Yüceliğine dair ne desem, hepsinden üstündü, ileriydi.
Haremde kemal sahibi dört yüz
dervişiyle tam elli yıl şeyhlik etmişti.
Dervişleri de aynen kendisi
gibiydi.
Gece gündüz riyazette (Açlıkla nefsi terbiye etmek) bulunurlar, bir an bile
dinlenmezler, istirahat etmezlerdi.
Hem ameli (Allah’ın emirlerini sevgiyle, bağlılıkla ve doğrulukla yerine
getirmek) vardı, hem ilmi.
Meydandaki şeyleri de
bilirdi, gizlileri de keşfederdi, sırlara da mahremdi (Sırların
içinde).
Elliye yakın haccı vardı.
Bütün ömrünce umre (Hac dönemi dışında Ka'be'yi ve Mekkenin diğer kutsal yerlerini ziyaret) eder
dururdu.
Namazının orucun haddi hesabı
yoktu.
Hiçbir sünneti terk etmezdi.
Huzuruna gelen yol kılavuzu
erler, kendilerinden geçerler de öyle gelirlerdi.
O mana eri, kılı kırk
yarardı.
Kerametlerde kuvvetliydi,
rütbe ve makamlarda da.
Kim hastalanır, bir
gevşekliğe düşerse nefesiyle iyileşir, kuvvetlenirdi.
Hülasa neşe çağında da, gam
zamanında da halka rehberdi.
Âlemde bayrak gibi
yücelmişti, şöhret bulmuştu.
Kendisini, kendisiyle sohbet
edenlerin ulusu görmekle beraber birkaç gece biteviye (Sürekli olarak) bir rüya
görüyordu:
Haremden göçmüş, Rum ülkesinde
yurt tutmuş, durmadan bir puta secde ediyor.
O âlemin uyanık eri, bu
rüyayı görünce eyvallah olsun dedi, şimdicik.
Tevfik Yusuf’u kuyuya düştü (
Yusuf peygamberin kuyuya atılması), yolumuz,
aşılması güç bir bele (Yokuşa) çattı!
Bilmem bu dertten canımı
kurtarabilecek miyim?
İmanımı kurtarabilirsem
canımı terk ederim ya!
Bütün dünya yüzünde tek bir
adam yoktur ki yolda böyle bir sarp geçide rastlamasın!
Yoldaki bu sarp geçidi, bu
aşılmaz beli geçer, aşarsa yol, kendisine aydınlanacak, gideceği yeri
görecekti.
Fakat o geçidin ardında
öylece kala-kalırsa belalara uğrayacaktı, yolu uzayıp duracaktı.
Nihayet o bilgi sahibi üstat,
dervişlerine dedi ki:
“ Bir işim düştü, Rum
ülkesine hemencecik gitmem gerek, gideyim ki şu düşün tabiri nedir? Meydana
çıksın"
İtibar sahibi dört yüz derviş
de ona uydular, beraberce yola düştüler!
Kâbe’den ta Rum ülkesinin bir
ucuna kadar vardılar.
Bütün Rum diyarını baştan
aşağı dönüp dolaştılar.
Günün birinde bir yüce
yapının önünden geçiyorlardı.
Üst kattaki bir pencerenin
önünde bir kız oturmuştu.
Ruhani sıfatlı bir gâvur (Müslüman olmamış) kızıydı bu.Ruh-ullah (Cebrail) yolunda yüzlerce bilgiye sahip olmuştu.
Güzellik göğünün en yücesine
varmış bir güneşti, ama zevali olmayan (Yerinde duran,
kaybolmayan) bir güneş.
Güneş, onun yüzünün aksini
görmüş, kıskanmıştı da civarındaki âşıklardan ziyade sararmıştı.
Kim, o dilberin zülfüne (Şakaklardan sarkan saç lülesine) gönül
verirse zülfünün (Sevgilinin saçının) havasıyla zünnar (Sevgiyle hizmet
etmeyi gösteren kemer ‘Rahiplerin taktıkları kemer’) bağlanır gider.
Kim, o güzelin lâl dudağına
can verirse yola ayak basmaz, baş kor!
Sabah yeli, o zülüflerden
misk kokusu elde etmekte.
Rum ülkesi (Anadolu), o Hindu gibi siyah saçlar yüzünden
kıvram-kıvram kıvranmakta, Çin’e dönmekteydi!
Gözleri, âşıklara fitneydi.
Kaşları, güzellikte tekti!
Âşıkların yüzüne bir baktı mı
canlarını, bakış eline alır, göz ucuyla kemer gibi kaşlarına düşürürdü!
Kaşları ay yüzünde bir kemerdi.
Bütün halk, orada yer yurt
tutmuştu!
Göz bebekleri dolandı da bir kerecik âşıklara baktı mı, yüzlerce
insanın canını avlayıverdi!
Yüzü, o parlak saçların altında parıl-parıl parlayan bir
ateş parçasına benziyordu!
Suya kanmış lâl (Kırmızı renkli kıymetli taş) dudakları, bütün cihanı susuz bırakmıştı.
Mest nergislere benzeyen
gözlerinin binlerce hançeri vardı!
Söz, ağzına yol bulamamıştı
ki.
Onun için ağzına dair söz
söyleyenler, asla hakikati bilmemişlerdir, beyhude (Boşuna)
söylerler!
Dudağı, iğne gözü kadar küçücüktü, beline zülfü gibi zünnar (Sevgiyle hizmet etmek için beline kemer) bağlanmıştı.
Çenesinde gümüş bir kuyu vardı.
İsa’ya benziyordu, sözü, canlıları, ölüleri diriltmekteydi.
Çenesindeki kuyuya yüz
binlerce Yusuf’un gönlü, kanlara gark olarak baş aşağı düşüp gitmişti.
Yüzünde güneş parlaklığı
vardı.
Siyah saçlarını bu parlak
yüze peçe (Yüz örtüsü) yapmıştı.
Gâvur kızı peçesini açınca
Şeyh, kemiklerine, iliklerine kadar ateşlere yandı.
Peçe altından yüzünü
gösterince adeta saçının bir teliyle Şeyh’e yüzlerce zünnar kuşattı.
Şeyh, ilerisini düşünmüyor
değildi.
Fakat o güzelin aşkı da bir
kere yapacağını yapmıştı.
Şeyh, tamamıyla elden ayaktan
çıktı, ele avuca sığmaz oldu.
Orası sanki ateşlerle
doluydu, o da ayağıyla gitmiş, kendini ateşlere atmıştı.
Varı yoğu tamamıyla yok oldu.
Gönlü, sevda ateşiyle
dumanlar içinde kaldı.
Kızın sevgisi, can ülkesini
yağmalamış.
Zülfünden imana küfürler
yağdırmıştı!
Şeyh, imanını verdi,
Hıristiyanlığı kabul etti.
Tanrı’yı sattı, rezilliği
satın aldı!
Aşk, canına, gönlüne üst
oldu.
Sonunda Şeyh gönlünden ümidi
kesti, canına doydu.
“ Can gittikten sonra gönlü
ne yapayım?
Hıristiyan kızına gönül
vermek, ne de güçmüş” dedi.
Dervişler, onu böyle perişan
bir halde görünce hepsi de işi anladılar, iş işten geçtiğini bildiler.
Onun bu haline şaşırıp
kaldılar, başlarını önlerine eğdiler, ne akılları kaldı ne fikirleri!
Bir hayli öğüt verdiler ama
fayda etmedi.
Olacaklar olmuştu,
iyileşmesine imkân yoktu ki!
Perişan âşık, nasıl olur da
söz dinler?
Dermanı bile yanıp yandıran
dert, nasıl olur da dermanı kabul eder?O gece, sevgisi birken yüz oldu.
Hülasa (Özetle) tamamıyla kendisinden geçti gitti!
Kendisinden de vazgeçti, âlemden de.
Bir an bile ne uykusu kaldı, ne kararı.
Diyordu ki:
“ Yarabbi, bu gecenin gündüzü yok mu?
Yoksa feleğin ışığı olan güneşin ziyası (Işığı) mı kalmadı?
Nice geceleri riyazetle (Nefsin isteklerini kırmakla) geçirdim, fakat kimsecikler böyle bir geceden nişan (İşaret) bile vermedi.
Mum gibi yanıp yakılmadan ne uykum kaldı, ne rahatım.
Ciğerlerime serpecek gönül
kanımdan başka bir suyum kalmadı.
Bu hararetten, bu yanıştan mum gibi erimedeyim.
Bu hararetten, bu yanıştan mum gibi erimedeyim.
Beni adeta yakıyorlar, gündüz
öldürüyorlar!
Bu gece, yüzlerce baskına uğramadayım.
Bilmem gündüzüm nasıl geçecek?
Kimin böyle bir gececik böyle bir gündüzü olursa işi gücü, gece gündüz ciğerler dağlamak, yanıp yakılmaktır!
Beni yarattıkları gün meğerse bu gece için yaratmışlar!
Bu gece, yüzlerce baskına uğramadayım.
Bilmem gündüzüm nasıl geçecek?
Kimin böyle bir gececik böyle bir gündüzü olursa işi gücü, gece gündüz ciğerler dağlamak, yanıp yakılmaktır!
Gece gündüz hayli hararetlere
düştüm.
Fakat gündüzüme bu gece
eriştim!Beni yarattıkları gün meğerse bu gece için yaratmışlar!
Yarabbi, bu gecenin gündüzü
yok mu?
Feleğin mumu yanmayacak mı?
Yarabbi, bu gecede bunca alametler var.
Yoksa kıyamet günü bu gece mi ki?
Yoksa ahımdan güneş mi söndü.
Yoksa sevgilimi görüp utandı da gizlendi mi?
Gece, onun saçları gibi uzun, onun saçları gibi kara.
Yoksa bu benzerlik olmasaydı yüzünü görmediğimden mutlaka şimdiye kadar yüz kere ölürdüm ben!
Geceleyin, bütün gece aşk sevdasıyla yanmaktayım.
Sevginin hücumuna karşı durmaya takatim yok!
Ömür nerede?
Tutayım da sevgilimi öveyim.
Yahut muradıma ulaşmak için feryatlara koyulayım.
Sabır nerede?
Tutayım da ayağımı eteğime çekeyim.
Yahut erler gibi erleri bile yıkan koca şarap (Tanrı şarabını,helal şarap) kadehini çekeyim.
Baht nerede ki uyanmaya bir ayak diresin, uyanıp kalsın.
Feleğin mumu yanmayacak mı?
Yarabbi, bu gecede bunca alametler var.
Yoksa kıyamet günü bu gece mi ki?
Yoksa ahımdan güneş mi söndü.
Yoksa sevgilimi görüp utandı da gizlendi mi?
Gece, onun saçları gibi uzun, onun saçları gibi kara.
Yoksa bu benzerlik olmasaydı yüzünü görmediğimden mutlaka şimdiye kadar yüz kere ölürdüm ben!
Geceleyin, bütün gece aşk sevdasıyla yanmaktayım.
Sevginin hücumuna karşı durmaya takatim yok!
Ömür nerede?
Tutayım da sevgilimi öveyim.
Yahut muradıma ulaşmak için feryatlara koyulayım.
Tutayım da ayağımı eteğime çekeyim.
Yahut erler gibi erleri bile yıkan koca şarap (Tanrı şarabını,helal şarap) kadehini çekeyim.
Baht nerede ki uyanmaya bir ayak diresin, uyanıp kalsın.
Yahut onun sevgisindeki
halimi görsün de bana yansın, ağlasın!
Akıl nerde ki bilgimi ele alayım yahut düzenler düzeyim, fikirlerde bulunayım da aklımı başıma toplayayım.
Akıl nerde ki bilgimi ele alayım yahut düzenler düzeyim, fikirlerde bulunayım da aklımı başıma toplayayım.
El nerede ki yolunun topraklarını başıma saçayım.
Yahut da topraklarla kanlara
bulanmış kalmışken kalkayım, başımı kaldırayım!Ayak nerde ki gene sevgilinin civarını arayayım.
Göz nerde ki gene sevgilinin yüzünü göreyim.
Sevgili nerde ki derdime acısı, merhamete gelsin.
Sevgili nerde ki derdime acısı, merhamete gelsin.
Dost nerde ki bir an olsun gelsin de elimi tutsun!
Gün nerde ki feryat ve figanlar edeyim.
Gün nerde ki feryat ve figanlar edeyim.
Akıl nerde ki akıllıca bir işe girişeyim?
Akıl da gitti, sabır da gitti, sevgili de.
Bu ne aşktır, bu ne derttir, bu ne iş?
Bütün dostlar, feryadını duyup gönlünü almak için başına toplandılar.
Bir dostu:
“ Ey uluların şeyhi, kalk.
Bu vesveselerden yıkan, arın, arın” dedi.
Şeyh ona:
“ Bu gece ciğer kanıyla yüzlerce defa yıkanıp arındım a bihaber (Habersiz)” diye cevap verdi.
Bir başkası:
“ Ey ihtiyar pir, bir hata
ettiysen geldi geçti.
Tövbe et” dedi.
Şeyh ona da:
“ Namustan, halden tövbe
ettim.
Şeyhlikten, olmayacak şeylerden tövbe ettim” diye cevap verdi.
Başka biri dedi ki:
“ Teşbihin nerde işin
teşbihsiz nasıl düzelir?”
Şeyh dedi ki:
“ Belime zünnar bağlayabilmek
için elimden tesbihi attım!”
Başka biri dedi ki:
“ Ey sırlara agâh (Bilgili, haberli) olan, kalk
aklını başına al da namaza dur!”
Şeyh dedi ki:
“ O sevgilinin mihrap olan
yüzü nerede ki?
Onun yüzünü görmedikçe namazım ne işe yarar?”
Bir başkası dedi ki:
“ Bu sözler niceye bir?
Kalk davran halvete gir de Tanrı’ya secde et!”
Şeyh dedi ki:
“ Eğer put gibi güzel olan
sevgilimin yüzü burada olsaydı tapısında secde etmem ne hoştu!”
Bir başka birisi dedi ki:
“ Hiç pişman olmayacak mısın?
Bir an olsun Müslümanlık derdine düşmeyecek misin?”
Şeyh dedi ki:
“ Bundan daha artık pişmanlık
mı olur.
Neden bundan önce aşık olmamıştım ki?”
Başka biri:
“ Şeytan, yolunu vurdu.
Ansızın gönlüne azgınlık okunu attı” dedi.
Şeyh:
“ Yolumuzu vurup kesen şeytan
ne de güzel vurup kesmekte.
Bizi ne de güzel azdırmakta.
Söyle, vursun, durmasın” dedi.
Başka biri:
“ Bu işi duyup anlayan, bu
pir nasıl azdı diye hayretlere düşer” dedi.
Şeyh:
“ Ben addan şandan (Tanınmaktan, bilinmekten) çoktan
geçtim.
Ar namus şişesini çoktan taşa çaldım” dedi.
Bir başkası:
“ Eski dostlar, sana
incindiler, yürekleri yarıldı” dedi.
Şeyh:
“ Gavur kızının gönlü razı
olsun da.
Şunun bunun incinmesine aldırış bile etmem” dedi.
Başkası:
“ Kabe olmazsa kilise hazır
ya.
Ben, Kabe’nin akıllısıyım, kilisenin sarhoşu” dedi.
Başka birisi:
“ Hemencecik yola düş.
Harem’de otur, özürler dile” dedi.
Şeyh: "Benden el çek.
Başımı o sevgilinin eşiğine koyup özürler dilemek isterim” dedi.
Başka birisi:
“ Yolda cehennem var, aklı
başında olan kendisini cehenneme atmaz” dedi.
Şeyh.
“ Cehennem yoldaşım olsa yedi
cehennem bile bir ahımdan yana yakılır” dedi.
Bir başkası dedi ki:
“ Cennet ümidiyle bu kötü
işten vazgeç, tövbe et!”
Şeyh dedi ki:
“ Yüzü cennete benzeyen
sevgili olduktan sonra bana cennet lazım olsa bile bu civar yeter!”
Başka biri dedi ki:
“ Tanrı’dan utan.
Ulu Tanrı’ya hayâ (Sıkıl) et!”
Şeyh dedi ki:
“ Beni bu ateşe Tanrı attı.
Kendi kendimi nasıl kurtarabilirim?”
Bir başkası da dedi ki:
“ Yürü, rahat otur.
Yeni baştan imana gel, mümin ol!”
Şeyh ona da:
“ Ben şaşırmış kalmışım.
Benden küfürden başka bir şey isteme.
Kâfir olandan iman arama” diye cevap verdi.
Şeyhe söz geçmeyince dervişler, iyileşmeyeceğini anlayıp meyus (Ümidi kesme) oldular.
Akıl da gitti, sabır da gitti, sevgili de.
Bu ne aşktır, bu ne derttir, bu ne iş?
Bütün dostlar, feryadını duyup gönlünü almak için başına toplandılar.
Bir dostu:
“ Ey uluların şeyhi, kalk.
Bu vesveselerden yıkan, arın, arın” dedi.
Şeyh ona:
“ Bu gece ciğer kanıyla yüzlerce defa yıkanıp arındım a bihaber (Habersiz)” diye cevap verdi.
Bir başkası:
Tövbe et” dedi.
Şeyh ona da:
Şeyhlikten, olmayacak şeylerden tövbe ettim” diye cevap verdi.
Başka biri dedi ki:
Şeyh dedi ki:
Başka biri dedi ki:
Şeyh dedi ki:
Onun yüzünü görmedikçe namazım ne işe yarar?”
Bir başkası dedi ki:
Kalk davran halvete gir de Tanrı’ya secde et!”
Şeyh dedi ki:
Bir başka birisi dedi ki:
Bir an olsun Müslümanlık derdine düşmeyecek misin?”
Şeyh dedi ki:
Neden bundan önce aşık olmamıştım ki?”
Başka biri:
Ansızın gönlüne azgınlık okunu attı” dedi.
Şeyh:
Bizi ne de güzel azdırmakta.
Söyle, vursun, durmasın” dedi.
Başka biri:
Şeyh:
Ar namus şişesini çoktan taşa çaldım” dedi.
Bir başkası:
Şeyh:
Şunun bunun incinmesine aldırış bile etmem” dedi.
Başkası:
Ben, Kabe’nin akıllısıyım, kilisenin sarhoşu” dedi.
Başka birisi:
Harem’de otur, özürler dile” dedi.
Şeyh:
Başımı o sevgilinin eşiğine koyup özürler dilemek isterim” dedi.
Başka birisi:
Şeyh.
Bir başkası dedi ki:
Şeyh dedi ki:
Başka biri dedi ki:
Ulu Tanrı’ya hayâ (Sıkıl) et!”
Şeyh dedi ki:
Kendi kendimi nasıl kurtarabilirim?”
Bir başkası da dedi ki:
Yeni baştan imana gel, mümin ol!”
Şeyh ona da:
Benden küfürden başka bir şey isteme.
Kâfir olandan iman arama” diye cevap verdi.
Şeyhe söz geçmeyince dervişler, iyileşmeyeceğini anlayıp meyus (Ümidi kesme) oldular.
Gönülleri kan kesildi, kan
deryası dalgalandı.
İşin sonu ne olacak, bakalım
perdenin ardında ne var dediler.Nihayet gün Türkü, altın kalkanını gösterip gece Hindusunun başını kılıçla kesince.
Ertesi gün olup bu gururla dolu olan dünya, güneş kaynağından
nurlanınca.
Halvetlere giren şeyh, sevgilinin civarına yöneldi.
O mahallenin köpekleriyle
arkadaş oldu.
Yolunun toprağında itikâfa (Bere yere kapanıp ibadetle vakit geçirmek) niyetlendi.
Onun ay yüzünü görünce ölüye
döndü.
Bir aya yakın bir zaman, gece gündüz oralarda kaldı, onun güneşe benzeyen yüzünü görmek için dayanıp bekledi.
Yolunun toprağında itikâfa (Bere yere kapanıp ibadetle vakit geçirmek) niyetlendi.
Bir aya yakın bir zaman, gece gündüz oralarda kaldı, onun güneşe benzeyen yüzünü görmek için dayanıp bekledi.
Sonunda sevgilisini
göremediğinden hastalandı.
Fakat eşiğinden başını
kaldırmadı.O güzelin mahallesinin toprağı, yatağı olmuştu.
Kapısının eşiği yastık
kesilmişti.
Orayı bırakmak elinde değildi ki.
Orayı bırakmak elinde değildi ki.
Kız, şeyhin kendisine aşık
olduğunu anladı.
Fakat anlamazlıktan geldi de dedi ki:
“ Ey şeyh!
Neden böyle kararsız bir hale düştün?
Zahitler (Din kurallarına sıkıca uyanlar) nasıl olur da şirk (Tanrının birden çok olduğuna inanaların) şarabından sarhoş olurlar, nasıl olur da Hıristiyanların mahallesinde otururlar?
Fakat anlamazlıktan geldi de dedi ki:
“ Ey şeyh!
Neden böyle kararsız bir hale düştün?
Zahitler (Din kurallarına sıkıca uyanlar) nasıl olur da şirk (Tanrının birden çok olduğuna inanaların) şarabından sarhoş olurlar, nasıl olur da Hıristiyanların mahallesinde otururlar?
Şeyh zülfümü ikrar edecek
olursa her an, bir divaneliğe düşer.”
Şeyh dedi ki:
“ Görüyorsun ya.
Nasıl zebun (zayıf, güçsüz, aciz) olmuşum, gönlümü çaldın gitti.
Nazdan kibirden vazgeç.
Aşıkım, ihtiyarım, garibim,
şu halime bir bak!
Ya tekrar bana gönlümü ver
yahut benimle hem dem (Sıkı fıkı arkadaş) ol.
Niyazımı (Yalvarışımı) gör de bu kadar nazlanma!
Güzelim, aşkın (Çok kuvvetli sevgim ve bağlılık duygum) serseri
değildir benim.
Ya başımı tenimden ayır, ya
da bana lütfet!
Hükmedersen canımı bile
veririm.
Dilersen yeni baştan canımla
oynar, gene sana feda ederim.
Ey dudağıyla zülfü, kârım (Kazancım),
ziyanım (Zararım) olan,
Ey yüzüyle civarı, maksadım, maksudum (İstenilen, niyet edilen, güdülen, amaçlanan) kesilen sevgili.
Gah (Bazen) zülfünün (Şakaklardan sarkan saç lülenin) parlaklığıyla
beni yakma.
Gah (Bazen) sarhoş gözlerinle beni
uyutma.
Senin yüzünden gönül ateşlere
düştü.
Göz bulut kesildi.
Senin yüzünden kimsesiz,
dostsuz, sabırsız ve kararsız kaldım!
Canım, sevgili, sensiz bütün
cihanı sattım.
Aşkınla bir bak, nasıl kesem
bomboş, nasıl kesemi büzüp kapatmışım!
Gözümden yağmur gibi yaşlar yağmada.
Sensiz gözümde ancak
gözyaşları var!
Elimle öyle bir gönül (Kalpte oluşan duygularının kaynağını) avladım, gözümle öyle bir gönül gördüm ki kimseler bulamadı, kimseler göremedi.
Gönülden çektiğimi kimseler çekmedi,
kimseler duymadı!
Gönlümde gönül kanından başka
bir şey kalmadı.
Gönlüm de bitti tükendi, ne
vakte kadar gönül kanını içip durayım?
Bu yoksulun gönlünü bundan
fazla paralama.
Onu bundan ziyade tekmeleme,
çiğneme!
Ömrüm beklemekle geçti.
Bir vuslat (Kavuşma) el verecekse
zamanla beklemek gerek!
Her gece cana pusu kurmada,
civarında canımla oynayıp durmadayım.
Yüzüm kapının tokmağında.
Böylece can vermedeyim.
Toprak pahasına canımdan
geçip gitmedeyim.
Kapında ne vakte kadar
ağlayıp inleyeyim?
Aç kapıyı, bir an olsun beni
kendine hemdem (Zamanlarını bir arada geçiren samimi arkadaş) et!
Sen bir güneşsin, senden
nasıl ayrılabilirim?
Ben bir gölgeyim, sensiz
nasıl durabilirim?
Gölgeye benziyorum ama
kıvranıp kıvrılarak güneş gibi pencerene vurmadayım.
Ben bir aklını yitirmiş
aşığım.
Başını aşağı çeker,
görünmezsen yedi kat göğü birbirine katarım, altüst ederim!
Şu toprak canımla yanıp durmadayım.
Canımdaki ateş âlemi
parlatmada!
“ Aşkına düşeli ayağım
balçığa saplandı.
İştiyakınla (Görme özlemi)
gönlümü ele aldım, böylece kala kaldım!
İsteğinle can vermedeyim, ey
dermanım sevgili, nihayet bir an olsun beni huzura, istirahata eriştir, bana
derman et!”
Kız:
“ A, yıl yaşamış koca kişi,
utan.
Sen gayri kendine kâfur ve
kefen tedarikine bak!
Nefesin soğuk, benimle hemdem (Zamanlarını bir arada geçiren samimi arkadaş) olma.
İhtiyarlamışsın, canınla
oynamaya kalkışma!
Benim, sana yüz vermemdense
senin kefen tedarikine düşmen daha yeğ!
Şimdi sen bir ekmeğe
muhtaçsın.
Aşık olamazsın sen, vazgeç bu
sevdadan!
Sen nasıl olup da padişahlığa
konacaksın?
Karnını doyurmaya bir dilim
ekmek bile bulamıyorsun!” dedi.
Şeyh dedi ki:
“ Sen, bana bu çeşit yüz binlerce
laf söylesen benim, aşkımdan başka bir işim gücüm yok.
Âşıklık, gence ihtiyara
bakmaz ki!
Aşk, hangi gönüle
değerse o gönlü paralar!”
Kız:
“ Eğer sen, bu işin eriysen
dört şeyden birini yapmalısın.
Ya puta secde edersin,
Ya Kur’an’ı yakarsın.
Ya şarap içersin
Yahut da
imandan geçersin” dedi.
Şeyh:
“ Şarap içmeyi kabul ettim,
öbür üçüyle işim yok benim
Güzelliğini seyrede ede şarap
içerim ama öbür üç işi yapamam” dedi.
Kız dedi ki:
“ Bu işe sağlam yapıştıysan
Müslümanlıktan el yummalısın.
Sevgilisiyle aynı renge
boyanmaya sevgisi, renkten, kokudan başka bir şey değildir!”
Şeyh:
“ Ne dersen yaparım.
Ne buyurursan yerine
getiririm.
Zülfünü kulağıma küpe yap!”
dedi.
Kız, peki dedi.
Hadi kalk, gel de şarap iç.
Şarap içince coşacaksın,
neşeleneceksin.
Şeyhi muğların (Mecusilerin, ateşe tapanların) yurduna götürdüler,
dervişler, feryat-ü figan ederek kala kaldılar!
Şeyh, bir de baktı ki yepyeni
bir meclis.
Güzelliği son haddinde bir ev
sahibi,
Aşk ateşi, suyunu kuruttu,
işini bitirdi.
Hıristiyan kızının zülfü,
ömrünü elinden aldı!
Ne bir zerre aklı kaldı, ne
bir zerre fikri!
Orada öylece susa kaldı,
dalıp gitti!
Sevgilisinin elinden şarap
kadehini aldı, içti.
İşinden gücünden vazgeçti!
Şarapla sevgilisinin aşkı
birleşince o ay yüzlüye sevgisi birken yüz bin oldu.
Şeyh, eskiden şarap içermiş
gibi oradaki rintleri seyredip sevgilinin lâl dudaklarını, hokka gibi ağzını
gülümser görünce,
Canına bir iştiyak (Özlem) ateşi düştü
Kanlı gözyaşları,
kirpiklerinden damlamaya başladı.
Bir kadeh daha şarap istedi,
aldı içti.
Sevgilisinin zülfünün bir
halkasını kulağına küpe yaptı.
Şeyhin yüzlerce kitabı vardı,
hepsini din için yazmıştı, hepsi hatırındaydı.
Kur’an’ı da ezbere bilir
mahir bir hafızdı.
Fakat şarap kadehten vücuda
döküldü mü hepsinin manası gitti, kuru sözleri kaldı!
Aklında ne varsa hepsini
unuttu.
Şarabı içince aklını yele
verdi gitti!
Şarap, gönlünde eskiden kalma
ne varsa hepsini yudu (Yıkadı) eritti!
Yalnız o sevgilinin güç
tahammül edilir aşkı kaldı, başka ne varsa gitti, tertemiz oldu!
Şeyh, sarhoş olunca aşkı alt
üst oldu, ruhu deniz gibi dalgalanmaya başladı.
O güzeli de elinde şarap
kadehi, sarhoş bir halde görünce büsbütün elden avuçtan çıktı.
Şarap içmeyi bir yana
bıraktı, kızın boynuna sarılmak istedi.
Kız dedi ki:
“ Sen bu işin eri değilsin.
Aşığım diye davaya
kalkışıyorsun ama laftan ibaret bu!
Aşk yolunda ayağın pekse (Sağlam).
O büklüm-büklüm saçların
yoluna düştüysen,
Zülfüm gibi kâfirliğe ayak
bas.
Çünkü aşk, serserice bir iş
değildir.
Takva ile aşk uyuşamaz.
Aşkın sonu kâfirliktir, bunu
unutma!
Kâfirliğime uyar, benim gibi
kâfir olursan kolunu boynuna dolar, beni kucaklarsın.
Yok.
Kâfirliğe uymaz, imanından
vazgeçmezsen kalk, yürü, işte sopan buracıkta, aban da!
Şeyh, âşık olmuştu, pek
düşkün bir hale gelmişti.
Gafletle gönlünü kaza ve
kadere teslim etmişti.
Sarhoş değilken bile bir an
olsun varlığına yapışmamıştı.
Şimdiyse hem âşıktı, hem
sarhoş, tamamıyla kendisinden geçmişti artık.
Kendisine gelemedi, rezil
rüsvay olup gitti.
Kimseden perva (Sakınma) etmedi, Hıristiyanlığı kabul etti.
Şarap epeyce yıllanmış, onu
iyice kendisinden geçirmiş, pergele döndürmüştü.
Âşık ihtiyardı, şarap
yıllanmış, aşksa terütaze, sevgilisi de oracıktaydı.
Artık nasıl sabredebilirdi
ki?
O ihtiyar, tamamıyla harap
oldu, tamamıyla sarhoş oldu.
Bir insan, hem sarhoş, hem de
âşık olursa nasıl olur?
Tamamıyla elden çıkar!
Dedi ki:
“ Ey ay yüzlü, kudretim
kalmadı, aşığım.
Benden daha ne istiyorsun,
söyle!
Aklım başımdayken puta
tapmadım ama şimdi sarhoşum.
Sarhoşken putun önünde
Mushaf’ı bile yakarım”
Kız.
“ İşte şimdi bana layık bir
er oldun.
Allah rahatlık versin, tam
benim harcım bir adam kesildin!
Bundan önce aşkta hamdın,
ham.
Artık iyice otur, istirahat
et, çünkü nihayet piştin” dedi.
Hıristiyanlar, öyle bir
şeyhin onların yolunu tuttuğunu duyunca, şeyhi sarhoş, sarhoş kiliseye
götürdüler, zünnar kuşanmasını söylediler.
Şeyh zünnarı kuşanınca
hırkayı ateşlere atıp yaktı.
Hıristiyan oldu.
Dininden döndü, ne şeyhliği
hatırladı, ne Kâbe aklına geldi.
Bir genç kızın aşkıyla bunca
yıllık sağlam imandan vazgeçti gitti.
Dedi ki:
“ İşte olanlar oldu, azdım.
Yolumdan çıktım.
Bir Hıristiyan kızının aşkı,
bana yapacaklarını yaptı.
Bundan sonra daha ne dersen
de, emrine uyarım.
Bundan beter daha ne varsa
söyle, onu da yapayım.
Aklımın başımda olduğu gün
puta filan tapmadım ama seni görüp sarhoş olunca taptım işte!”
Nice kişiler vardır ki şarap
yüzünden dinlerini terk ederler.
Şüphe yok ki kötülüklerin
aslı olan şarap, bu işi yapar!
Şeyh kıza:
“ Sevgili, daha ne kaldı?
Dediklerinin hepsini kabul
ettim, yaptım.
Sevginle şarap iştim, puta
taptım.
Benim aşktan gördüklerimi
kimseler görmemiştir!
Kim, benim gibi aşktan
çıldırır?
Aşk, öyle bir şeyhi nasıl
olur da böyle rüsvay eder?
Elli yıla yakın bir zamandır
ki gönlümde sır denizi dalgalanıp duruyordu.
Derken aşkın bir zerresi,
gizlendiği yerden sıçrayıp çıktı.
Bizi, ta takdir levhine (Tanrı’nın önceden yazdığı kader) kadar sürükledi!
Aşk, bu çeşit nice hırkayı
zünnar haline sokmuştur da, sokar da!
Aşk ebcedini (Harflerin sayısal değerini) okuyan, Kur’an cüzlerini
okumuş, pişmiş demektir.
Aşka düşüp sevgiyle başı
dönmüş olan, gayb sırlarını bilmiş, anlamıştır.
Her neyse, bunların hepsi
geldi geçti.
Şimdi söyle bakalım, sen bizi
ne vakit vuslatına nail edeceksin?
(Ne zaman bir odada baş başa
bir olacağız)
Asıl olan senin vuslatındır,
o yapı, adamakıllı kurulmuş, esaslı bir yapıdır.
Her ne yaptımsa vuslat
umudundan yaptım.
Vuslat istiyorum, seninle
aşina (Bildik, tanıdık) olmayı diliyorum.
Bu ayrılıkla niceye bir
yanayım?” dedi.
Kız gene dedi ki:
“ Ey tutsak ihtiyar, benim
mehrim (Evlenmede kızlığına karşı verilen ücret)
çok ağır.
Sense pek yoksulsun!
Ey bir şeyden haberi olmayan,
buna altın lazım, gümüş lazım.
Gümüş olmadıkça nasıl olur da
işin altın gibi parlar?
Paran yoksa başını al git.
Ey koca kişi, benden bir
nafaka al, düş yola!
Tez yürüyen güneş gibi tek
ol.
Ercesine sabret, er ol!
Şeyh dedi ki:
“ Ey selvi boylu, güneş
bedenli, ne de ahdinde duruyorsun ya!
A güzel sevgili, senden başka
kimim, kimsem yok.
Bu çeşit sözleri bırak artık.
Her an yeni bir tarzda beni
aldatıyorsun.
Her an bir başka çeşit
başından savıyorsun (Uzaklaştırmak istiyorsun)!
Her ne yaptımsa, sensiz adeta
kendi kanımı içtim.
Ne işte bulunduysam senin
için bulundum.
Aşkının yolunda neyim varsa
terk ettim.
Ne küfrüm kaldı, ne imanım,
ne karım kaldı, ne ziyanım!
Beni inciye bir bekletip
kararımı elden alacaksın?
Böyle kararlaştırmadık mı,
beni vuslatına erdirmeyecek misin?
Bütün dostlar beni terk etti.
Hepsi de canıma düşman
kesildi!
Sen böyle harekette
bulunuyorsun, onlar da öyle.
Peki, ben ne yapayım?
Ne gönlüm kaldı, ne canım,
ben ne işleyeyim?
Ey İsa yaradılışlı, yalnız
cennete girmektense seninle cehenneme girmek hoş!”
Nihayet şeyh, tam ona layık
bir adam olunca o ay yüzlü de onun derdine acıdı, yüreği yandı.
Dedi ki:
“ Ey henüz istediğim gibi
pişmeyen âşık, artık mehir işini de bitirelim
Tam bir yıl durup dinlenmeden
domuzlarımı gütmen gerek!
Yıl bitti mi sana varırım.,
neşeli günlerimizi de, dertli zamanlarımızı da beraber geçiririz, bir arada
yaşar gideriz!”
Şeyh, sevgilinin hükmüne
itiraz etmedi.
Çünkü sevgilinin hükmünden
baş çeken, sevgilinin hiçbir sırrına eremez.
Kâbe piri, uluların şeyhi,
gidip tam bir yıl domuz çobanlığı etti.
*
Herkesin içinde
yüzlerce domuz vardır ha.
Ya domuzu yakıp yandırmalı,
ya zünnarı kuşanıp kuru davadan vazgeçmeli!
Ey adam olmayan, sen bu
tehlikeye yalnız o ihtiyar şeyh mi düştü sanırsın!
İçindeki domuzdan haberin
yoksa mahzursun ama yol eri değilsin!
Bu tehlike, herkesin içinde,
İnsan, yola girdi mi başını
çıkarır, görünür!
İş eri gibi yola ayak bastın,
yola düştün mü yüz binlerce put görür, yüz binlerce domuz görürsün!
Aşk ovasında domuzu öldür,
putu yak, bunları yapmazsan şeyh gibi aşka düş, rüsvay ol!
*
Şeyh Hıristiyanlığı kabul
edince Rum ülkesinde (Anadolu) bir gürültüdür koptu!
Onunla düşüp kalkanlar,
şaşırıp kaldılar.
Onun bu hali yüzünden adeta
canlarından oldular.
Tutkunluğunu görünce
dostluğundan vazgeçtiler.
Onu ter etmeye karar
verdiler.
Hepsi de onun kötü bahtından
kaçtı.
Onun derdiyle başına
topraklar saçtı.
İçlerinde anlayışlı dostları
vardı, kalkıp huzuruna gelerek dedi ki:
“ Ey kötü işlere düşen!
Biz bugün Kâbe’ye dönüyoruz.
Hükmün ne?
Gönlündekini söyle bana!
Ne diyorsun?
Hepimiz senin gibi gâvur mu
olalım, kendimizi rezillik mihrabı mı edelim?
Seni böyle görmeye tahammül
edemiyoruz.
Onun için seni bırakıp
buradan kaçıyoruz.
Bari Kâbe’de itikâfa girip
oturalım da şu gördüklerimizi görmeyelim!”
Şeyh dedi ki:
“ Benim canım ateşler içinde.
Nereye gidecekseniz hemen
gidin, hiç durmayın!
Ben hayatta oldukça, bana
kilise yeter.
Hıristiyan kızı, canıma
canlar katmada, o, bana kâfi!
Siz hürsünüz, bu işi
bilmezsiniz.
Burada böyle bir işe
düşmediniz ki?
Sizin de başınıza bir an
olsun, böyle bir şey gelseydi her dertte bana hemdert (Sıkıntıda arkadaş) olurdunuz.
Aziz yoldaşlarım, siz geri
dönüyorsunuz.
Ben başıma daha neler
gelecek, bilmiyorum ki!
Beni sorarlarsa doğrusunu
söyleyin.
O elden ayaktan düşmüş olan, o
başı dönüp duran nerede derlerse gizlemeyin!
Deyin ki:
Gözleri kanlarla dolu, ağzı
zehirler içinde.
Kahır ejderhasının ağzına
düştü, orada kaldı.
Uzaktan ona bir Hıristiyan kızını gösterdiler, akıldan da vazgeçti, dinden de, şeyhlikten de!
O kızın halka gibi zülfü,
boynuna geçti.
Bütün halkın diline düştü!
Eğer biri beni kınarsa deyin
ki:
Bu yolda niceler bu çeşit
tehlikelere uğrar, niceler kayıp düşer!
Bu öyle bir yoldur ki bu yola girebilecek ne bir ayak vardır, ne bir baş!
Kimse bu yolda hileden, tehlikeden emin olmasın!”
Şeyh bu sözleri söyleyip dostlarından yüz çevirdi.
Domuz çobanı domuzlarının yanına koştu!
Bu öyle bir yoldur ki bu yola girebilecek ne bir ayak vardır, ne bir baş!
Kimse bu yolda hileden, tehlikeden emin olmasın!”
Şeyh bu sözleri söyleyip dostlarından yüz çevirdi.
Domuz çobanı domuzlarının yanına koştu!
Dostlar derdiyle bir hayli
ağladılar.
Dönüp, dönüp arkasından
baktılar.
Nihayet Kâbe’ye yöneldiler.
Yürekleri yanıyor, tenleri eriyordu.
Şeyleri, Rum ülkesinde yapayalnız kalmıştı.
Dininden dönmüş, imanını yele (Rüzgâra) vermiş, Hıristiyan olmuştu.
* O azizler hareme varınca ağızlarını yumdular, kimseye bir şeycik söylemediler.
Şeyhlerinin halini söylemeye utandılar.
Nihayet Kâbe’ye yöneldiler.
Yürekleri yanıyor, tenleri eriyordu.
Şeyleri, Rum ülkesinde yapayalnız kalmıştı.
Dininden dönmüş, imanını yele (Rüzgâra) vermiş, Hıristiyan olmuştu.
* O azizler hareme varınca ağızlarını yumdular, kimseye bir şeycik söylemediler.
Şeyhlerinin halini söylemeye utandılar.
Her biri bir bucakta
gizlendi!
Şeyhin Mekke’de dirayetli bir
dostu vardı.
Şeyhe teslim olmuş, her
şeyden el yummuştu!
Pek gözü açıktı, iyi bir
kılavuzdu.
Şeyhi ondan iyi anlayan,
bilen yoktu.
Şeyh, Mekke’den giderken o,
orada değildi.
Gittiği yerden dönüp gelince
halvet bucağında şeyhini bulamadı.
Dervişlere ne haldedir, ne
oldu diye sordu.
Şeyhin başına gelenleri
tamamıyla anlattılar.
Kaza ve kaderin başına
getirdiği halleri söylediler.
Dediler ki:
Bir Hıristiyan kızı, onu
saçının bir teliyle bağladı.
İman yolunu her taraftan kesti!
Şimdi zülfüyle, beniyle aşk oyunu oynamada,
Hırka yandı, iyileşmesine imkân kalmadı.
İman yolunu her taraftan kesti!
Şimdi zülfüyle, beniyle aşk oyunu oynamada,
Hırka yandı, iyileşmesine imkân kalmadı.
İbadetten tamamıyla el yudu.
Şimdi şu anda domuz çobanlığı
yapmada!
Şeyhimiz din yolunda nice
ibadetler etti ama şimdi onu tanıyamazsın, eski bir gâvurdan ayırt edemezsin!
Derviş, bu olayı duyunca hayretlere düşüp yüzü sarardı, yaslara büründü!
Dervişlere dedi ki:
“ Ey eteği bulaşık kişiler (Karışık duygu ve davranışta olanlar)!
Vefakârlıkta ne ersiniz (Erkek) siz, ne avret (Kadın)!
İnsana kara gün
dostu gerek.
Dost, böyle günde
işe yarar.
Siz şeyhinize dostsanız neden ona yardım etmeyi her şeyden üstün tutmadınız?
Siz şeyhinize dostsanız neden ona yardım etmeyi her şeyden üstün tutmadınız?
Mademki şeyh, eline zünnar
aldı.
Hepinizin zünnar kuşanması
gerekti.
Dileyerek ondan
ayrılmamalıydınız.
Hepinizin de onunla beraber
Hıristiyan olması lazımdı.
Utanın, bu mu dostluğunuz sizin?
Bu mu hak hukuk göstermeniz, bu mu vefanız (Sevgiyi devam ettirmek)?
Utanın, bu mu dostluğunuz sizin?
Bu mu hak hukuk göstermeniz, bu mu vefanız (Sevgiyi devam ettirmek)?
Yaptığınız iş, münafıklıktan
(İki yüzlülükten) başka bir şey değil.
Dostuna dost olan, ondan ayrılmayan kişinin, dostu gâvur olsa beraberce gâvur olması lazım!
Dost, kötü günde belli olur.
İyi gündeyse yüz binlercesi bulunur.
Dostuna dost olan, ondan ayrılmayan kişinin, dostu gâvur olsa beraberce gâvur olması lazım!
Dost, kötü günde belli olur.
İyi gündeyse yüz binlercesi bulunur.
Şeyh, ejderhanın ağzına
düşünce demek ki hepiniz ad şan kaygısına düştünüz, onu bırakıp kaçtınız ha!
Aşk, zaten kötü ad ve şan
üstüne kurulmuş bir yapıdır.
Kim bu yoldan baş çekerse bu
çekilişi, hamlıktandır (Olgunluğa ulaşamadığından)”
Bu sözler üzerine hepsi de:
“ Söylediklerini daha önce ona kaç kere söyledik, hatta daha fazla da söyleyip onunla kalmaya azmettik.
Bu sözler üzerine hepsi de:
“ Söylediklerini daha önce ona kaç kere söyledik, hatta daha fazla da söyleyip onunla kalmaya azmettik.
Neşede, gamda onunla beraber
bulunalım dedik.
Zahitliği (Dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp buyurduklarını yerine getiren olmayı) satalım, rezilliği
alalım, dinden vazgeçelim, gâvur olalım diye kurduk.
Fakat o iş bilen, düzen şeyh hepimizin birer, birer yanından uzaklaşmasını geri dönmesini istedi.
Bizim dostluğumuzdan bir fayda görmediğinden bizi, hemencecik geri döndürdü.
Fakat o iş bilen, düzen şeyh hepimizin birer, birer yanından uzaklaşmasını geri dönmesini istedi.
Bizim dostluğumuzdan bir fayda görmediğinden bizi, hemencecik geri döndürdü.
Biz de hükmüne uyduk, döndük,
işte sana da ahvalini (Durumunu) anlattık,
gizlemedik” dediler.
Bunun üzerine o derviş, öbür dervişlere:
” Pek ala, fakat eğer işiniz düzeninde olsaydı, Tanrı tapısından başka varacak yeriniz olmaz, bütün varlığınızla o tapıya varır;
Tanrı’ya yalvarıp yakarmada her biriniz, öbürünü geçerdi.
Tanrı da sizi böyle karasız bir halde görünce lütfeder, hemencecik şeyhi hidayete (Doğru yola kılavuzlama) sevk eylerdi.
Hadi şeyhinizden çekindiniz,
neden Tanrı’ya niyazda (Yalvarmak)
bulunmadınız?” dedi.
Bu sözü duyunca hepsi de cevap vermede aciz kaldı.
Hiç biri utancından başını kaldırmadı!
O derviş:
“ Bu utanmadan ne fayda?
Mademki iş bu hale gelmiş, hemen kalkalım.
Tanrı tapısına yüz tutalım,
yalvarıp yakararak başımıza topraklar saçalım.
Hepimiz, kâğıt gömlekler
giyelim (Akılla düşünüleni uygulamaya geçirelim),
nihayet hep birden şeyhimizi elde edelim.” Dedi.
Hepsi de Arap diyarından Rum ülkesine gittiler.
Gece gündüz itikâfa (Yalnızlığa çekilerek ibadet etme) girdiler, gizlendiler.
Hak kapısında her biri, yüz binlerce feryada koyuldu.
Gâh ağlıyorlardı, gâh şefaat (Aracı) diliyorlardı.
Böylece tam kırk gün, kırk gece hiç birisi, durduğu yerden baş kaldırmadı!
Ne dinlendi, ne ekmek yedi, ne su içti!
O temiz kişilerin yalvarmasından göklerde bir gürültüdür koptu.
Yücelerdeki yeşiller giyinmiş melekler de libaslarını (Elbiselerini) soydular, yasa daldılar, hepsi mor matem elbiseleri giyindiler!
Hepsi de Arap diyarından Rum ülkesine gittiler.
Gece gündüz itikâfa (Yalnızlığa çekilerek ibadet etme) girdiler, gizlendiler.
Hak kapısında her biri, yüz binlerce feryada koyuldu.
Gâh ağlıyorlardı, gâh şefaat (Aracı) diliyorlardı.
Böylece tam kırk gün, kırk gece hiç birisi, durduğu yerden baş kaldırmadı!
Ne dinlendi, ne ekmek yedi, ne su içti!
O temiz kişilerin yalvarmasından göklerde bir gürültüdür koptu.
Yücelerdeki yeşiller giyinmiş melekler de libaslarını (Elbiselerini) soydular, yasa daldılar, hepsi mor matem elbiseleri giyindiler!
Nihayet, bunların safına reis
olan dervişin dua oku, hedefe vardı.
Kırk birinci gece o temiz
derviş halvet bucağında kendinden geçti.
Seher çağı miskler saçan bir yel esti.
Gözüne bir alemdir göründü.
Seher çağı miskler saçan bir yel esti.
Gözüne bir alemdir göründü.
Ay gibi Mustafa’yı
(Peygamberi) gördü.
Siyah saçlarını ikiye
ayırmış, omuzlarına salmıştı.
Güneşe benzer yüzü, Tanrı gölgesiydi, yüzlerce can âlemi, saçının bir teline vakfolmuştu.
Salına, salına yürümekte, gülümseyip durmaktaydı.
Onu gören, derhal kendisini kaybederdi.
O derviş Mustafa’yı görünce yerinden kalktı:”Ey Tanrı peygamberi,
Elimi tut!
Güneşe benzer yüzü, Tanrı gölgesiydi, yüzlerce can âlemi, saçının bir teline vakfolmuştu.
Salına, salına yürümekte, gülümseyip durmaktaydı.
Onu gören, derhal kendisini kaybederdi.
O derviş Mustafa’yı görünce yerinden kalktı:”Ey Tanrı peygamberi,
Elimi tut!
Tanrı için halka yol
gösterirsin; şeyhimiz yol yitirdi, ona yol göster” dedi.
Mustafa dedi ki:
“ Ey himmeti (Çalışması, gayreti) yüce derviş, yürü var.
Şeyhini bağdan kurtardım.
Yüce himmeti tesir etti.
Şeyhini affettirdi.
Yüce himmeti tesir etti.
Şeyhini affettirdi.
Ta eskiden şeyle Tanrı
arasında pek kara bir toz, yoldan kalktı.
Tövbe çağı geldi, suç çekilip
gitti.
O tozu, şeyhin yolundan
giderdik, onu karanlıklarda bırakmadık.
Şefaat için bir katrecik (Damlacık) çiğ
tanesi saçtım, onun bütün ömrüne yayıldı!
O toz, şimdi yoldan kalktı, tövbe kabul edildi, günah ortadan kalkıp gitti.
İyice bil ki günahtan yüzlerce âlem olsa bir tövbenin hararetiyle erir, yok olur, yoldan kalkar!
Lütuf ve ihsan denizi dalgalanınca erin de günahını mahveder, kadının da!”
Bu rüyanın sevinciyle dervişin aklı başından gitti.
O toz, şimdi yoldan kalktı, tövbe kabul edildi, günah ortadan kalkıp gitti.
İyice bil ki günahtan yüzlerce âlem olsa bir tövbenin hararetiyle erir, yok olur, yoldan kalkar!
Lütuf ve ihsan denizi dalgalanınca erin de günahını mahveder, kadının da!”
Bu rüyanın sevinciyle dervişin aklı başından gitti.
Öyle bir nara attı ki gökler
güm, güm inledi!
*Bağırıp çağırarak halvet
bucağından çıktı:
Gözlerinden akan gözyaşları
kanlarla bulanmaktaydı.
Bütün dervişlere rüyasını
anlattı.
Müjdeler verdi, yola
düzüldüler.
Dervişlerle ağlaya, ağlaya
koşmaktaydı.
Domuz çobanı olan şeyhin
bulunduğu yere kadar vardılar.
Bir de gördüler ki şeyh
ateşlere dönmüş, kararsız bir halde fakat bu kararsızlıkla hoş bir âlemde!
Şeyh de dervişlerin tekrar
geldiklerini, Tanrı’ya yalvarmaya koyulduklarını gördü.
Şeyh çan sözünü ağzından
atmış, zünnarı belinden çözmüştü.
Başındaki Hıristiyan külahını
fırlatmış, gönlünü de Hıristiyanlıktan yıkayıp arıtmıştı.
Şeyh uzaktan dervişleri görünce kendisini, onların yanında nursuz ve pirsiz görüp, utancından üstündeki elbiseyi yırt, aciz eliyle başına topraklar saçtı.
Şeyh uzaktan dervişleri görünce kendisini, onların yanında nursuz ve pirsiz görüp, utancından üstündeki elbiseyi yırt, aciz eliyle başına topraklar saçtı.
Gâh bulut gibi kan
ağlamaktaydı, gâh eliyle tatlı canını onların yoluna atmaktaydı.
Ahından feleklerin perdesi
yanıyor, tahassüründen (İstenilen ve ele geçirilemeyen
şeye üzülme) vücudundaki kan, ateş kesiliyordu.
Gönlündeki hikmet (Kontrol), esrar (Gizlenen ve
bilinmeyen şeyler, aklın anlayamadığı işler), Kur’an ve hadis
bilgilerini tamamen yıkamışlardı.
Şimdi bütün bunlar, tekrar
bir uğurdan aklına gelmişti.
Cahillikten, çaresizlikten
tekrar kurtulmuştu.
Kendi haline bakınca secdelere kapanıyor, ağlayıp duruyordu.
Gül gibi gönül kanlarına bulanmıştı, utancından terlere gark olmuştu!
Kendi haline bakınca secdelere kapanıyor, ağlayıp duruyordu.
Gül gibi gönül kanlarına bulanmıştı, utancından terlere gark olmuştu!
Dervişler, onu bu halde
görünce hem dertlere düştüler, hem de neşelenip sevindiler.
Hepsi de koştular, şükrane
olarak canlarını vererek yanına gittiler.
Şeyhe:
“ Ey sır perdesini açan, gene güneşinin üstünden bulut çekildi.
Küfür, yoldan savrulup gitti,
iman gelip yerleşti, kilisede puta tapan Tanrı’ya tapar oldu.
Ansızın kabul denizi dalgalandı, Peygamber, sana şefaat etti.
Şimdi şükredecek zaman şükret Tanrı’ya matemin sırası, yeri değil!
Tanrı’ya şükürler olsun ki
kapkaranlık denizde güneş gibi bir yol açtı.
Apaydın şeyi kapkara yapmaya
gücü yeten Tanrı, bunca günaha karşılık tövbe nasip etti.
Tanrı tövbeden bir ateştir
parlattı mı o ateş, neyi bulursa yakar yandırır, mahveder” dediler.
Hikâyeyi kısa keselim, artık
oradan yola düzülmek zamanıydı.
Şeyh gusletti (Dini kurallara
göre yıkanıp temizlendi), tekrar hırkasını giydi, dervişlerle beraber Hicaz’a
doğru yola düştü.
Bundan sonra o Hıristiyan kızı, rüyasında güneşin kucağına düştüğünü gördü.
Güneş, dile geliyor da:
“ Hemen şeyhin peşi sıra koş.
“ Hemen şeyhin peşi sıra koş.
Onun dinine gir, onun yoluna
toprak ol.
Ey onu kirleten, yürü, onun
yüzünden temizlen arın!
O geçici aşkla senin yolunu
tutmamıştı, şimdi sen de gerçek olarak onun yolunu tut.
Hayli zamandır onun yolunu kesmişsin, şimdi ona yoldaş ol, niceye bir bu habersizlik, artık gerçeği anla.
Hayli zamandır onun yolunu kesmişsin, şimdi ona yoldaş ol, niceye bir bu habersizlik, artık gerçeği anla.
Onu yoldan çıkardın, şimdi de
sen onun yoluna gir.
O, artık yola geldi, sen de
ona yoldaş ol” diyordu.
Gönlünde şaşılacak bir dert
peydahlanmıştı.
O dert, onu aramaya düşürmüş,
kararsız bir hale getirmişti.
Sarhoş canına bir ateştir
düşmüştü, şimdi de gönlüne el attı, gönlü elinden çıktı!
Kararsız canı, gönlüne ne
tohum ekmişti, bu tohum nasıl bir meyve verecekti?
Bilmiyordu ki!
Bir işe düşmüştü ki hemdemi
yoktu.
Kendisini şaşılacak bir
âlemde gördü.
Öyle bir âlem ki orada hiçbir
yol görünmemekte.
Dil tutulup kalmış, söze
mecal (Güç, kuvvet) yok!
Bütün o naz ve naim (Refah ve
bolluk içinde olmak), ne şaşılacak şey ki, göz yaşları yağmur gibi yağmaktaydı!
Bir bağırdı, elbisesini
yırtarak dışarıya koştu.
Başına topraklar saçtı,
kanlar içinde koşmaya başladı.
Dertli bir gönülle, kuvvetsiz
bir bedenle şeyhin ve dervişlerin peşine düştü.
Bulut gibi kanlara gark
olmuş, koşup duruyor.
Nasıl koştuğunu, nasıl yol
aldığını da bilmiyordu!
Ovada, çölde hangi yola
gitmek gerek?
Onu da bilmiyordu.
Yalnız o aciz, perişan bir
halde ağlayıp inliyor, yüzünü sevine-sevine topraklara sürüyor, feryat ederek:
“ Ey herkesin imdadına
yetişen Tanrı, ben, işten güçten kalmış aciz bir kadınım.
Senin gibi birisinin yolunda
yürüyen bir erin yolunu vurdum.
Fakat bilmiyordum, sen benim
yolumu vurma.
Kahır denizini köpürtme,
yatıştır.
Bilmiyordum, yanıldım, suçumu
ört!
Yaptıklarıma kalma.
Bu yoksulun suçuna bakma.
Yaptıklarıma kalma.
Bu yoksulun suçuna bakma.
Dine girdim, imana geldim,
beni dinsiz bırakma!
* Ölüyorum, yardımcım bir
kimsecik bile yok.
Şeyhe içinden o kız,
Hıristiyanlıktan vazgeçti.
Bizim tapımıza aşina (Bildik, tanıdık) oldu,
şimdi işi, bizim yolumuza düştü.
Geri dön, gene o putu bul, o
put gibi güzel sevgilinle hemdem ol, derdine derman et diye ilham geldi.
Şeyh, derhal yel gibi yoldan döndü.
Gene dervişler arasında bir gürültü koptu.
Hepsi birden:
“ Başınla oynayış, tövbe ediş, bu yanıp yakılma neydi ki?
Tekrar aşk oyununa mı girişeceksin.
Tövbe ettikten sonra gene bi-namazlıkta (Namaz kılmayan) mı bulunacaksın? Dediler.
Bu sözü duyan, adeta canını
terk etti.
Şeyh ve dervişler geri döndüler.
O güzelin bulunduğu yere kadar geldiler.
Şeyh ve dervişler geri döndüler.
O güzelin bulunduğu yere kadar geldiler.
Gördüler ki kızın yüzü altın
gibi sararmış, saçları yolun tozlarına bulanmış, görünmez olmuş.
Baş açık, yalın ayak,
Elbisesi yırtılmış, ölü gibi yeryüzüne serpilmiş.
O ay yüzlü, o yüreği yaralı güzel, şeyhinin yüzünü görünce kendinden geçti.
Şeyh de o ay yüzlüyü aç, susuz bir halde görünce su gibi ağlamaya başladı.
Gözü, ahdına vefa ediyordu,
kendisini şeyhin eline ayağına attı.
Dedi ki:
“ Senden utanıyorum, bu
utangaçlık canımı yakmada, bundan böyle artık perde altında yanamam.
Bana Müslümanlığı telkin et
de yola gireyim”
Şeyh, ona Müslümanlığı telkin
etti.
Dervişlerde bir gürültüdür
koptu.
O güzel yüzlü, gözyaşları
saçarak, dalgalanıp coşarak şehadet getirdi.
Nihayet o güzel, doğru yolu
buldu.
Gönlü hakikatten haberdar olmuştu, gönlündeki iman zevkine ulaştı.
Gönlü, o iman zevkiyle kararsız bir hale geldi, gam geldi, onun dertlerini teselliye koyuldu.
Kız dedi ki:
“ Şeyhim, takatim tak oldu, ayrılığa tahammülüm yok.
Baş ağrısıyla dertle, kederle dolu olan bu topraktan gidiyorum, elveda ey âlemin şeyhi evlada!
Gönlü hakikatten haberdar olmuştu, gönlündeki iman zevkine ulaştı.
Gönlü, o iman zevkiyle kararsız bir hale geldi, gam geldi, onun dertlerini teselliye koyuldu.
Kız dedi ki:
“ Şeyhim, takatim tak oldu, ayrılığa tahammülüm yok.
Baş ağrısıyla dertle, kederle dolu olan bu topraktan gidiyorum, elveda ey âlemin şeyhi evlada!
Sözü kısa keseceğim.
Acizim, affet, bana darılma”
O ay yüzlü, bu sözleri söyleyip candan el çekti.
Zaten yarı canı kalmıştı, onu da canana (Sevgilisine) teslim etti.
O ay yüzlü, bu sözleri söyleyip candan el çekti.
Zaten yarı canı kalmıştı, onu da canana (Sevgilisine) teslim etti.
Güneşi, bulut altına girdi,
gizlendi.
Yazıklar olsun, tatlı canı,
ondan ayrılıverdi!
O, mecaz denizinden bir
katreydi (Damla), gene geldiği hakikat denizine
gitti!
Hepimiz yele benzeriz, şu
dünyadan geçip gidiyoruz.
O gitti, biz de hep
gitmedeyiz!
Aşk yolunda bunun gibi neler
olur, neler.
Bunu, aşkı bilen bilir!
Ne söylerse olağandır.
Bu yolda olur, rahmet,
ümitsizlik, hile, eminlik, hepsi mümkündür.
Nefis, bu sırları işitemez.
Nasibi olmayan meydandaki
topu çelemez.
(Bu
oyunu oynayamaz)
Bunu, can, gönül kulağıyla işitmek gerek.
Balçıktan meydana gelen ten kulağıyla değil!
Gönlün (Kalpte oluşan duyguların kaynağı), nefisle (Hayalle birleşerek emreden) her an savaşıp durması pek çetinleşti.
Matem, şiddetlendi.
Bunu, can, gönül kulağıyla işitmek gerek.
Balçıktan meydana gelen ten kulağıyla değil!
Gönlün (Kalpte oluşan duyguların kaynağı), nefisle (Hayalle birleşerek emreden) her an savaşıp durması pek çetinleşti.
Matem, şiddetlendi.
Gene bir ağıt yak, gene bir
feryat et!
***
MANTIK AL- TAYR 1
Feridüddin-i ATTAR İslam klasikleri. M.E. B. 2172 Çeviren Abdulbaki GÖLPINARLI
( Bu kitabı temin edip evinde bulundurmanı önemle öneririm)
***
***
İşte böyle yaren,
Bir insanın kendisini bulması
ve bilmesi için yedi vadiden geçmesi gerekmektedir.
Aşk vadisinden geçmeyen bu
şeyhin böylece aşk vadisine sokulduğunu böylece tam olgunluğa Tanrı tarafından
sokulduğunu öğrendik.
RAVLİ YEDİ VADİ yaz ve
Googleden bu vadilerin her birine önem vererek okumalısın.
*