi görsün de bana yansın, ağlasın!

Akıl nerde ki bilgimi ele alayım yahut düzenler düzeyim, fikirlerde bulunayım da aklımı başıma toplayayım.

El nerede ki yolunun topraklarını başıma saçayım.
Yahut da topraklarla kanlara bulanmış kalmışken kalkayım, başımı kaldırayım!

Ayak nerde ki gene sevgilinin civarını arayayım. 
Göz nerde ki gene sevgilinin yüzünü göreyim.

Sevgili nerde ki derdime acısı, merhamete gelsin. 
Dost nerde ki bir an olsun gelsin de elimi tutsun!

Gün nerde ki feryat ve figanlar edeyim. 
Akıl nerde ki akıllıca bir işe girişeyim?

Akıl da gitti, sabır da gitti, sevgili de.
Bu ne aşktır, bu ne derttir, bu ne iş?

Bütün dostlar, feryadını duyup gönlünü almak için başına toplandılar.
Bir dostu:

Ey uluların şeyhi, kalk.
Bu vesveselerden yıkan, arın, arın” dedi.

Şeyh ona:
“ Bu gece ciğer kanıyla yüzlerce defa yıkanıp arındım a bihaber (Habersiz)” diye cevap verdi.

Bir başkası: Ey ihtiyar pir, bir hata ettiysen geldi geçti.
Tövbe et” dedi.

Şeyh ona da: Namustan, halden tövbe ettim.
Şeyhlikten, olmayacak şeylerden tövbe ettim” diye cevap verdi.

Başka biri dedi ki: Teşbihin nerde işin teşbihsiz nasıl düzelir?”

Şeyh dedi ki: Belime zünnar bağlayabilmek için elimden tesbihi attım!”

Başka biri dedi ki: Ey sırlara agâh (Bilgili, haberli) olan, kalk aklını başına al da namaza dur!”

Şeyh dedi ki: O sevgilinin mihrap olan yüzü nerede ki?
Onun yüzünü görmedikçe namazım ne işe yarar?”

Bir başkası dedi ki: Bu sözler niceye bir?
Kalk davran halvete gir de Tanrı’ya secde et!

Şeyh dedi ki: Eğer put gibi güzel olan sevgilimin yüzü burada olsaydı tapısında secde etmem ne hoştu!”

Bir başka birisi dedi ki: Hiç pişman olmayacak mısın?
Bir an olsun Müslümanlık derdine düşmeyecek misin?”

Şeyh dedi ki: “ Bundan daha artık pişmanlık mı olur.
Neden bundan önce aşık olmamıştım ki?”

Başka biri: Şeytan, yolunu vurdu.
Ansızın gönlüne azgınlık okunu attı” dedi.

Şeyh: Yolumuzu vurup kesen şeytan ne de güzel vurup kesmekte.
Bizi ne de güzel azdırmakta.
Söyle, vursun, durmasın” dedi.

Başka biri: Bu işi duyup anlayan, bu pir nasıl azdı diye hayretlere düşer” dedi.

Şeyh: Ben addan şandan (Tanınmaktan, bilinmekten) çoktan geçtim.
Ar namus şişesini çoktan taşa çaldım” dedi.

Bir başkası: Eski dostlar, sana incindiler, yürekleri yarıldı” dedi.

Şeyh: Gavur kızının gönlü razı olsun da.
Şunun bunun incinmesine aldırış bile etmem” dedi.

Başkası: Kabe olmazsa kilise hazır ya.
Ben, Kabe’nin akıllısıyım, kilisenin sarhoşu” dedi.

Başka birisi: Hemencecik yola düş.
Harem’de otur, özürler dile” dedi.

Şeyh: "Benden el çek.
Başımı o sevgilinin eşiğine koyup özürler dilemek isterim” dedi.

Başka birisi: Yolda cehennem var, aklı başında olan kendisini cehenneme atmaz” dedi.

Şeyh. Cehennem yoldaşım olsa yedi cehennem bile bir ahımdan yana yakılır” dedi.

Bir başkası dedi ki: Cennet ümidiyle bu kötü işten vazgeç, tövbe et!”

Şeyh dedi ki: Yüzü cennete benzeyen sevgili olduktan sonra bana cennet lazım olsa bile bu civar yeter!”

Başka biri dedi ki: Tanrı’dan utan.
Ulu Tanrı’ya hayâ (Sıkıl) et!”

Şeyh dedi ki: Beni bu ateşe Tanrı attı.
Kendi kendimi nasıl kurtarabilirim?”

Bir başkası da dedi ki: Yürü, rahat otur.
Yeni baştan imana gel, mümin ol!”

Şeyh ona da: Ben şaşırmış kalmışım.
Benden küfürden başka bir şey isteme.
Kâfir olandan iman arama” diye cevap verdi.

Şeyhe söz geçmeyince dervişler, iyileşmeyeceğini anlayıp meyus (Ümidi kesme) oldular.

Gönülleri kan kesildi, kan deryası dalgalandı.
İşin sonu ne olacak, bakalım perdenin ardında ne var dediler.

Nihayet gün Türkü, altın kalkanını gösterip gece Hindusunun başını kılıçla kesince.
Ertesi gün olup bu gururla dolu olan dünya, güneş kaynağından nurlanınca.

Halvetlere giren şeyh, sevgilinin civarına yöneldi. 
O mahallenin köpekleriyle arkadaş oldu.

Yolunun toprağında itikâfa (Bere yere kapanıp ibadetle vakit geçirmek) niyetlendi. Onun ay yüzünü görünce ölüye döndü.

Bir aya yakın bir zaman, gece gündüz oralarda kaldı, onun güneşe benzeyen yüzünü görmek için dayanıp bekledi.

Sonunda sevgilisini göremediğinden hastalandı.
Fakat eşiğinden başını kaldırmadı.

O güzelin mahallesinin toprağı, yatağı olmuştu. 
Kapısının eşiği yastık kesilmişti.

Orayı bırakmak elinde değildi ki. 
Kız, şeyhin kendisine aşık olduğunu anladı.

Fakat anlamazlıktan geldi de dedi ki:
Ey şeyh!
Neden böyle kararsız bir hale düştün?

Zahitler (Din kurallarına sıkıca uyanlar) nasıl olur da şirk (Tanrının birden çok olduğuna inanaların) şarabından sarhoş olurlar, nasıl olur da Hıristiyanların mahallesinde otururlar?

Şeyh zülfümü ikrar edecek olursa her an, bir divaneliğe düşer.”
 
Şeyh dedi ki:
“ Görüyorsun ya.
Nasıl zebun (zayıf, güçsüz, aciz) olmuşum, gönlümü çaldın gitti.
 
Nazdan kibirden vazgeç.
Aşıkım, ihtiyarım, garibim, şu halime bir bak!
 
Ya tekrar bana gönlümü ver yahut benimle hem dem (Sıkı fıkı arkadaş) ol.
Niyazımı (Yalvarışımı) gör de bu kadar nazlanma!
 
Güzelim, aşkın (Çok kuvvetli sevgim ve bağlılık duygum) serseri değildir benim.
Ya başımı tenimden ayır, ya da bana lütfet!
 
Hükmedersen canımı bile veririm.
Dilersen yeni baştan canımla oynar, gene sana feda ederim.
 
Ey dudağıyla zülfü, kârım (Kazancım), ziyanım (Zararım) olan, 
Ey yüzüyle civarı, maksadım, maksudum (İstenilen, niyet edilen, güdülen, amaçlanan) kesilen sevgili.
 
Gah (Bazen) zülfünün (Şakaklardan sarkan saç lülenin) parlaklığıyla beni yakma.
Gah (Bazen) sarhoş gözlerinle beni uyutma.
 
Senin yüzünden gönül ateşlere düştü.
Göz bulut kesildi.
Senin yüzünden kimsesiz, dostsuz, sabırsız ve kararsız kaldım!
 
Canım, sevgili, sensiz bütün cihanı sattım.
Aşkınla bir bak, nasıl kesem bomboş, nasıl kesemi büzüp kapatmışım!
 
Gözümden yağmur gibi yaşlar yağmada.
Sensiz gözümde ancak gözyaşları var!
 
Elimle öyle bir gönül (Kalpte oluşan duygularının kaynağını) avladım, gözümle öyle bir gönül gördüm ki kimseler bulamadı, kimseler göremedi.
Gönülden çektiğimi kimseler çekmedi, kimseler duymadı!
 
Gönlümde gönül kanından başka bir şey kalmadı.
Gönlüm de bitti tükendi, ne vakte kadar gönül kanını içip durayım?
 
Bu yoksulun gönlünü bundan fazla paralama.
Onu bundan ziyade tekmeleme, çiğneme!
 
Ömrüm beklemekle geçti.
Bir vuslat (Kavuşma) el verecekse zamanla beklemek gerek!
 
Her gece cana pusu kurmada, civarında canımla oynayıp durmadayım.
Yüzüm kapının tokmağında.
 
Böylece can vermedeyim.
Toprak pahasına canımdan geçip gitmedeyim.
 
Kapında ne vakte kadar ağlayıp inleyeyim?
Aç kapıyı, bir an olsun beni kendine hemdem (Zamanlarını bir arada geçiren samimi arkadaş) et!
 
Sen bir güneşsin, senden nasıl ayrılabilirim?
Ben bir gölgeyim, sensiz nasıl durabilirim?
 
Gölgeye benziyorum ama kıvranıp kıvrılarak güneş gibi pencerene vurmadayım.
 
Ben bir aklını yitirmiş aşığım.
Başını aşağı çeker, görünmezsen yedi kat göğü birbirine katarım, altüst ederim!
 
Şu toprak canımla yanıp durmadayım.
Canımdaki ateş âlemi parlatmada!
 
“ Aşkına düşeli ayağım balçığa saplandı.
İştiyakınla (Görme özlemi) gönlümü ele aldım, böylece kala kaldım!
 
İsteğinle can vermedeyim, ey dermanım sevgili, nihayet bir an olsun beni huzura, istirahata eriştir, bana derman et!”
 
Kız:
A, yıl yaşamış koca kişi, utan.
Sen gayri kendine kâfur ve kefen tedarikine bak!
 
Nefesin soğuk, benimle hemdem  (Zamanlarını bir arada geçiren samimi arkadaş) olma.
İhtiyarlamışsın, canınla oynamaya kalkışma!
 
Benim, sana yüz vermemdense senin kefen tedarikine düşmen daha yeğ!
 
Şimdi sen bir ekmeğe muhtaçsın.
Aşık olamazsın sen, vazgeç bu sevdadan!
 
Sen nasıl olup da padişahlığa konacaksın?
Karnını doyurmaya bir dilim ekmek bile bulamıyorsun!” dedi.
 
Şeyh dedi ki:
“ Sen, bana bu çeşit yüz binlerce laf söylesen benim, aşkımdan başka bir işim gücüm yok.
 
Âşıklık, gence ihtiyara bakmaz ki!
Aşk, hangi gönüle değerse o gönlü paralar!”
 
Kız:
“ Eğer sen, bu işin eriysen dört şeyden birini yapmalısın.
 
Ya puta secde edersin
Ya Kur’an’ı yakarsın.
Ya şarap içersin
Yahut da imandan geçersin” dedi.
 
Şeyh:
Şarap içmeyi kabul ettim, öbür üçüyle işim yok benim
Güzelliğini seyrede ede şarap içerim ama öbür üç işi yapamam” dedi.
 
Kız dedi ki:
Bu işe sağlam yapıştıysan Müslümanlıktan el yummalısın.
Sevgilisiyle aynı renge boyanmaya sevgisi, renkten, kokudan başka bir şey değildir!”
 
Şeyh:
Ne dersen yaparım.
Ne buyurursan yerine getiririm.
 Ey gümüş bedenli sevgili, ben senin kulağı küpeli bir kulunum.
Zülfünü kulağıma küpe yap!” dedi.
 
Kız, peki dedi.
Hadi kalk, gel de şarap iç.
Şarap içince coşacaksın, neşeleneceksin.
 
Şeyhi muğların (Mecusilerin, ateşe tapanların) yurduna götürdüler, dervişler, feryat-ü figan ederek kala kaldılar!
 
Şeyh, bir de baktı ki yepyeni bir meclis.
Güzelliği son haddinde bir ev sahibi,
 
Aşk ateşi, suyunu kuruttu, işini bitirdi.
Hıristiyan kızının zülfü, ömrünü elinden aldı!
 
Ne bir zerre aklı kaldı, ne bir zerre fikri!
Orada öylece susa kaldı, dalıp gitti!
 
Sevgilisinin elinden şarap kadehini aldı, içti.
İşinden gücünden vazgeçti!
 
Şarapla sevgilisinin aşkı birleşince o ay yüzlüye sevgisi birken yüz bin oldu.
Şeyh, eskiden şarap içermiş gibi oradaki rintleri seyredip sevgilinin lâl dudaklarını, hokka gibi ağzını gülümser görünce,
 
Canına bir iştiyak (Özlem) ateşi düştü
Kanlı gözyaşları, kirpiklerinden damlamaya başladı.
 
Bir kadeh daha şarap istedi, aldı içti.
Sevgilisinin zülfünün bir halkasını kulağına küpe yaptı.
 
Şeyhin yüzlerce kitabı vardı, hepsini din için yazmıştı, hepsi hatırındaydı.
Kur’an’ı da ezbere bilir mahir bir hafızdı.
 
Fakat şarap kadehten vücuda döküldü mü hepsinin manası gitti, kuru sözleri kaldı!
 
Aklında ne varsa hepsini unuttu.
Şarabı içince aklını yele verdi gitti!
 
Şarap, gönlünde eskiden kalma ne varsa hepsini yudu (Yıkadı) eritti!
Yalnız o sevgilinin güç tahammül edilir aşkı kaldı, başka ne varsa gitti, tertemiz oldu!
 
Şeyh, sarhoş olunca aşkı alt üst oldu, ruhu deniz gibi dalgalanmaya başladı.
O güzeli de elinde şarap kadehi, sarhoş bir halde görünce büsbütün elden avuçtan çıktı.
 
Şarap içmeyi bir yana bıraktı, kızın boynuna sarılmak istedi.
 
Kız dedi ki:
Sen bu işin eri değilsin.
Aşığım diye davaya kalkışıyorsun ama laftan ibaret bu!
 
Aşk yolunda ayağın pekse (Sağlam).
O büklüm-büklüm saçların yoluna düştüysen,
 
Zülfüm gibi kâfirliğe ayak bas.
Çünkü aşk, serserice bir iş değildir.
 
Takva ile aşk uyuşamaz.
Aşkın sonu kâfirliktir, bunu unutma!
 
Kâfirliğime uyar, benim gibi kâfir olursan kolunu boynuna dolar, beni kucaklarsın.
Yok.
Kâfirliğe uymaz, imanından vazgeçmezsen kalk, yürü, işte sopan buracıkta, aban da!
 
Şeyh, âşık olmuştu, pek düşkün bir hale gelmişti.
Gafletle gönlünü kaza ve kadere teslim etmişti.
 
Sarhoş değilken bile bir an olsun varlığına yapışmamıştı.
Şimdiyse hem âşıktı, hem sarhoş, tamamıyla kendisinden geçmişti artık.
 
Kendisine gelemedi, rezil rüsvay olup gitti.
Kimseden perva (Sakınma) etmedi, Hıristiyanlığı kabul etti.
 
Şarap epeyce yıllanmış, onu iyice kendisinden geçirmiş, pergele döndürmüştü.
 
Âşık ihtiyardı, şarap yıllanmış, aşksa terütaze, sevgilisi de oracıktaydı.
Artık nasıl sabredebilirdi ki?
 
O ihtiyar, tamamıyla harap oldu, tamamıyla sarhoş oldu.
Bir insan, hem sarhoş, hem de âşık olursa nasıl olur?
Tamamıyla elden çıkar!
 
Dedi ki:
Ey ay yüzlü, kudretim kalmadı, aşığım.
Benden daha ne istiyorsun, söyle!
 
Aklım başımdayken puta tapmadım ama şimdi sarhoşum.
Sarhoşken putun önünde Mushaf’ı bile yakarım”
 
Kız.
“ İşte şimdi bana layık bir er oldun.
Allah rahatlık versin, tam benim harcım bir adam kesildin!
 
Bundan önce aşkta hamdın, ham.
Artık iyice otur, istirahat et, çünkü nihayet piştin” dedi.
 
Hıristiyanlar, öyle bir şeyhin onların yolunu tuttuğunu duyunca, şeyhi sarhoş, sarhoş kiliseye götürdüler, zünnar kuşanmasını söylediler.
 
Şeyh zünnarı kuşanınca hırkayı ateşlere atıp yaktı.
Hıristiyan oldu.
 
Dininden döndü, ne şeyhliği hatırladı, ne Kâbe aklına geldi.
Bir genç kızın aşkıyla bunca yıllık sağlam imandan vazgeçti gitti.
 
Dedi ki:
İşte olanlar oldu, azdım. Yolumdan çıktım.
Bir Hıristiyan kızının aşkı, bana yapacaklarını yaptı.
 
Bundan sonra daha ne dersen de, emrine uyarım.
Bundan beter daha ne varsa söyle, onu da yapayım.
 
Aklımın başımda olduğu gün puta filan tapmadım ama seni görüp sarhoş olunca taptım işte!”
 
Nice kişiler vardır ki şarap yüzünden dinlerini terk ederler.
Şüphe yok ki kötülüklerin aslı olan şarap, bu işi yapar!
 
Şeyh kıza:
“ Sevgili, daha ne kaldı?
Dediklerinin hepsini kabul ettim, yaptım.
 
Sevginle şarap iştim, puta taptım.
Benim aşktan gördüklerimi kimseler görmemiştir!
 
Kim, benim gibi aşktan çıldırır?
Aşk, öyle bir şeyhi nasıl olur da böyle rüsvay eder?
 
Elli yıla yakın bir zamandır ki gönlümde sır denizi dalgalanıp duruyordu.
 
Derken aşkın bir zerresi, gizlendiği yerden sıçrayıp çıktı.
Bizi, ta takdir levhine (Tanrı’nın önceden yazdığı kader) kadar sürükledi!
 
Aşk, bu çeşit nice hırkayı zünnar haline sokmuştur da, sokar da!
 
Aşk ebcedini (Harflerin sayısal değerini) okuyan, Kur’an cüzlerini okumuş, pişmiş demektir.
Aşka düşüp sevgiyle başı dönmüş olan, gayb sırlarını bilmiş, anlamıştır.
 
Her neyse, bunların hepsi geldi geçti.
Şimdi söyle bakalım, sen bizi ne vakit vuslatına nail edeceksin?
(Ne zaman bir odada baş başa bir olacağız)
 
Asıl olan senin vuslatındır, o yapı, adamakıllı kurulmuş, esaslı bir yapıdır.
Her ne yaptımsa vuslat umudundan yaptım.
 
Vuslat istiyorum, seninle aşina (Bildik, tanıdık) olmayı diliyorum.
Bu ayrılıkla niceye bir yanayım?” dedi.
 
Kız gene dedi ki:
Ey tutsak ihtiyar, benim mehrim (Evlenmede kızlığına karşı verilen ücret) çok ağır.
Sense pek yoksulsun!
 
Ey bir şeyden haberi olmayan, buna altın lazım, gümüş lazım.
Gümüş olmadıkça nasıl olur da işin altın gibi parlar?
 
Paran yoksa başını al git.
Ey koca kişi, benden bir nafaka al, düş yola!
 
Tez yürüyen güneş gibi tek ol.
Ercesine sabret, er ol!
 
Şeyh dedi ki:
“ Ey selvi boylu, güneş bedenli, ne de ahdinde duruyorsun ya!
 
A güzel sevgili, senden başka kimim, kimsem yok.
Bu çeşit sözleri bırak artık.
 
Her an yeni bir tarzda beni aldatıyorsun.
Her an bir başka çeşit başından savıyorsun (Uzaklaştırmak istiyorsun)!
 
Her ne yaptımsa, sensiz adeta kendi kanımı içtim.
Ne işte bulunduysam senin için bulundum.
 
Aşkının yolunda neyim varsa terk ettim.
Ne küfrüm kaldı, ne imanım, ne karım kaldı, ne ziyanım!
 
Beni inciye bir bekletip kararımı elden alacaksın?
Böyle kararlaştırmadık mı, beni vuslatına erdirmeyecek misin?
 
Bütün dostlar beni terk etti.
Hepsi de canıma düşman kesildi!
 
Sen böyle harekette bulunuyorsun, onlar da öyle.
Peki, ben ne yapayım?
Ne gönlüm kaldı, ne canım, ben ne işleyeyim?
 
Ey İsa yaradılışlı, yalnız cennete girmektense seninle cehenneme girmek hoş!”
 
Nihayet şeyh, tam ona layık bir adam olunca o ay yüzlü de onun derdine acıdı, yüreği yandı.
 
Dedi ki:
Ey henüz istediğim gibi pişmeyen âşık, artık mehir işini de bitirelim
Tam bir yıl durup dinlenmeden domuzlarımı gütmen gerek!
 
Yıl bitti mi sana varırım., neşeli günlerimizi de, dertli zamanlarımızı da beraber geçiririz, bir arada yaşar gideriz!”
 
Şeyh, sevgilinin hükmüne itiraz etmedi.
Çünkü sevgilinin hükmünden baş çeken, sevgilinin hiçbir sırrına eremez.
 
Kâbe piri, uluların şeyhi, gidip tam bir yıl domuz çobanlığı etti.
                                             *
Herkesin içinde yüzlerce domuz vardır ha.
Ya domuzu yakıp yandırmalı, ya zünnarı kuşanıp kuru davadan vazgeçmeli!
 
Ey adam olmayan, sen bu tehlikeye yalnız o ihtiyar şeyh mi düştü sanırsın!
İçindeki domuzdan haberin yoksa mahzursun ama yol eri değilsin!
 
Bu tehlike, herkesin içinde,
İnsan, yola girdi mi başını çıkarır, görünür!
 
İş eri gibi yola ayak bastın, yola düştün mü yüz binlerce put görür, yüz binlerce domuz görürsün!
 
Aşk ovasında domuzu öldür, putu yak, bunları yapmazsan şeyh gibi aşka düş, rüsvay ol!
                                          *
Şeyh Hıristiyanlığı kabul edince Rum ülkesinde (Anadolu) bir gürültüdür koptu!
 
Onunla düşüp kalkanlar, şaşırıp kaldılar.
Onun bu hali yüzünden adeta canlarından oldular.
 
Tutkunluğunu görünce dostluğundan vazgeçtiler.
Onu ter etmeye karar verdiler.
 
Hepsi de onun kötü bahtından kaçtı.
Onun derdiyle başına topraklar saçtı.
 
İçlerinde anlayışlı dostları vardı, kalkıp huzuruna gelerek dedi ki:
“ Ey kötü işlere düşen!
 
Biz bugün Kâbe’ye dönüyoruz.
Hükmün ne?
Gönlündekini söyle bana!
 
Ne diyorsun?
Hepimiz senin gibi gâvur mu olalım, kendimizi rezillik mihrabı mı edelim?
 
Seni böyle görmeye tahammül edemiyoruz.
Onun için seni bırakıp buradan kaçıyoruz.
 
Bari Kâbe’de itikâfa girip oturalım da şu gördüklerimizi görmeyelim!”
 
Şeyh dedi ki:
“ Benim canım ateşler içinde.
Nereye gidecekseniz hemen gidin, hiç durmayın!
 
Ben hayatta oldukça, bana kilise yeter.
Hıristiyan kızı, canıma canlar katmada, o, bana kâfi!
 
Siz hürsünüz, bu işi bilmezsiniz.
Burada böyle bir işe düşmediniz ki?
 
Sizin de başınıza bir an olsun, böyle bir şey gelseydi her dertte bana hemdert (Sıkıntıda arkadaş) olurdunuz.
 
Aziz yoldaşlarım, siz geri dönüyorsunuz.
Ben başıma daha neler gelecek, bilmiyorum ki!
 
Beni sorarlarsa doğrusunu söyleyin.
O elden ayaktan düşmüş olan, o başı dönüp duran nerede derlerse gizlemeyin!
 
Deyin ki:
Gözleri kanlarla dolu, ağzı zehirler içinde.
Kahır ejderhasının ağzına düştü, orada kaldı.

O İslam pirinin kaza ve kader yüzünden uğradığı şeylere âlemde hiçbir kafir razı olmaz.

Uzaktan ona bir Hıristiyan kızını gösterdiler, akıldan da vazgeçti, dinden de, şeyhlikten de!

O kızın halka gibi zülfü, boynuna geçti.
Bütün halkın diline düştü!

Eğer biri beni kınarsa deyin ki:
Bu yolda niceler bu çeşit tehlikelere uğrar, niceler kayıp düşer!

Bu öyle bir yoldur ki bu yola girebilecek ne bir ayak vardır, ne bir baş!
Kimse bu yolda hileden, tehlikeden emin olmasın!”

Şeyh bu sözleri söyleyip dostlarından yüz çevirdi.
Domuz çobanı domuzlarının yanına koştu!

Dostlar derdiyle bir hayli ağladılar.
Dönüp, dönüp arkasından baktılar.

Nihayet Kâbe’ye yöneldiler.
Yürekleri yanıyor, tenleri eriyordu.

Şeyleri, Rum ülkesinde yapayalnız kalmıştı.
Dininden dönmüş, imanını yele (Rüzgâra) vermiş, Hıristiyan olmuştu.

* O azizler hareme varınca ağızlarını yumdular, kimseye bir şeycik söylemediler.
Şeyhlerinin halini söylemeye utandılar.

Her biri bir bucakta gizlendi!
Şeyhin Mekke’de dirayetli bir dostu vardı.

Şeyhe teslim olmuş, her şeyden el yummuştu!
Pek gözü açıktı, iyi bir kılavuzdu.

Şeyhi ondan iyi anlayan, bilen yoktu.
Şeyh, Mekke’den giderken o, orada değildi.

Gittiği yerden dönüp gelince halvet bucağında şeyhini bulamadı.
Dervişlere ne haldedir, ne oldu diye sordu.

Şeyhin başına gelenleri tamamıyla anlattılar.
Kaza ve kaderin başına getirdiği halleri söylediler.

Dediler ki:
Bir Hıristiyan kızı, onu saçının bir teliyle bağladı.
İman yolunu her taraftan kesti!

Şimdi zülfüyle, beniyle aşk oyunu oynamada,
Hırka yandı, iyileşmesine imkân kalmadı.

İbadetten tamamıyla el yudu.
Şimdi şu anda domuz çobanlığı yapmada!

 Şimdi o dertlere düşen ulunun belinde, ucunda haç asılı bir zünnar (Gönüllü Hıristiyanlığa hizmet edenlerin işareti) var!

Şeyhimiz din yolunda nice ibadetler etti ama şimdi onu tanıyamazsın, eski bir gâvurdan ayırt edemezsin!

Derviş, bu olayı duyunca hayretlere düşüp yüzü sarardı, yaslara büründü!
Dervişlere dedi ki:

“ Ey eteği bulaşık kişiler (Karışık duygu ve davranışta olanlar)!
Vefakârlıkta ne ersiniz (Erkek) siz, ne avret (Kadın)!

İnsana kara gün dostu gerek.
Dost, böyle günde işe yarar.

Siz şeyhinize dostsanız neden ona yardım etmeyi her şeyden üstün tutmadınız?

Mademki şeyh, eline zünnar aldı.
Hepinizin zünnar kuşanması gerekti.

Dileyerek ondan ayrılmamalıydınız.
Hepinizin de onunla beraber Hıristiyan olması lazımdı.

Utanın, bu mu dostluğunuz sizin?
Bu mu hak hukuk göstermeniz, bu mu vefanız (Sevgiyi devam ettirmek)?

 Bu, ne dostluk, ne de vefakârlık.
Yaptığınız iş, münafıklıktan (İki yüzlülükten) başka bir şey değil.

Dostuna dost olan, ondan ayrılmayan kişinin, dostu gâvur olsa beraberce gâvur olması lazım!

Dost, kötü günde belli olur.
İyi gündeyse yüz binlercesi bulunur.

Şeyh, ejderhanın ağzına düşünce demek ki hepiniz ad şan kaygısına düştünüz, onu bırakıp kaçtınız ha!

Aşk, zaten kötü ad ve şan üstüne kurulmuş bir yapıdır.
Kim bu yoldan baş çekerse bu çekilişi, hamlıktandır (Olgunluğa ulaşamadığından)”

Bu sözler üzerine hepsi de:
“ Söylediklerini daha önce ona kaç kere söyledik, hatta daha fazla da söyleyip onunla kalmaya azmettik.

Neşede, gamda onunla beraber bulunalım dedik.
Zahitliği (Dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp buyurduklarını yerine getiren olmayı) satalım, rezilliği alalım, dinden vazgeçelim, gâvur olalım diye kurduk.

Fakat o iş bilen, düzen şeyh hepimizin birer, birer yanından uzaklaşmasını geri dönmesini istedi.

Bizim dostluğumuzdan bir fayda görmediğinden bizi, hemencecik geri döndürdü.

Biz de hükmüne uyduk, döndük, işte sana da ahvalini (Durumunu) anlattık, gizlemedik” dediler.

Bunun üzerine o derviş, öbür dervişlere:
” Pek ala, fakat eğer işiniz düzeninde olsaydı, Tanrı tapısından başka varacak yeriniz olmaz, bütün varlığınızla o tapıya varır;

Tanrı’ya yalvarıp yakarmada her biriniz, öbürünü geçerdi.
Tanrı da sizi böyle karasız bir halde görünce lütfeder, hemencecik şeyhi hidayete (Doğru yola kılavuzlama) sevk eylerdi.

Hadi şeyhinizden çekindiniz, neden Tanrı’ya niyazda (Yalvarmak) bulunmadınız?” dedi.

Bu sözü duyunca hepsi de cevap vermede aciz kaldı.
Hiç biri utancından başını kaldırmadı!

O derviş:
“ Bu utanmadan ne fayda?
Mademki iş bu hale gelmiş, hemen kalkalım.

Tanrı tapısına yüz tutalım, yalvarıp yakararak başımıza topraklar saçalım.
Hepimiz, kâğıt gömlekler giyelim (Akılla düşünüleni uygulamaya geçirelim), nihayet hep birden şeyhimizi elde edelim.” Dedi.

Hepsi de Arap diyarından Rum ülkesine gittiler.
Gece gündüz itikâfa (Yalnızlığa çekilerek ibadet etme) girdiler, gizlendiler.

Hak kapısında her biri, yüz binlerce feryada koyuldu.
Gâh ağlıyorlardı, gâh şefaat (Aracı) diliyorlardı.

Böylece tam kırk gün, kırk gece hiç birisi, durduğu yerden baş kaldırmadı!
Ne dinlendi, ne ekmek yedi, ne su içti!

O temiz kişilerin yalvarmasından göklerde bir gürültüdür koptu.
Yücelerdeki yeşiller giyinmiş melekler de libaslarını (Elbiselerini) soydular, yasa daldılar, hepsi mor matem elbiseleri giyindiler!

Nihayet, bunların safına reis olan dervişin dua oku, hedefe vardı.
Kırk birinci gece o temiz derviş halvet bucağında kendinden geçti.

Seher çağı miskler saçan bir yel esti.
Gözüne bir alemdir göründü.

Ay gibi Mustafa’yı (Peygamberi) gördü.
Siyah saçlarını ikiye ayırmış, omuzlarına salmıştı.

Güneşe benzer yüzü, Tanrı gölgesiydi, yüzlerce can âlemi, saçının bir teline vakfolmuştu.

Salına, salına yürümekte, gülümseyip durmaktaydı.
Onu gören, derhal kendisini kaybederdi.

O derviş Mustafa’yı görünce yerinden kalktı:”Ey Tanrı peygamberi,
Elimi tut!

Tanrı için halka yol gösterirsin; şeyhimiz yol yitirdi, ona yol göster” dedi.
Mustafa dedi ki:

Ey himmeti (Çalışması, gayreti) yüce derviş, yürü var.
Şeyhini bağdan kurtardım.

Yüce himmeti tesir etti.
Şeyhini affettirdi.

Ta eskiden şeyle Tanrı arasında pek kara bir toz, yoldan kalktı.
Tövbe çağı geldi, suç çekilip gitti.

O tozu, şeyhin yolundan giderdik, onu karanlıklarda bırakmadık.
Şefaat için bir katrecik (Damlacık) çiğ tanesi saçtım, onun bütün ömrüne yayıldı!

O toz, şimdi yoldan kalktı, tövbe kabul edildi, günah ortadan kalkıp gitti.
İyice bil ki günahtan yüzlerce âlem olsa bir tövbenin hararetiyle erir, yok olur, yoldan kalkar!

Lütuf ve ihsan denizi dalgalanınca erin de günahını mahveder, kadının da!”
Bu rüyanın sevinciyle dervişin aklı başından gitti.

Öyle bir nara attı ki gökler güm, güm inledi!
*Bağırıp çağırarak halvet bucağından çıktı:

Gözlerinden akan gözyaşları kanlarla bulanmaktaydı.
Bütün dervişlere rüyasını anlattı.

Müjdeler verdi, yola düzüldüler.
Dervişlerle ağlaya, ağlaya koşmaktaydı.

Domuz çobanı olan şeyhin bulunduğu yere kadar vardılar.
Bir de gördüler ki şeyh ateşlere dönmüş, kararsız bir halde fakat bu kararsızlıkla hoş bir âlemde!

Şeyh de dervişlerin tekrar geldiklerini, Tanrı’ya yalvarmaya koyulduklarını gördü.

Şeyh çan sözünü ağzından atmış, zünnarı belinden çözmüştü.
Başındaki Hıristiyan külahını fırlatmış, gönlünü de Hıristiyanlıktan yıkayıp arıtmıştı.

Şeyh uzaktan dervişleri görünce kendisini, onların yanında nursuz ve pirsiz görüp, utancından üstündeki elbiseyi yırt, aciz eliyle başına topraklar saçtı.

Gâh bulut gibi kan ağlamaktaydı, gâh eliyle tatlı canını onların yoluna atmaktaydı.

Ahından feleklerin perdesi yanıyor, tahassüründen (İstenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülme) vücudundaki kan, ateş kesiliyordu.

Gönlündeki hikmet (Kontrol), esrar (Gizlenen ve bilinmeyen şeyler, aklın anlayamadığı işler), Kur’an ve hadis bilgilerini tamamen yıkamışlardı.

Şimdi bütün bunlar, tekrar bir uğurdan aklına gelmişti.
Cahillikten, çaresizlikten tekrar kurtulmuştu.

Kendi haline bakınca secdelere kapanıyor, ağlayıp duruyordu.
Gül gibi gönül kanlarına bulanmıştı, utancından terlere gark olmuştu!

Dervişler, onu bu halde görünce hem dertlere düştüler, hem de neşelenip sevindiler.

Hepsi de koştular, şükrane olarak canlarını vererek yanına gittiler.

Şeyhe:
Ey sır perdesini açan, gene güneşinin üstünden bulut çekildi.

Küfür, yoldan savrulup gitti, iman gelip yerleşti, kilisede puta tapan Tanrı’ya tapar oldu.

Ansızın kabul denizi dalgalandı, Peygamber, sana şefaat etti.
Şimdi şükredecek zaman şükret Tanrı’ya matemin sırası, yeri değil!

Tanrı’ya şükürler olsun ki kapkaranlık denizde güneş gibi bir yol açtı.
Apaydın şeyi kapkara yapmaya gücü yeten Tanrı, bunca günaha karşılık tövbe nasip etti.

Tanrı tövbeden bir ateştir parlattı mı o ateş, neyi bulursa yakar yandırır, mahveder” dediler.
Hikâyeyi kısa keselim, artık oradan yola düzülmek zamanıydı.

Şeyh gusletti (Dini kurallara göre yıkanıp temizlendi), tekrar hırkasını giydi, dervişlerle beraber Hicaz’a doğru yola düştü.

Bundan sonra o Hıristiyan kızı, rüyasında güneşin kucağına düştüğünü gördü.

Güneş, dile geliyor da:
Hemen şeyhin peşi sıra koş.
Onun dinine gir, onun yoluna toprak ol.

Ey onu kirleten, yürü, onun yüzünden temizlen arın!
O geçici aşkla senin yolunu tutmamıştı, şimdi sen de gerçek olarak onun yolunu tut.

Hayli zamandır onun yolunu kesmişsin, şimdi ona yoldaş ol, niceye bir bu habersizlik, artık gerçeği anla.

Onu yoldan çıkardın, şimdi de sen onun yoluna gir.
O, artık yola geldi, sen de ona yoldaş ol” diyordu.

 Hıristiyan kızı uykudan uyanınca gördü ki gönlü,  güneş gibi nurlar saçmada.

Gönlünde şaşılacak bir dert peydahlanmıştı.
O dert, onu aramaya düşürmüş, kararsız bir hale getirmişti.

Sarhoş canına bir ateştir düşmüştü, şimdi de gönlüne el attı, gönlü elinden çıktı!
Kararsız canı, gönlüne ne tohum ekmişti, bu tohum nasıl bir meyve verecekti?

Bilmiyordu ki!

Bir işe düşmüştü ki hemdemi yoktu.
Kendisini şaşılacak bir âlemde gördü.

Öyle bir âlem ki orada hiçbir yol görünmemekte.
Dil tutulup kalmış, söze mecal (Güç, kuvvet) yok!

Bütün o naz ve naim (Refah ve bolluk içinde olmak), ne şaşılacak şey ki, göz yaşları yağmur gibi yağmaktaydı!

Bir bağırdı, elbisesini yırtarak dışarıya koştu.
Başına topraklar saçtı, kanlar içinde koşmaya başladı.

Dertli bir gönülle, kuvvetsiz bir bedenle şeyhin ve dervişlerin peşine düştü.
Bulut gibi kanlara gark olmuş, koşup duruyor.

Nasıl koştuğunu, nasıl yol aldığını da bilmiyordu!
Ovada, çölde hangi yola gitmek gerek?

Onu da bilmiyordu.
Yalnız o aciz, perişan bir halde ağlayıp inliyor, yüzünü sevine-sevine topraklara sürüyor, feryat ederek:

“ Ey herkesin imdadına yetişen Tanrı, ben, işten güçten kalmış aciz bir kadınım.

Senin gibi birisinin yolunda yürüyen bir erin yolunu vurdum.
Fakat bilmiyordum, sen benim yolumu vurma.

Kahır denizini köpürtme, yatıştır.
Bilmiyordum, yanıldım, suçumu ört!

Yaptıklarıma kalma.
Bu yoksulun suçuna bakma.

Dine girdim, imana geldim, beni dinsiz bırakma!
* Ölüyorum, yardımcım bir kimsecik bile yok.
Senden, senin yüceliğinden başka feryadıma kimsecikler erişemez” diyordu

Şeyhe içinden o kız, Hıristiyanlıktan vazgeçti.
Bizim tapımıza aşina (Bildik, tanıdık) oldu, şimdi işi, bizim yolumuza düştü.

Geri dön, gene o putu bul, o put gibi güzel sevgilinle hemdem ol, derdine derman et diye ilham geldi.

Şeyh, derhal yel gibi yoldan döndü.
Gene dervişler arasında bir gürültü koptu.

Hepsi birden:
“ Başınla oynayış, tövbe ediş, bu yanıp yakılma neydi ki?
Tekrar aşk oyununa mı girişeceksin.
Tövbe ettikten sonra gene bi-namazlıkta (Namaz kılmayan) mı bulunacaksın? Dediler.

 Şeyh onlara kızın halini anlattı.
Bu sözü duyan, adeta canını terk etti.

Şeyh ve dervişler geri döndüler.
O güzelin bulunduğu yere kadar geldiler.

Gördüler ki kızın yüzü altın gibi sararmış, saçları yolun tozlarına bulanmış, görünmez olmuş.

Baş açık, yalın ayak,
Elbisesi yırtılmış, ölü gibi yeryüzüne serpilmiş.

O ay yüzlü, o yüreği yaralı güzel, şeyhinin yüzünü görünce kendinden geçti.
Şeyh de o ay yüzlüyü aç, susuz bir halde görünce su gibi ağlamaya başladı.

Gözü, ahdına vefa ediyordu, kendisini şeyhin eline ayağına attı.

Dedi ki:
Senden utanıyorum, bu utangaçlık canımı yakmada, bundan böyle artık perde altında yanamam.
Gerçeği anlamak için perdeyi attım.
Bana Müslümanlığı telkin et de yola gireyim

Şeyh, ona Müslümanlığı telkin etti.
Dervişlerde bir gürültüdür koptu.

O güzel yüzlü, gözyaşları saçarak, dalgalanıp coşarak şehadet getirdi.
Nihayet o güzel, doğru yolu buldu.

Gönlü hakikatten haberdar olmuştu, gönlündeki iman zevkine ulaştı.
Gönlü, o iman zevkiyle kararsız bir hale geldi, gam geldi, onun dertlerini teselliye koyuldu.

Kız dedi ki:
Şeyhim, takatim tak oldu, ayrılığa tahammülüm yok.
Baş ağrısıyla dertle, kederle dolu olan bu topraktan gidiyorum, elveda ey âlemin şeyhi evlada!

Sözü kısa keseceğim.
Acizim, affet, bana darılma

O ay yüzlü, bu sözleri söyleyip candan el çekti.
Zaten yarı canı kalmıştı, onu da canana (Sevgilisine) teslim etti.

Güneşi, bulut altına girdi, gizlendi.
Yazıklar olsun, tatlı canı, ondan ayrılıverdi!

O, mecaz denizinden bir katreydi (Damla), gene geldiği hakikat denizine gitti!
Hepimiz yele benzeriz, şu dünyadan geçip gidiyoruz.

O gitti, biz de hep gitmedeyiz!
Aşk yolunda bunun gibi neler olur, neler.

Bunu, aşkı bilen bilir!
Ne söylerse olağandır.

Bu yolda olur, rahmet, ümitsizlik, hile, eminlik, hepsi mümkündür.
Nefis, bu sırları işitemez.

Nasibi olmayan meydandaki topu çelemez.
(Bu oyunu oynayamaz)

Bunu, can, gönül kulağıyla işitmek gerek.
Balçıktan meydana gelen ten kulağıyla değil!

Gönlün (Kalpte oluşan duyguların kaynağı), nefisle (Hayalle birleşerek emreden) her an savaşıp durması pek çetinleşti.
Matem, şiddetlendi.

Gene bir ağıt yak, gene bir feryat et!

                                           ***
MANTIK AL- TAYR 1 Feridüddin-i ATTAR İslam klasikleri. M.E. B. 2172 Çeviren Abdulbaki GÖLPINARLI ( Bu kitabı temin edip evinde bulundurmanı önemle öneririm)
                                      ***
                                    
İşte böyle yaren,
Bir insanın kendisini bulması ve bilmesi için yedi vadiden geçmesi gerekmektedir.

Aşk vadisinden geçmeyen bu şeyhin böylece aşk vadisine sokulduğunu böylece tam olgunluğa Tanrı tarafından sokulduğunu öğrendik.

RAVLİ YEDİ VADİ yaz ve Googleden bu vadilerin her birine önem vererek okumalısın.
                                       *
RAVLİ                 
 
 


Popüler Yayınlar