12 Aralık 2012 Çarşamba

SEVGİLİ İLE BERABER OLUNCA SEVGİLİ ANLATILMAZ

Tanrı rahmet etsin Ebu Said’e ait bir hikâye 59

Mihne şeyhi, bir gün şöyle demiştir:
Âlemi aydınlatan bir olgun ihtiyarın yanına gittim.

Onu sessizlik içinde buldum.
Sonsuz bir denizin derinliklerine gitmişti adeta.

Dedim ki:
Ey pir!
Bir söz söyle de anlatışın, gönüle kuvvet versin.

Pir, bir müddet sessizliğe çekildikten sonra ey benden söz isteyen dedi:
Haktan başka bir şey bilir misin ki ondan bahsedeyim ben?

Hakkalyakıyn olan da söylemez ki.
İşte sükûtum bundan ileri geliyor.

Mademki söylenemez, bu kadar anış neden?
Mademki bulunmaz, bu feryat kimden?

*Onu anmak her dilin harcı olmadığı gibi bir zaman sükût etmek de her kişinin harcı değildir.

*Sevgili pek dilberdir de yoldaki bu şaşılacak iş, ondan meydana gelmede.
*Öyle bir sevgili ki aşığın daima onunla bulunması gerek.

Sevdiğini de gâh yok eder, gâh var eder.
Âşıkla maşuk arasında bir iş var ki onu söylemek bize düşmez, bizim haddimiz değil.

**Sevgiliden güzel sözlerle bahsetmek parlaklık verir.
Ama kendi halinden bahsetmek elbette yerinde olur.

*Sevgili, güzellikte yeryüzüyle gökyüzünün güneşi olursa, güzellikte tek bulunursa şüphe yok ki âşık da özleyen olur.

Sevgili cilveye başladı mı, bütün âşıkların gözleri çeşme kesilir.
O da sevenine âşık olmasaydı seven, sevgisine layık olmazdı ya.

Hiçbir âşık yoktur ki sevenine bağlı olmasın.
Çünkü sevenin değerini âşıktan başkası bilmez.

Alışveriş gününde o çeşit güzellik, âşıkların güçlü istek ve heveslerinden meydana gelir.

Zaten, sevileni kendisine çeken âşıktır.
Çünkü âşık, kendisini o sevgiliye layık görmez ki.

Sevgilinin adı göklere çıksa, her tarafa yayılsa bile ondan başka bir sevgili göremezsin sen.

Sevgili, kendisine âşık olanı ortaya çıkarmada.
Fakat sevgiliden başka da bir âşık yok.

Âşık ebediyen yok olsa, hatta iki âlemden de kaybolup gitse bundan ne çıkar?
O, ister olsun, ister olmasın.
Sevgilinin gönlü, onun elindedir ya!

                                          ***
İLAHİNAME. FERİDÜDDİN-İ ATTAR M.E. B. YAY. 392                                    

                                             *
Hakk-al-yakıyn: Allah gerçeğine inanmış, hiç şüphesi kalmamış olan.
Sükût: Söz söylememe.
Maşuk: Sevilen.
Dilber: Gönlü alıp götüren, güzel.
Cilve: Hoşa gitmek için yapılan davranış, kırıtma, naz.

                                               *
Allah gerçeğine inanmış kimse Allah’tan başkasına bahsetmez.
İç dünyasında onunla birliktedir.

Mademki sevdiği ile beraber başkasına neden söz etsin, sevinci ve neşesi içinde yaşamaya devam eder.

Her dil Allah adını anmaya, anlatmaya layık değildir.
Çünkü gönülden gelen bir anış, anmaya layık olur.

Her dil de susmaya layık değildir.
Susmak; Allah’ın sanatıyla ne işler yapıyor, onu seyretmekte isen zaten konuşmazsın.

Gönlünü bir güzel alıp götürmüşse sen, sen olmaktan çıktın demektir.
Artık sevgilinin elindesin, berabersin.

O ne yaparsa yapar sen çaresizsin.

Sevgilinin halini anlatmaktan mutlu olursun, ama kendi haline bakarak layık olmak için söz edersen yerinde bir davranış olur.

Seven, sevdiğinin aydınlığına daima özlem duyar.
Sevilen, seveni sevdiği için cilvelenir.

Yaren, sevgi bağı sevenle sevileni görünmeyen bir iple bağlar.
Sevgi karşılıklı olduğu zaman buna aşk diyoruz.

Yaren, kafanı karışıklıklardan kurtarmak için, eskiden öğrendiğin sevgiye ait kavramları değersiz kıl.

Çünkü o sözler cinsel isteklere sevgi, aşk elbisesi giydirilerek kirletilmiştir.
Sen gönlünü alan güzelle berabersin ya, bulunduğun yer ve zaman önemini yitirmiştir.

                                          *
RAVLİ

EBÛ SAÎD EBÜ'L-HAYR

Türkistan'da yetişen büyük velilerden olup ismi, Ahmed lakabı Fadlullah'dır.
Babasının ismi Ebü'l-Hayr Muhammed'dir.

Ebu Saîd adı ile meşhur oldu.
Babası verâ(haramdan kaçınan) sahibi dindar bir zat idi. 967 (H.357) senesinde Horasan bölgesinde Serahs ile Ebyurd arasında yer alan Meyhene (Mihene) şehrinde doğdu.

1049 (H.440) senesinde aynı yerde vefat etti.
Ebu Saîd küçük yaşta babasının yanında veli zatların sohbetlerine giderdi. Kur'ân-ı kerim okumaya başladığı zaman babası onu Cuma namazlarına götürmeye başladı.

Bir seferinde yolda zamanın büyük âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden Ebü'l-Kâsım Bişr ile karşılaştılar.

Ebü'l-Kâsım onları görünce, Ebü'l-Hayr Muhammed'e; "Bu çocuk kimindir?" diye sordu. "Bizimdir." cevabını verdi.

Bunun üzerine gözleri dalan Ebü'l-Kâsım; "Evliyalık makamının boş kalacağını, bu dervişlerin, talebelerin bizden sonra zayi olacaklarını görürken bu dünyadan gönül huzuru ile nasıl ayrılabilirim.

Şimdi bu çocuğu görünce gönlüm rahatladı.
Zira velilik makamı buna nasip olacak.

Namazdan çıkınca, çocuğu bizim yanımıza getir." dedi. Namazdan çıkınca Ebü'l-Kâsım Bişr'in yanına gittiler.

O büyük zat Ebu Saîd'in babasına; "Ebu Saîd'i tutuver.
Şu yüksekçe yerde ekmek vardır.
Onu uzanıp alsın." dedi.

Babası kaldırınca, Ebû Saîd oradan ekmeği aldı.

Ekmek arpadan olup, sıcaktı.
Sıcaklığını elinde hissediyordu.

Ebü'l-Kâsım ekmeği alıp, yarısını Ebû Saîd'e verdi ve "Ye!" dedi. Yarısını da kendisi yedi.

Bunun üzerine babası; "Efendim bu ekmekten bana vermeyişinizin hikmeti nedir?" diye sordu.

Ebü'l-Kâsım Bişr; "Ey Ebü'l-Hayr!
O ekmeği otuz sene önce oraya koymuştum.

Bize; insanların manen ihyası, irşatları, doğru yolu bulmaları bu ekmeğin elinde sıcak olduğu kimse ile olacaktır." diye bildirildi. Müjdelenen kimse senin bu çocuğundur." buyurdu.

Sonra Ebû Saîd'e dönerek; "Bu kelimeleri hatırında tut.
Daima söyle.

Sübhâneke ve bi hamdike âlâ hilmike ba'de ilmike subhâneke ve bihamdike âlâ afvike ba'de kudretike.

" Ebû Saîd Mîhenî bu sözleri ezberleyip devamlı söylerdi.

Ebü'l-Kâsım Bişr'in sohbetlerine giden babası, yanında Ebû Saîd'i de götürürdü.

Bir gün Ebü'l-Kâsım Bişr; "Ey Ebû Saîd! Tamah ve dünyaya düşkünlükten kurtulmaya gayret et.

Çünkü insanda tama varken, ihlâs yani her şeyi Allah için yapma arzusu bulunmaz.
Kulluk, ihlâs ile olur.

Şu hadis-i kutsiyi unutma! Allahü Teâlâ miraç gecesi Resulallah efendimize buyurdu ki: "Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi başka şeyle yaklaşamaz.

Kulum nafile ibadetleri yapınca, onu çok severim.
Öyle olur ki, benimle işitir, benimle görür, benimle her şeyi tutar, benimle yürür.

Benden her ne isterse veririm.
Bana sığınınca onu korurum."

Ebû Saîd Mîhenî'nin babası ile Sultan Gazneli Mahmûd birbirlerini çok severlerdi.

Babası Meyhane’de (Tekkede) bir köşk yaptırdı.

Günümüzde Üç Şeyhin Sarayı diye meşhurdur.
Sarayın duvarına Sultan Mahmûd'un komutanlarının, fillerinin ve gemilerinin isimlerini yazdırdı.

Küçük bir çocuk olan Ebû Saîd, babasına; "Bu köşkte bana ait bir yer tahsis et." dedi.

Babası sarayın üst katında ona bir yer yaptırdı.
Tamamlanınca, Ebû Saîd oranın duvar ve tavanına hep Allahü teâlânın ism-i şerîfinin yazılmasını emretti.

Bunu gören babası; "Oğlum! Böyle ne yapıyorsun?" diye sorunca; "Herkes kendi evinin duvarlarına kendi emirinin ismini yazıyor.

Ben de Rabbimin ism-i şerifini yazdırıyorum." dedi.
Onun bu sözleri babasının çok hoşuna gitti.

Hemen köşkün duvarlarına yazdırdıklarının hepsini sildirdi.

Ebû Saîd Mîhenî'nin babası her gece yatsıyı kılıp eve geldikten sonra sokak kapısını açılmasın diye zincirle bağlardı.

Sonra herkes uyuduktan sonra yatardı.
Bir gece yarısı uyandı.

Ebû Saîd'in evde olmadığını fark etti.
Bütün köşkü aradı.

Köşkün kapısına baktığında zincir de yoktu.
Yatağına yattı.

İmsak vakti Ebû Saîd Mîhenî'nin köşkün kapısından içeri yavaşça girip, zinciri yerine bağlayıp, odasına çıktığını fark etti.

Babası birkaç gece oğlunu takip etti.
Her akşam aynı şeyi yapıyordu.

Bir gece babası dayanamayarak, onu takip etti.
Ebû Saîd Mîhenî eski bir dergâha vardı.

Babası da dergâhın damına çıktı.

Ebû Saîd, dergâhın mescit kısmında Kur'ân-ı kerim okumaya başladı. Sehere kadar okuyup, hatmetti.

Sonra abdest tazelemek için hazırlık yaptığı sırada babası hemen saraya döndü.

Ebû Saîd her zamanki gibi eve dönüp, yattı.
Sabah namazı vaktinde babası hiçbir şey bilmiyormuş gibi kaldırır, beraberce namaza giderlerdi.

Bu işe uzun müddet devam etti.
Fıkıh ilmini, Merv şehrinde, Şâfiî fıkıh âlimlerinden Ebû Abdullah el-Husrî'den öğrendi. Onun vefatından sonra Ebû Bekr-i Kaffâl'dan ders aldı. Merv şehrinde ilim öğrenmek için on sene kaldıktan sonra, Serahs şehrine geldi.

Yüksekçe bir tepe üzerinde Lokmân-ı Mecnûn'u gördü.
Yanına gitti, kaftanını yamıyordu.

Ebû Saîd onu seyrederken kendi gölgesi, Lokman’ın kaftanının üzerine düşüyordu. Lokmân-ı Mecnûn, yamayı kaftanına dikince buyurdu ki: "Ey Ebû Saîd! Biz seni bu yama ile bu kaftana diktik." Sonra elinden tutup, Ebü'l-Fadl-ı Serahsî hazretlerinin huzuruna götürdü. Ona; "Ey Ebü'l-Fadl! Bunu sakla, bu sizdendir." dedi. Ebü'l-Fadl-ı Serahsî, Ebû Saîd'in elinden tutup yanına oturttu ve; "Maksadımız, insanlara Allahü teâlânın yolunu göstermektir.

İnsanlara gönderilen yüz yirmi dört binden ziyâde peygamber, onlara "Allah" dedirtmek ve O'na ibadet ettirmek için geldiler." buyurdu. Ebû Saîd, Ebü'l-Fadl'ın kalplere hayat veren bu güzel sözlerini, kendinden geçmiş bir hâlde dinledi. Ebü'l-Fadl, kendisini talebeliğe kabul etti ve;

"Kendinden geçerek geri kalma amelden,
Bu büyük devleti, sakın çıkarma elden."
Buyurdu.

Ebû Saîd Mîhenî tasavvufta çok yüksek mertebeye ulaştı. Zamanındaki bütün evliyanın sultanı, baş tacı oldu.

Bütün Müslümanların matlubu, sevdiği idi.

Tasavvuf yolunun bütün inceliklerine vâkıf olup, ayrıca; fıkıh, tefsîr, hadis ve başka ilimlerde de çok yüksek âlim idi.

Oruç tutulması câiz olmayan günler hariç, senenin bütün günlerini oruçlu geçirirdi.

Sade bir ekmek ile iftar eder, gece gündüz ibadetle meşgul olurdu.

Bütün ibadetlerde, bilhassa namaz hususunda çok hassas ve ihtiyatlı hareket eder, her namaz için guslederdi.

Kendi hâlinde her an Allahü teâlâyı hatırlar, hep; "Allah, Allah." derdi.

Ne zaman uyku basacak olsa, elinde ateşten mızrak bulunan çok heybetli bir kimse karşısında zuhur eder. "Allah de!" derdi.

Böylece, vücudundaki bütün zerreler de zikreder hâle gelirdi.

Geceleri herkes uyuduktan sonra kalkar ibadet ederdi.

Kendini ayıplı ve kusurlu görmekte, nefse muhalefet etmekte, nihayette idi. Tevazuu çok idi.

Konuşmalarında o, ben ve biz demez, hep onlar yani o büyükler derdi. Mübarek sözleri o kadar hoş ve tesirli olduğundan; "Ebû Saîd'in sözünün ulaştığı bir yerde, bütün kalpler neşelenirler." denilmiştir. Aklı, zekâsı, anlayışı, hafızası fevkalâde idi.

Daha çocuk iken otuz bin Arabî beyt okuduğu söylenmektedir. Kerametleri, hikmetli sözleri her tarafa yayılmıştır.

Fakat o, meşhur olmak, parmakla gösterilmek istemez, bütün hâllerin, İslâmiyet’in emir ve yasaklarına tam uymakla kıymetli olacağını söylerdi.

Bir gün kendisine; "Filanca kimse su üstünde yürüyor.

Buna ne dersiniz?" diye sorulunca; "Bunun kıymeti yoktur.

Ördek ve kurbağa da yüzer." dedi. "Filan adam havada uçuyor." dediler. "Sinek ve çaylak da uçuyor.

Sinek kadar kıymeti var." dedi.

"Filan kimse, bir anda şehirden şehre gidiyor." dediler. "Şeytan da, bir solukta şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dinimizde kıymeti yoktur. Mert olan, herkesin arasında bulunur.

Alış-veriş yapar, evlenir.

Fakat bir an Rabbini unutmaz." buyurdu.

Çocukluğundan beri şu şiiri okurdu:

Ben sensiz bir an karar kılamam.
Senin ihsanlarını tek-tek sayamam.
Bedenimdeki her kıl gelse de dile,
Şükrünün binde birini yapamam bile.

Mihene şehri yakınlarında bir dağın yamacında sarp kayalar arasında mağaralar vardı.

Onlara bakanın dizinin bağı çözülürdü.

Bir gün Ebû Saîd Mîhenî bu mağaralardan birine çıkıp, hemen kenarında namaz kılmaya başladı.

Namazdan sonra nefsine; "Ey nefsim!

Eğer burada uyursan, kendini aşağıda ölmüş görürsün.

Burada Kur'ân-ı kerimi hatim edinceye kadar uyumak yok." dedi. Sonra Kur'ân-ı kerim okumaya başladı.

Bir müddet sonra uyudu. Uyandığında boşlukta hızla yere inmekte olduğunu gördü. "İmdat!" diye bağırdı.

Bu sefer de kendini yukarı çıkar vaziyette gördü.

Allahü teâlâ imdadına yetişmişti.

Ebû Saîd Mihenî, bir mescitte vaz edip, hocasını ilk gördüğü gün kendisine işaret buyurduğu şekilde; "İnsanlara Allahü teâlânın yolunu göstermek için nasihat ediyordu.

Huzuruna gelip tövbe edenlerin sayısı çoktu.

Halk kendisini çok sever, mübarek sözlerinden, tatlı sohbetlerinden istifade etmek için can atarlardı.

Ebû Ali Dekkak'ın kızı, Ebû Saîd hazretlerinin vazına gitmeyi arzu etti. Babası çok arzu ettiğini görünce; "Başına eski bir örtü al, kimse seni tanımasın." diyerek izin verdi.

O da babasının dediği gibi giyinerek kadınların bulunduğu üst kata çıkıp oturdu. Ebû Saîd hazretleri vaaz ediyordu.

Bir ara; "Bu sözü, Ebû Ali Dekkak'tan duydum ve şimdi onun bir parçası buradadır." buyurdu.

Bu sözü duyan kız, kendisinden geçip üst kattan aşağı düştü.

Ebû Saîd hazretleri; "Yâ Rabbî!

Bu hanımı tekrar eski yerine çıkar!" buyurdu.

O anda kız hava boşluğunda yukarı doğru çıkmaya başladı.

İkinci katın hizasına gelince havada kaldı.

Kadınlar çekip yanlarına aldılar.

Onu sevenler kullandığı eşyalardan bir şeyi yanlarında bulundurup bereketlenmek için çok gayret ederlerdi.

Hatta bir gün, elinden düşen bir karpuz kabuğu yirmi altına satılmıştı.

Kendisini tanıyamadıkları için, büyüklüğünü inkâr edenler oldu ise de, bunların çoğu hatalarını anlayıp tövbe ettiler.

Büyüklüğünü inkâr edenlerin sözleri, hakaretleri kendisine ulaştıkça gizliden bir ses; "Rabbin sana kâfi değil mi?" (Fussilet sûresi: 53) mealindeki ayet-i kerimeyi okurdu.

Ebû Saîd'i çekemeyen, büyüklüğünü inkâr edenlerden, kendisine hakarette daha ileri gidip, çok lânet eden, Ebû Hasan Tûnî isminde biri vardı.

Bu kişinin Ebû Saîd'e olan hürmetsizliği o kadar fazla idi ki, Ebû Saîd'in bulunduğu mahalleye bile girmezdi.

Ebû Saîd bir gün; "Atımı eyerleyip hazırlayınız.

Ebû Hasan Tûnî'nin yanına gideceğiz." buyurdu.

Bir çokları bunun hikmetini anlayamayıp hayret ettiler.

O gerçekten bizim yanlış yolda olduğumuzu zannediyor ve Allah rızası için, yanlışa lânet ediyorsa bu lânet sebebiyle Allahü teâlâ ona rahmet eder." buyurdu.

Talebelerinden bir kaç kişi ile yola çıktılar.

O kimsenin bulunduğu yere yaklaşınca, talebelerden birini gönderip, kendisiyle görüşmek için geldiğini haber verdi.

Ebû Hasan Tûnî bu hâli haber alınca; "Onun burada ne işi var.

O, kiliseye gitsin.

Onun yeri orasıdır." dedi. O talebe mecburen bu haberi hocasına getirince, "Bismillah! Mademki öyle diyor, biz de oraya gideriz." buyurup kiliseye gittiler. O sırada kilisede Hıristiyanlar ayin için toplanmışlardı. Acaba niye geldi diye merak edip onun etrafında toplandılar. İçeri girdi.

 

Duvarda, İsa Aleyhisselamın ve hazret-i Meryem'in resimleri diye çizilmiş iki büyük tablo vardı.

Ebû Saîd resimlere bakıp; "Ey Meryem oğlu İsa!

Allah'ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin diye insanlara sen mi söyledin?" (Mâide sûresi: 116) mealindeki ayet-i kerimeyi okudu ve "Muhammed Aleyhisselamın dini hak ise, şu anda bu iki resim de secde etsinler." buyurdu.

Allahü teâlânın izni ile o iki resim yere düştü.

Yüzleri Kâbe tarafında olup, secde hâlini aldılar.

Orada bulunan Hıristiyanlar feryat ettiler.

Kırk tanesi hemen Kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldu.

Bu hâl, Ebû Hasan Tûnî'ye ulaşınca hatasını anlayıp, pişman oldu, tövbe etti.

Hemen Ebû Saîd hazretlerinin yanına gelip özür diledi ve sadık talebelerinden oldu.

Bir gün Ebû Saîd Mîhenî, talebelerinden Hasan Müeddeb'i yanına çağırarak; "Dışarı çık. Sağ elini aç.

Önüne kim çıkarsa, elini ona uzat ve; "Neyin varsa buraya koy!" de" diye emretti.

Hasan Müeddeb bu emir üzerine dışarı çıktı.

Yolda bir Mecusi ile karşılaştı.

Ona yaklaşıp, elini uzatarak, hocasının emrini yerine getirdi.

Mecusi; "Önce bir Müslüman olayım.

Beni hocanın huzuruna götür." dedi.

Ebû Saîd Mîhenî'nin huzuruna varınca; "Efendim! Bana İslâmı anlatınız." dedi. Ebû Saîd Mîhenî ona İslâmı anlattı.

Mecusi anlatılanları dinledikten sonra Müslüman oldu ve sahip olduğu her şeyi hocasının hizmetine sarf etti.

Ebû Saîd Mîhenî, Nişâbur'da bulunuyordu.

Sultan Tuğrul'un veziri Ebû Mansûr vefatına yakın hastalandı.

Bu sırada Ebû Saîd Mîhenî ile İmâm-ı Kuşeyrî'yi yanına davet etti ve; "Sizi çok severim.

Size çok yardımlarım oldu.

Şimdi ise, sizden bir dileğim var.

Vefat ettiğimde, cenazemde bulunup, defnolunduktan sonra hizmetinizle, sual meleklerinin sorgusundan kurtuluncaya kadar, kabrimin başında kalınız." dedi.

Her ikisi de, bu ricasını kabul ettiler.

Vezir Ebû Mansûr vefat edince, ikisi de cenazesinde hazır bulundular. Definden sonra İmâm-ı Kuşeyrî, Ebû Saîd Mîhenî'ye; "Ben cemaatle gideyim.

Siz artık vezirin vasiyetini yerine getirirsiniz." dedi.

Ebû Saîd seccadesini serip, bir müddet kabrin başında bekledi.

Sonra İmâm-ı Kuşeyrî'nin yanına varınca; "Vezirin vasiyetini yerine getirdiniz mi?" diye sordu.

Ebû Saîd Mîhenî; "Vezir defnolununca, iki sual meleği geldiler.

Birisi sual sormaya başlayınca, diğeri ona; "Görmüyor musun?

Kabrin başında kim oturuyor." dedi.

Bunun üzerine kalkıp gittiler.

Onlar gidince ben de kalkıp geldim." dedi.

Gencin birisi, ticaret için bir kervan ile sefere çıkmıştı.

Çok uykusuz olduğu için, kervanın konakladığı bir yerde isti rahat edip, sonra yola devam etmeyi düşündü.

Kervan mola verince, yolun kenarına uzandı.

Uyuya kalmıştı.

Uyandığında vaktin çok geçmiş, yol arkadaşlarının çoktan gitmiş olduklarını anladı.

Issız sahrada, arkadaşlarının izlerini de bulamadı.

Ne tarafa gittiğini bilmez bir hâlde koştu.

Fakat kimseyi bulamadı. Bilmediği bir tarafa doğru gitmeye başladı. Sıcak bastırmış, açlık ve hararet başlamıştı.

Sabretti.

Ertesi gün oldu.

Buralarda kalıp öleceğini anladı.

Bu sırada son bir ümit ile etrafı gözetledi.

Çok uzaklarda bir yeşillik vardı.

Bütün gücünü toparlayıp oraya koştu.

Çeşme vardı. Hemen abdest alıp namaz kıldı.

Biraz bekledi.

Öğle vakti olmuştu.

Uzaklardan, birisi geldi.

Uzun boylu, heybetli, gür sakallı, beyaz tenli, çok hoş biriydi.

Abdest aldı.

Namaz kıldı ve gitti.

Genç, kendisi ile konuşmaya cesaret edemedi.

İkindi vakti olunca o zat gene geldi.

Namazdan sonra genç ona hâlini anlatıp, kendisinden yardım istedi. Bu esnada bir aslan geldi.

O zat, aslanın kulağına eğilip bir şeyler söyledi.

Sonra da genci aslanın sırtına bindirip; "Gözlerini kapa!

Aslan nerede durursa, orada inersin" dedi.

Genç; "Peki." deyip ayrıldı.

Bir miktar gidince aslan durdu.

Genç de indi.

Gözlerini açınca aslanın gittiğini gördü.

Memleketi olan Buhârâ'ya gelmişti.

Birkaç gün sonra, Ebû Saîd hazretlerinin Buhârâ'ya geldiğini haber aldı.

Kendisini merak edip görmek istedi.

Bir de baktı ki, kendisini aslana bindiren zat idi.

O gence dönerek; "Hayatta olduğum müddetçe bu sırrı hiç kimseye söyleme." buyurdu.

Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr hazretlerinin bir oğlu vardı.

Küçük iken mektebe gitmekten çok çekinir, korkardı.

Bir gün Ebû Saîd; "Talebelerin geldiğini haber veren kimsenin her arzusunu yerine getireceğim." buyurdu. Bu sözü duyan oğlu hemen dama çıkıp misafirleri gözetledi. Bir zaman sonra, beklenen misafirlerin gelmekte olduğunu görüp, hemen babasına haber verdi. Babası; "Ne dilersen dile!" buyurdu. "Beni mektebe gönderme!" dedi. Ebû Saîd; "Peki gitme." buyurdu. Çocuk; "Hiç gitmeyeyim mi?" dedi. Ebû Saîd başını eğip, bir müddet düşündükten sonra; "Hiç gitme. Ama Fetih sûresini mutlaka ezberle." buyurdu. Çocuk sevinerek kabul etti. Kısa zamanda Fetih sûresini ezberledi.

Ebû Saîd'in vefatından sonra, Ebû Tâhir adındaki bu oğlu çok fakir ve borçlu oldu.

İsfehan hâkimi Hâce Nizâm-ül-mülk'ün yanına gitti.

Hâkim kendisini tanıdığı için, çok izzet ve ikramda bulunup hürmet etti.

İhtiyaçlarını temin etti.

Ebû Tâhir'i sevmeyen bir kimse bu durumu görünce; "Öyle birine yardım yapıyorsun ki, dini ilimlerden haberi yok, Kur'ân-ı kerim okumasını dahi bilmiyor." dedi.

Hâce Nizâm-ül-mülk buna üzülüp; "Onu çağıralım.

Senin istediğin bir sureyi okusun, eğer okuyamazsa, o zaman senin söylediklerini kabul ederim.

Biz kendisini din işleriyle, dine hizmetle meşgul olarak tanıyoruz." dedi.

Büyük zatların bulunduğu bir meclise Ebû Tâhir'i çağırdılar. Nizâm-ül-mülk o kimseye dönerek; "Hangi sureyi okumasını istiyorsun?" diye sordu. O da; "Fetih sûresini okusun." dedi. Ebû Tâhir ağlayarak Fetih sûresini okudu. O iddiacı kimse mahcup, Nizâm-ül-mülk çok memnun oldu.

Nizâm-ül-mülk, Kur'ân-ı kerimi okurken ağlayıp çok gözyaşı dökmesinin sebebini sordu.

O da babasının kendisine Fetih sûresini ezberlemesini söylediği hâdiseyi anlatınca, Nizam-ül-mülk; "Öyle büyük bir zat ki, evlâdının yetmiş sene sonra karşılaşacağı sıkıntının çaresini ta o zamandan bildiriyor.

O zatın derecesini anlamaktan biz aciziz." dedi.

Bundan sonra o büyüklere olan muhabbeti daha da arttı.

Şu rubaiyi Ebû Saîd söylemiştir:

"Nefsine uymak doğru değildir elbet,
Bas nefse ayağını, himmeti yükselt.
Ey dost, Allah yolunda çok eyle gayret,
Yılanla ol da, nefsinle etme sohbet."

Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr buyurdu ki:

"Tasavvuf; başındaki sevdayı atmak, elindeki dünyayı dağıtmak ve vaki olanda karar kılmaktır."

"Allah baki ve kâfidir.

O'ndan başkası boştur.

O'ndan gayri her şeyden nefsini uzak eyle!"

"Allahü teâlâ ile kul arasında perde, yer ve gök değildir.

Arş ve Kürsi de değildir.

Perde, insanın benliğidir.

Bu aradan kaldırılırsa Allah'a kavuşulur."

"Zikir, Allahü teâlâyı anıp, hatırlamak, O'ndan başkasını unutmaktır."

"Allahü teâlâdan ihlâsı, her şeyi O'nun rızası için yapmayı isteyiniz. İhlâsta, dünya ve ahirette kurtuluş vardır."

"Vakit, iki nefes arasındadır. Biri geçti biri henüz gelmedi. O halde dün gitti, yarın nerede. Gün bugündür. Vakit keskin bir kılıçtır."

"Kim kendini iyi zannederse o kendisini bilmiyordur."

"Kul, Allahü teâlâ için neyi terk ederse, Allahü teâlâ ona karşılık daha hayırlısını verir."

"Kişinin helâki, Allahü teâlâdan başkasına gönül bağladığı şeydir."

HELÂL OLAN, HELÂL YİYENLERE GELİR

Ebû Saîd Mîhenî'nin büyüklüğünü inkâr edenlerden biri, Ebû Saîd'in; "Âlemde hiç kimse helâl lokma bulamayıp haram yese, biz haram yemeyiz." sözünü duymuştu.

Kendisini imtihan etmek istedi.

Helâl para ile bir oğlak satın aldı. Haram para ile de, birincisine çok benzeyen başka bir oğlak aldı. Bunları kızarttırıp, hizmetçisi ile Ebû Saîd'e gönderdi.

Kendisi de önden gidip, onların bulunduğu yerde oturdu.

Hizmetçi kızarmış oğlakları getirirken karşısına iki sarhoş çıkıp, haram para ile alınan oğlağın bulunduğu tepsiyi alıp yediler.

Hizmetçi, elinde kalan ve helâl lokma ile alınmış olan oğlağı, Ebû Saîd'in önüne koydu.

Oğlakları gönderen kimse durumu öğrenip anlayınca, sarhoşlara çok kızdı. Fakat bu hâlini açıktan belli etmedi. Sonra Ebû Saîd dönerek; "Kendini boşuna üzme! Haram olan köpeklere gider, helâl olan da helâl yiyenlere gelir." buyurdu.

O kimse çok mahcup olup hâline tövbe etti ve bu hâdiseden sonra bir daha aleyhinde bulunmadı.

VAKTİ SAATİ GELİNCE OLUR

Müslümanlardan birinin Yahudi bir ortağı vardı. Ortağını ne kadar İslâm’a davet etti ise, Müslümanlığı kabul etmedi.

Hatta bu ortağına; "Eğer Müslüman olursan, malımın üçte birini sana veririm." dedi.

Yahudi yine kabul etmedi.

O Müslüman başka bir gün; "Eğer Müslüman olursan, malımın yarısını sana veririm." demesine rağmen yine kabul etmedi.

Müslüman tüccar bir süre sonra; "Eğer Müslüman olursan, malımın üçte ikisini sana veririm." dedi.

Yahudi yine kabul etmedi.

Müslüman tüccar artık ortağının Müslüman olmasından ümidini kesmişti.

O Müslüman, bir gün Ebû Saîd Mîhenî'nin dergâhının yanından geçiyordu.

Yahudi ortağı da yanında idi.

Bu sırada dergâha girdi. Ebû Saîd Mîhenî bu sırada sohbet ediyordu. Yahudi ortağı da kendi kendine; "Ben de mescide gireyim, bir dinleyeyim, bakalım neler anlatıyor.

Onun halk arasında kabul görmesinin sebebi nedir bir göreyim? Yahudi olduğuma dair üzerimde her hangi bir işaret olmadığı için beni nasıl olsa tanımaz." dedi.

Yahudi, gizlenerek mescide girdi.

Bir direğin arkasına oturdu.

Ebû Saîd Mîhenî sohbet esnasında bir ara Yahudicin arkasında oturduğu direğe doğru dönerek;

"Ey Yahudi!

Direğin arkasında ne kadar kendini gizlemeye çalışsan da gizlenemezsin." dedi.

Yahudi gayri ihtiyari ayağa kalktı.

Ebû Saîd Mîhenî'nin yanına vardı.

Ebû Saîd hazretleri ona Müslüman olmasını söyleyince, bu daveti kabul edip, Müslüman oldu.

Ebû Saîd hazretleri ona; "Şimdi ortağının yanına git.

Sana Müslümanlığı öğretsin.

İşler vakti zamanı gelince olur.

Ondan önce olmaz.

Zamanı gelince Müslüman olmak için malın üçte birine, yarısına ve üçte ikisini vermeye hacet kalmaz." buyurdu.

HAYRET ETTİM

Hucvirî Keşf-ül-Mahcûb isimli eserinde şöyle anlatıyor: "Mihene şehrinde, Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr'ın türbesinde bulunuyordum. Türbenin üzerinde bir kumaş parçası vardı. Beyaz bir güvercin uçarak gelip o kumaşın altına girdi. Herhalde bir şeyden kaçıyordu.Onun için oraya gizlendi diye düşündüm. Biraz sonra merakım arttı. Kumaşı kaldırdığımda güvercin yoktu.Hayret ettim. Ertesi ve daha sonraki gün bu hâdise tekrar etti. Hikmeti nedir? diye düşünürken, bir gece rüyâmda Ebû Saîd'i gördüm. Gördüğüm hâdiseyi kendisine sordum. "O güvercin, amellerimin safâsıdır. Her gün kabrime gelip bana nedîm (sohbet arkadaşı) olur." buyurdu. Anladım ki, o büyük zâtın güzel amelleri, beyaz bir güvercin şeklinde kabrine geliyor ve kendisi ile tatlı tatlı sohbet ediyorlar."

1) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.270
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.295
3) Nefehât-ül-Üns; s.339
4) Firdevs-ül-Mürşidiyye; s.76, 293
5) Sefînet-ül-Evliyâ; s.162
6) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.228
7) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.4, s.10
8) Keşf-ül-Mahcûb; s.224
9) Persian Literatüre; c.2, s.928
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.86

 

İnternet Ebü said-i ebül hayr.

Popüler Yayınlar