Mihne şeyhi, bir gün şöyle
demiştir:
Âlemi aydınlatan bir olgun
ihtiyarın yanına gittim.
Onu sessizlik içinde buldum.
Sonsuz bir denizin
derinliklerine gitmişti adeta.
Dedim ki:
Ey pir! Bir söz söyle de anlatışın, gönüle kuvvet versin.
Pir, bir müddet sessizliğe
çekildikten sonra ey benden söz isteyen dedi:
Haktan başka bir şey bilir
misin ki ondan bahsedeyim ben?Hakkalyakıyn olan da söylemez ki.
İşte sükûtum bundan ileri geliyor.
Mademki söylenemez, bu kadar anış neden?
Mademki bulunmaz, bu feryat kimden?
*Onu anmak her dilin harcı
olmadığı gibi bir zaman sükût etmek de her kişinin harcı değildir.
*Sevgili pek dilberdir de
yoldaki bu şaşılacak iş, ondan meydana gelmede.
*Öyle bir sevgili ki aşığın
daima onunla bulunması gerek.
Sevdiğini de gâh yok eder,
gâh var eder.
Âşıkla maşuk arasında bir iş
var ki onu söylemek bize düşmez, bizim haddimiz değil.
**Sevgiliden güzel sözlerle
bahsetmek parlaklık verir.
Ama kendi halinden bahsetmek
elbette yerinde olur.
*Sevgili, güzellikte yeryüzüyle
gökyüzünün güneşi olursa, güzellikte tek bulunursa şüphe yok ki âşık da özleyen
olur.
Sevgili cilveye başladı mı,
bütün âşıkların gözleri çeşme kesilir.
O da sevenine âşık olmasaydı
seven, sevgisine layık olmazdı ya.
Hiçbir âşık yoktur ki
sevenine bağlı olmasın.
Çünkü sevenin değerini
âşıktan başkası bilmez.
Alışveriş gününde o çeşit
güzellik, âşıkların güçlü istek ve heveslerinden meydana gelir.
Zaten, sevileni kendisine
çeken âşıktır.
Çünkü âşık, kendisini o
sevgiliye layık görmez ki.
Sevgilinin adı göklere çıksa,
her tarafa yayılsa bile ondan başka bir sevgili göremezsin sen.
Sevgili, kendisine âşık olanı
ortaya çıkarmada.
Fakat sevgiliden başka da bir
âşık yok.
Âşık ebediyen yok olsa, hatta
iki âlemden de kaybolup gitse bundan ne çıkar?
O, ister olsun, ister
olmasın. Sevgilinin gönlü, onun elindedir ya!
***
İLAHİNAME. FERİDÜDDİN-İ ATTAR
M.E. B. YAY. 392
*
Hakk-al-yakıyn: Allah
gerçeğine inanmış, hiç şüphesi kalmamış olan.Sükût: Söz söylememe.
Maşuk: Sevilen.
Dilber: Gönlü alıp götüren, güzel.
Cilve: Hoşa gitmek için yapılan davranış, kırıtma, naz.
*
Allah gerçeğine inanmış kimse
Allah’tan başkasına bahsetmez. İç dünyasında onunla birliktedir.
Mademki sevdiği ile beraber
başkasına neden söz etsin, sevinci ve neşesi içinde yaşamaya devam eder.
Her dil Allah adını anmaya,
anlatmaya layık değildir.
Çünkü gönülden gelen bir
anış, anmaya layık olur.
Her dil de susmaya layık
değildir.
Susmak; Allah’ın sanatıyla ne
işler yapıyor, onu seyretmekte isen zaten konuşmazsın.
Gönlünü bir güzel alıp
götürmüşse sen, sen olmaktan çıktın demektir.
Artık sevgilinin elindesin,
berabersin.
O ne yaparsa yapar sen
çaresizsin.
Sevgilinin halini anlatmaktan
mutlu olursun, ama kendi haline bakarak layık olmak için söz edersen yerinde
bir davranış olur.
Seven, sevdiğinin aydınlığına
daima özlem duyar.
Sevilen, seveni sevdiği için
cilvelenir.
Yaren, sevgi bağı sevenle
sevileni görünmeyen bir iple bağlar.
Sevgi karşılıklı olduğu zaman
buna aşk diyoruz.
Yaren, kafanı
karışıklıklardan kurtarmak için, eskiden öğrendiğin sevgiye ait kavramları
değersiz kıl.
Çünkü o sözler cinsel
isteklere sevgi, aşk elbisesi giydirilerek kirletilmiştir.
Sen gönlünü alan güzelle
berabersin ya, bulunduğun yer ve zaman önemini yitirmiştir.
*
RAVLİ
EBÛ SAÎD EBÜ'L-HAYR
Türkistan'da yetişen büyük velilerden
olup ismi, Ahmed lakabı Fadlullah'dır.
Babasının ismi Ebü'l-Hayr
Muhammed'dir.
Ebu Saîd adı ile meşhur oldu.
Babası verâ(haramdan kaçınan)
sahibi dindar bir zat idi. 967 (H.357) senesinde Horasan bölgesinde Serahs ile Ebyurd
arasında yer alan Meyhene (Mihene) şehrinde doğdu.
1049 (H.440) senesinde aynı
yerde vefat etti.
Ebu Saîd küçük yaşta babasının yanında veli zatların sohbetlerine giderdi. Kur'ân-ı kerim okumaya başladığı zaman babası onu Cuma namazlarına götürmeye başladı.
Ebu Saîd küçük yaşta babasının yanında veli zatların sohbetlerine giderdi. Kur'ân-ı kerim okumaya başladığı zaman babası onu Cuma namazlarına götürmeye başladı.
Bir seferinde yolda zamanın
büyük âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden Ebü'l-Kâsım Bişr ile
karşılaştılar.
Ebü'l-Kâsım onları görünce,
Ebü'l-Hayr Muhammed'e; "Bu çocuk kimindir?" diye sordu.
"Bizimdir." cevabını verdi.
Bunun üzerine gözleri dalan
Ebü'l-Kâsım; "Evliyalık makamının boş kalacağını, bu dervişlerin,
talebelerin bizden sonra zayi olacaklarını görürken bu dünyadan gönül huzuru
ile nasıl ayrılabilirim.
Şimdi bu çocuğu görünce
gönlüm rahatladı.
Zira velilik makamı buna nasip
olacak.
Namazdan çıkınca, çocuğu
bizim yanımıza getir." dedi. Namazdan çıkınca Ebü'l-Kâsım Bişr'in yanına
gittiler.
O büyük zat Ebu Saîd'in
babasına; "Ebu Saîd'i tutuver.
Şu yüksekçe yerde ekmek
vardır. Onu uzanıp alsın." dedi.
Babası kaldırınca, Ebû Saîd
oradan ekmeği aldı.
Ekmek arpadan olup, sıcaktı.
Sıcaklığını elinde hissediyordu.
Ebü'l-Kâsım ekmeği alıp,
yarısını Ebû Saîd'e verdi ve "Ye!" dedi. Yarısını da kendisi yedi.
Bunun üzerine babası;
"Efendim bu ekmekten bana vermeyişinizin hikmeti nedir?" diye sordu.
Ebü'l-Kâsım Bişr; "Ey
Ebü'l-Hayr!
O ekmeği otuz sene önce oraya
koymuştum.
Bize; insanların manen ihyası,
irşatları, doğru yolu bulmaları bu ekmeğin elinde sıcak olduğu kimse ile
olacaktır." diye bildirildi. Müjdelenen kimse senin bu çocuğundur."
buyurdu.
Sonra Ebû Saîd'e dönerek;
"Bu kelimeleri hatırında tut.
Daima söyle.
Sübhâneke ve bi hamdike âlâ
hilmike ba'de ilmike subhâneke ve bihamdike âlâ afvike ba'de kudretike.
" Ebû Saîd Mîhenî bu
sözleri ezberleyip devamlı söylerdi.
Ebü'l-Kâsım Bişr'in sohbetlerine giden babası, yanında Ebû Saîd'i de götürürdü.
Ebü'l-Kâsım Bişr'in sohbetlerine giden babası, yanında Ebû Saîd'i de götürürdü.
Bir gün Ebü'l-Kâsım Bişr;
"Ey Ebû Saîd! Tamah ve dünyaya düşkünlükten kurtulmaya gayret et.
Çünkü insanda tama varken,
ihlâs yani her şeyi Allah için yapma arzusu bulunmaz.
Kulluk, ihlâs ile olur.
Şu hadis-i kutsiyi unutma!
Allahü Teâlâ miraç gecesi Resulallah efendimize buyurdu ki: "Kulum
farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi başka şeyle yaklaşamaz.
Kulum nafile ibadetleri
yapınca, onu çok severim.
Öyle olur ki, benimle işitir,
benimle görür, benimle her şeyi tutar, benimle yürür.
Benden her ne isterse
veririm.
Bana sığınınca onu
korurum."Ebû Saîd Mîhenî'nin babası ile Sultan Gazneli Mahmûd birbirlerini çok severlerdi.
Babası Meyhane’de (Tekkede) bir köşk yaptırdı.
Günümüzde Üç Şeyhin Sarayı diye
meşhurdur.
Sarayın duvarına Sultan
Mahmûd'un komutanlarının, fillerinin ve gemilerinin isimlerini yazdırdı.
Küçük bir çocuk olan Ebû
Saîd, babasına; "Bu köşkte bana ait bir yer tahsis et." dedi.
Babası sarayın üst katında
ona bir yer yaptırdı.
Tamamlanınca, Ebû Saîd oranın
duvar ve tavanına hep Allahü teâlânın ism-i şerîfinin yazılmasını emretti.
Bunu gören babası;
"Oğlum! Böyle ne yapıyorsun?" diye sorunca; "Herkes kendi evinin
duvarlarına kendi emirinin ismini yazıyor.
Ben de Rabbimin ism-i şerifini
yazdırıyorum." dedi.
Onun bu sözleri babasının çok
hoşuna gitti.
Hemen köşkün duvarlarına
yazdırdıklarının hepsini sildirdi.
Ebû Saîd Mîhenî'nin babası her gece yatsıyı kılıp eve geldikten sonra sokak kapısını açılmasın diye zincirle bağlardı.
Ebû Saîd Mîhenî'nin babası her gece yatsıyı kılıp eve geldikten sonra sokak kapısını açılmasın diye zincirle bağlardı.
Sonra herkes uyuduktan sonra
yatardı.
Bir gece yarısı uyandı.
Ebû Saîd'in evde olmadığını
fark etti.
Bütün köşkü aradı.
Köşkün kapısına baktığında
zincir de yoktu.
Yatağına yattı.
İmsak vakti Ebû Saîd
Mîhenî'nin köşkün kapısından içeri yavaşça girip, zinciri yerine bağlayıp,
odasına çıktığını fark etti.
Babası birkaç gece oğlunu takip
etti.
Her akşam aynı şeyi
yapıyordu.
Bir gece babası
dayanamayarak, onu takip etti.
Ebû Saîd Mîhenî eski bir
dergâha vardı.
Babası da dergâhın damına
çıktı.
Ebû Saîd, dergâhın mescit
kısmında Kur'ân-ı kerim okumaya başladı. Sehere kadar okuyup, hatmetti.
Sonra abdest tazelemek için
hazırlık yaptığı sırada babası hemen saraya döndü.
Ebû Saîd her zamanki gibi eve
dönüp, yattı.
Sabah namazı vaktinde babası
hiçbir şey bilmiyormuş gibi kaldırır, beraberce namaza giderlerdi.
Bu işe uzun müddet devam
etti.
Fıkıh ilmini, Merv şehrinde, Şâfiî fıkıh âlimlerinden Ebû Abdullah el-Husrî'den öğrendi. Onun vefatından sonra Ebû Bekr-i Kaffâl'dan ders aldı. Merv şehrinde ilim öğrenmek için on sene kaldıktan sonra, Serahs şehrine geldi.
Fıkıh ilmini, Merv şehrinde, Şâfiî fıkıh âlimlerinden Ebû Abdullah el-Husrî'den öğrendi. Onun vefatından sonra Ebû Bekr-i Kaffâl'dan ders aldı. Merv şehrinde ilim öğrenmek için on sene kaldıktan sonra, Serahs şehrine geldi.
Yüksekçe bir tepe üzerinde
Lokmân-ı Mecnûn'u gördü.
Yanına gitti, kaftanını
yamıyordu.
Ebû Saîd onu seyrederken
kendi gölgesi, Lokman’ın kaftanının üzerine düşüyordu. Lokmân-ı Mecnûn, yamayı
kaftanına dikince buyurdu ki: "Ey Ebû Saîd! Biz seni bu yama ile bu
kaftana diktik." Sonra elinden tutup, Ebü'l-Fadl-ı Serahsî hazretlerinin huzuruna
götürdü. Ona; "Ey Ebü'l-Fadl! Bunu sakla, bu sizdendir." dedi.
Ebü'l-Fadl-ı Serahsî, Ebû Saîd'in elinden tutup yanına oturttu ve;
"Maksadımız, insanlara Allahü teâlânın yolunu göstermektir.
İnsanlara gönderilen yüz
yirmi dört binden ziyâde peygamber, onlara "Allah" dedirtmek ve O'na ibadet
ettirmek için geldiler." buyurdu. Ebû Saîd, Ebü'l-Fadl'ın kalplere hayat
veren bu güzel sözlerini, kendinden geçmiş bir hâlde dinledi. Ebü'l-Fadl,
kendisini talebeliğe kabul etti ve;
"Kendinden geçerek geri kalma amelden,
Bu büyük devleti, sakın çıkarma elden."
Buyurdu.
Ebû Saîd Mîhenî tasavvufta çok yüksek mertebeye ulaştı. Zamanındaki bütün evliyanın sultanı, baş tacı oldu.
"Kendinden geçerek geri kalma amelden,
Bu büyük devleti, sakın çıkarma elden."
Buyurdu.
Ebû Saîd Mîhenî tasavvufta çok yüksek mertebeye ulaştı. Zamanındaki bütün evliyanın sultanı, baş tacı oldu.
Bütün Müslümanların matlubu,
sevdiği idi.
Tasavvuf yolunun bütün
inceliklerine vâkıf olup, ayrıca; fıkıh, tefsîr, hadis ve başka ilimlerde de
çok yüksek âlim idi.
Oruç tutulması câiz olmayan
günler hariç, senenin bütün günlerini oruçlu geçirirdi.
Sade bir ekmek ile iftar
eder, gece gündüz ibadetle meşgul olurdu.
Bütün ibadetlerde, bilhassa
namaz hususunda çok hassas ve ihtiyatlı hareket eder, her namaz için
guslederdi.
Kendi hâlinde her an Allahü
teâlâyı hatırlar, hep; "Allah, Allah." derdi.
Ne zaman uyku basacak olsa,
elinde ateşten mızrak bulunan çok heybetli bir kimse karşısında zuhur eder.
"Allah de!" derdi.
Böylece, vücudundaki bütün
zerreler de zikreder hâle gelirdi.
Geceleri herkes uyuduktan
sonra kalkar ibadet ederdi.
Kendini ayıplı ve kusurlu
görmekte, nefse muhalefet etmekte, nihayette idi. Tevazuu çok idi.
Konuşmalarında o, ben ve biz demez, hep onlar yani o büyükler derdi. Mübarek sözleri o kadar hoş ve tesirli olduğundan; "Ebû Saîd'in sözünün ulaştığı bir yerde, bütün kalpler neşelenirler." denilmiştir. Aklı, zekâsı, anlayışı, hafızası fevkalâde idi.
Konuşmalarında o, ben ve biz demez, hep onlar yani o büyükler derdi. Mübarek sözleri o kadar hoş ve tesirli olduğundan; "Ebû Saîd'in sözünün ulaştığı bir yerde, bütün kalpler neşelenirler." denilmiştir. Aklı, zekâsı, anlayışı, hafızası fevkalâde idi.
Daha çocuk iken otuz bin Arabî
beyt okuduğu söylenmektedir. Kerametleri, hikmetli sözleri her tarafa
yayılmıştır.
Fakat o, meşhur olmak,
parmakla gösterilmek istemez, bütün hâllerin, İslâmiyet’in emir ve yasaklarına
tam uymakla kıymetli olacağını söylerdi.
Bir gün kendisine; "Filanca kimse su üstünde yürüyor.
Bir gün kendisine; "Filanca kimse su üstünde yürüyor.
Buna ne dersiniz?" diye
sorulunca; "Bunun kıymeti yoktur.
Ördek ve kurbağa da
yüzer." dedi. "Filan adam havada uçuyor." dediler. "Sinek
ve çaylak da uçuyor.
Sinek kadar kıymeti
var." dedi.
"Filan kimse, bir anda
şehirden şehre gidiyor." dediler. "Şeytan da, bir solukta şarktan
garba gidiyor. Böyle şeylerin dinimizde kıymeti yoktur. Mert olan, herkesin
arasında bulunur.
Alış-veriş yapar, evlenir.
Fakat bir an Rabbini
unutmaz." buyurdu.
Çocukluğundan beri şu şiiri okurdu:
Ben sensiz bir an karar kılamam.
Senin ihsanlarını tek-tek sayamam.
Bedenimdeki her kıl gelse de dile,
Şükrünün binde birini yapamam bile.
Mihene şehri yakınlarında bir dağın yamacında sarp kayalar arasında mağaralar vardı.
Çocukluğundan beri şu şiiri okurdu:
Ben sensiz bir an karar kılamam.
Senin ihsanlarını tek-tek sayamam.
Bedenimdeki her kıl gelse de dile,
Şükrünün binde birini yapamam bile.
Mihene şehri yakınlarında bir dağın yamacında sarp kayalar arasında mağaralar vardı.
Onlara bakanın dizinin bağı
çözülürdü.
Bir gün Ebû Saîd Mîhenî bu
mağaralardan birine çıkıp, hemen kenarında namaz kılmaya başladı.
Namazdan sonra nefsine;
"Ey nefsim!
Eğer burada uyursan, kendini
aşağıda ölmüş görürsün.
Burada Kur'ân-ı kerimi hatim
edinceye kadar uyumak yok." dedi. Sonra Kur'ân-ı kerim okumaya başladı.
Bir müddet sonra uyudu.
Uyandığında boşlukta hızla yere inmekte olduğunu gördü. "İmdat!" diye
bağırdı.
Bu sefer de kendini yukarı
çıkar vaziyette gördü.
Allahü teâlâ imdadına
yetişmişti.
Ebû Saîd Mihenî, bir mescitte vaz edip, hocasını ilk gördüğü gün kendisine işaret buyurduğu şekilde; "İnsanlara Allahü teâlânın yolunu göstermek için nasihat ediyordu.
Ebû Saîd Mihenî, bir mescitte vaz edip, hocasını ilk gördüğü gün kendisine işaret buyurduğu şekilde; "İnsanlara Allahü teâlânın yolunu göstermek için nasihat ediyordu.
Huzuruna gelip tövbe edenlerin
sayısı çoktu.
Halk kendisini çok sever, mübarek
sözlerinden, tatlı sohbetlerinden istifade etmek için can atarlardı.
Ebû Ali Dekkak'ın kızı, Ebû
Saîd hazretlerinin vazına gitmeyi arzu etti. Babası çok arzu ettiğini görünce;
"Başına eski bir örtü al, kimse seni tanımasın." diyerek izin verdi.
O da babasının dediği gibi
giyinerek kadınların bulunduğu üst kata çıkıp oturdu. Ebû Saîd hazretleri vaaz
ediyordu.
Bir ara; "Bu sözü, Ebû
Ali Dekkak'tan duydum ve şimdi onun bir parçası buradadır." buyurdu.
Bu sözü duyan kız,
kendisinden geçip üst kattan aşağı düştü.
Ebû Saîd hazretleri; "Yâ
Rabbî!
Bu hanımı tekrar eski yerine
çıkar!" buyurdu.
O anda kız hava boşluğunda
yukarı doğru çıkmaya başladı.
İkinci katın hizasına gelince
havada kaldı.
Kadınlar çekip yanlarına
aldılar.
Onu sevenler kullandığı eşyalardan bir şeyi yanlarında bulundurup bereketlenmek için çok gayret ederlerdi.
Onu sevenler kullandığı eşyalardan bir şeyi yanlarında bulundurup bereketlenmek için çok gayret ederlerdi.
Hatta bir gün, elinden düşen
bir karpuz kabuğu yirmi altına satılmıştı.
Kendisini tanıyamadıkları için, büyüklüğünü inkâr edenler oldu ise de, bunların çoğu hatalarını anlayıp tövbe ettiler.
Kendisini tanıyamadıkları için, büyüklüğünü inkâr edenler oldu ise de, bunların çoğu hatalarını anlayıp tövbe ettiler.
Büyüklüğünü inkâr edenlerin
sözleri, hakaretleri kendisine ulaştıkça gizliden bir ses; "Rabbin sana
kâfi değil mi?" (Fussilet sûresi: 53) mealindeki ayet-i kerimeyi okurdu.
Ebû Saîd'i çekemeyen, büyüklüğünü inkâr edenlerden, kendisine hakarette daha ileri gidip, çok lânet eden, Ebû Hasan Tûnî isminde biri vardı.
Ebû Saîd'i çekemeyen, büyüklüğünü inkâr edenlerden, kendisine hakarette daha ileri gidip, çok lânet eden, Ebû Hasan Tûnî isminde biri vardı.
Bu kişinin Ebû Saîd'e olan
hürmetsizliği o kadar fazla idi ki, Ebû Saîd'in bulunduğu mahalleye bile
girmezdi.
Ebû Saîd bir gün; "Atımı
eyerleyip hazırlayınız.
Ebû Hasan Tûnî'nin yanına
gideceğiz." buyurdu.
Bir çokları bunun hikmetini
anlayamayıp hayret ettiler.
O gerçekten bizim yanlış
yolda olduğumuzu zannediyor ve Allah rızası için, yanlışa lânet ediyorsa bu
lânet sebebiyle Allahü teâlâ ona rahmet eder." buyurdu.
Talebelerinden bir kaç kişi
ile yola çıktılar.
O kimsenin bulunduğu yere
yaklaşınca, talebelerden birini gönderip, kendisiyle görüşmek için geldiğini
haber verdi.
Ebû Hasan Tûnî bu hâli haber
alınca; "Onun burada ne işi var.
O, kiliseye gitsin.
Onun yeri orasıdır."
dedi. O talebe mecburen bu haberi hocasına getirince, "Bismillah! Mademki
öyle diyor, biz de oraya gideriz." buyurup kiliseye gittiler. O sırada
kilisede Hıristiyanlar ayin için toplanmışlardı. Acaba niye geldi diye merak edip
onun etrafında toplandılar. İçeri girdi.
Duvarda, İsa Aleyhisselamın
ve hazret-i Meryem'in resimleri diye çizilmiş iki büyük tablo vardı.
Ebû Saîd resimlere bakıp;
"Ey Meryem oğlu İsa!
Allah'ı bırakıp da beni ve
annemi iki ilâh edinin diye insanlara sen mi söyledin?" (Mâide sûresi:
116) mealindeki ayet-i kerimeyi okudu ve "Muhammed Aleyhisselamın dini hak
ise, şu anda bu iki resim de secde etsinler." buyurdu.
Allahü teâlânın izni ile o
iki resim yere düştü.
Yüzleri Kâbe tarafında olup,
secde hâlini aldılar.
Orada bulunan Hıristiyanlar feryat
ettiler.
Kırk tanesi hemen Kelime-i
şehâdet getirip Müslüman oldu.
Bu hâl, Ebû Hasan Tûnî'ye
ulaşınca hatasını anlayıp, pişman oldu, tövbe etti.
Hemen Ebû Saîd hazretlerinin
yanına gelip özür diledi ve sadık talebelerinden oldu.
Bir gün Ebû Saîd Mîhenî, talebelerinden Hasan Müeddeb'i yanına çağırarak; "Dışarı çık. Sağ elini aç.
Bir gün Ebû Saîd Mîhenî, talebelerinden Hasan Müeddeb'i yanına çağırarak; "Dışarı çık. Sağ elini aç.
Önüne kim çıkarsa, elini ona
uzat ve; "Neyin varsa buraya koy!" de" diye emretti.
Hasan Müeddeb bu emir üzerine
dışarı çıktı.
Yolda bir Mecusi ile
karşılaştı.
Ona yaklaşıp, elini uzatarak,
hocasının emrini yerine getirdi.
Mecusi; "Önce bir Müslüman
olayım.
Beni hocanın huzuruna
götür." dedi.
Ebû Saîd Mîhenî'nin huzuruna
varınca; "Efendim! Bana İslâmı anlatınız." dedi. Ebû Saîd Mîhenî ona İslâmı
anlattı.
Mecusi anlatılanları
dinledikten sonra Müslüman oldu ve sahip olduğu her şeyi hocasının hizmetine sarf
etti.
Ebû Saîd Mîhenî, Nişâbur'da bulunuyordu.
Ebû Saîd Mîhenî, Nişâbur'da bulunuyordu.
Sultan Tuğrul'un veziri Ebû
Mansûr vefatına yakın hastalandı.
Bu sırada Ebû Saîd Mîhenî ile
İmâm-ı Kuşeyrî'yi yanına davet etti ve; "Sizi çok severim.
Size çok yardımlarım oldu.
Şimdi ise, sizden bir dileğim
var.
Vefat ettiğimde, cenazemde
bulunup, defnolunduktan sonra hizmetinizle, sual meleklerinin sorgusundan
kurtuluncaya kadar, kabrimin başında kalınız." dedi.
Her ikisi de, bu ricasını kabul
ettiler.
Vezir Ebû Mansûr vefat
edince, ikisi de cenazesinde hazır bulundular. Definden sonra İmâm-ı Kuşeyrî,
Ebû Saîd Mîhenî'ye; "Ben cemaatle gideyim.
Siz artık vezirin vasiyetini
yerine getirirsiniz." dedi.
Ebû Saîd seccadesini serip,
bir müddet kabrin başında bekledi.
Sonra İmâm-ı Kuşeyrî'nin
yanına varınca; "Vezirin vasiyetini yerine getirdiniz mi?" diye
sordu.
Ebû Saîd Mîhenî; "Vezir
defnolununca, iki sual meleği geldiler.
Birisi sual sormaya
başlayınca, diğeri ona; "Görmüyor musun?
Kabrin başında kim
oturuyor." dedi.
Bunun üzerine kalkıp
gittiler.
Onlar gidince ben de kalkıp
geldim." dedi.
Gencin birisi, ticaret için bir kervan ile sefere çıkmıştı.
Gencin birisi, ticaret için bir kervan ile sefere çıkmıştı.
Çok uykusuz olduğu için,
kervanın konakladığı bir yerde isti rahat edip, sonra yola devam etmeyi
düşündü.
Kervan mola verince, yolun
kenarına uzandı.
Uyuya kalmıştı.
Uyandığında vaktin çok
geçmiş, yol arkadaşlarının çoktan gitmiş olduklarını anladı.
Issız sahrada, arkadaşlarının
izlerini de bulamadı.
Ne tarafa gittiğini bilmez
bir hâlde koştu.
Fakat kimseyi bulamadı.
Bilmediği bir tarafa doğru gitmeye başladı. Sıcak bastırmış, açlık ve hararet
başlamıştı.
Sabretti.
Ertesi gün oldu.
Buralarda kalıp öleceğini
anladı.
Bu sırada son bir ümit ile etrafı
gözetledi.
Çok uzaklarda bir yeşillik
vardı.
Bütün gücünü toparlayıp oraya
koştu.
Çeşme vardı. Hemen abdest
alıp namaz kıldı.
Biraz bekledi.
Öğle vakti olmuştu.
Uzaklardan, birisi geldi.
Uzun boylu, heybetli, gür sakallı,
beyaz tenli, çok hoş biriydi.
Abdest aldı.
Namaz kıldı ve gitti.
Genç, kendisi ile konuşmaya cesaret
edemedi.
İkindi vakti olunca o zat
gene geldi.
Namazdan sonra genç ona
hâlini anlatıp, kendisinden yardım istedi. Bu esnada bir aslan geldi.
O zat, aslanın kulağına
eğilip bir şeyler söyledi.
Sonra da genci aslanın
sırtına bindirip; "Gözlerini kapa!
Aslan nerede durursa, orada
inersin" dedi.
Genç; "Peki." deyip
ayrıldı.
Bir miktar gidince aslan
durdu.
Genç de indi.
Gözlerini açınca aslanın gittiğini
gördü.
Memleketi olan Buhârâ'ya
gelmişti.
Birkaç gün sonra, Ebû Saîd
hazretlerinin Buhârâ'ya geldiğini haber aldı.
Kendisini merak edip görmek
istedi.
Bir de baktı ki, kendisini aslana
bindiren zat idi.
O gence dönerek;
"Hayatta olduğum müddetçe bu sırrı hiç kimseye söyleme." buyurdu.
Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr hazretlerinin bir oğlu vardı.
Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr hazretlerinin bir oğlu vardı.
Küçük iken mektebe gitmekten
çok çekinir, korkardı.
Bir gün Ebû Saîd;
"Talebelerin geldiğini haber veren kimsenin her arzusunu yerine
getireceğim." buyurdu. Bu sözü duyan oğlu hemen dama çıkıp misafirleri
gözetledi. Bir zaman sonra, beklenen misafirlerin gelmekte olduğunu görüp,
hemen babasına haber verdi. Babası; "Ne dilersen dile!" buyurdu.
"Beni mektebe gönderme!" dedi. Ebû Saîd; "Peki gitme."
buyurdu. Çocuk; "Hiç gitmeyeyim mi?" dedi. Ebû Saîd başını eğip, bir
müddet düşündükten sonra; "Hiç gitme. Ama Fetih sûresini mutlaka
ezberle." buyurdu. Çocuk sevinerek kabul etti. Kısa zamanda Fetih sûresini
ezberledi.
Ebû Saîd'in vefatından sonra, Ebû Tâhir adındaki bu oğlu çok fakir ve borçlu oldu.
Ebû Saîd'in vefatından sonra, Ebû Tâhir adındaki bu oğlu çok fakir ve borçlu oldu.
İsfehan hâkimi Hâce
Nizâm-ül-mülk'ün yanına gitti.
Hâkim kendisini tanıdığı
için, çok izzet ve ikramda bulunup hürmet etti.
İhtiyaçlarını temin etti.
Ebû Tâhir'i sevmeyen bir
kimse bu durumu görünce; "Öyle birine yardım yapıyorsun ki, dini
ilimlerden haberi yok, Kur'ân-ı kerim okumasını dahi bilmiyor." dedi.
Hâce Nizâm-ül-mülk buna
üzülüp; "Onu çağıralım.
Senin istediğin bir sureyi
okusun, eğer okuyamazsa, o zaman senin söylediklerini kabul ederim.
Biz kendisini din işleriyle, dine
hizmetle meşgul olarak tanıyoruz." dedi.
Büyük zatların bulunduğu bir meclise Ebû Tâhir'i çağırdılar. Nizâm-ül-mülk o kimseye dönerek; "Hangi sureyi okumasını istiyorsun?" diye sordu. O da; "Fetih sûresini okusun." dedi. Ebû Tâhir ağlayarak Fetih sûresini okudu. O iddiacı kimse mahcup, Nizâm-ül-mülk çok memnun oldu.
Büyük zatların bulunduğu bir meclise Ebû Tâhir'i çağırdılar. Nizâm-ül-mülk o kimseye dönerek; "Hangi sureyi okumasını istiyorsun?" diye sordu. O da; "Fetih sûresini okusun." dedi. Ebû Tâhir ağlayarak Fetih sûresini okudu. O iddiacı kimse mahcup, Nizâm-ül-mülk çok memnun oldu.
Nizâm-ül-mülk, Kur'ân-ı kerimi
okurken ağlayıp çok gözyaşı dökmesinin sebebini sordu.
O da babasının kendisine
Fetih sûresini ezberlemesini söylediği hâdiseyi anlatınca, Nizam-ül-mülk;
"Öyle büyük bir zat ki, evlâdının yetmiş sene sonra karşılaşacağı
sıkıntının çaresini ta o zamandan bildiriyor.
O zatın derecesini anlamaktan
biz aciziz." dedi.
Bundan sonra o büyüklere olan
muhabbeti daha da arttı.
Şu rubaiyi Ebû Saîd söylemiştir:
"Nefsine uymak doğru değildir elbet,
Bas nefse ayağını, himmeti yükselt.
Ey dost, Allah yolunda çok eyle gayret,
Yılanla ol da, nefsinle etme sohbet."
Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr buyurdu ki:
"Tasavvuf; başındaki sevdayı atmak, elindeki dünyayı dağıtmak ve vaki olanda karar kılmaktır."
"Allah baki ve kâfidir.
Şu rubaiyi Ebû Saîd söylemiştir:
"Nefsine uymak doğru değildir elbet,
Bas nefse ayağını, himmeti yükselt.
Ey dost, Allah yolunda çok eyle gayret,
Yılanla ol da, nefsinle etme sohbet."
Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr buyurdu ki:
"Tasavvuf; başındaki sevdayı atmak, elindeki dünyayı dağıtmak ve vaki olanda karar kılmaktır."
"Allah baki ve kâfidir.
O'ndan başkası boştur.
O'ndan gayri her şeyden
nefsini uzak eyle!"
"Allahü teâlâ ile kul arasında perde, yer ve gök değildir.
"Allahü teâlâ ile kul arasında perde, yer ve gök değildir.
Arş ve Kürsi de değildir.
Perde, insanın benliğidir.
Bu aradan kaldırılırsa
Allah'a kavuşulur."
"Zikir, Allahü teâlâyı anıp, hatırlamak, O'ndan başkasını unutmaktır."
"Allahü teâlâdan ihlâsı, her şeyi O'nun rızası için yapmayı isteyiniz. İhlâsta, dünya ve ahirette kurtuluş vardır."
"Vakit, iki nefes arasındadır. Biri geçti biri henüz gelmedi. O halde dün gitti, yarın nerede. Gün bugündür. Vakit keskin bir kılıçtır."
"Kim kendini iyi zannederse o kendisini bilmiyordur."
"Kul, Allahü teâlâ için neyi terk ederse, Allahü teâlâ ona karşılık daha hayırlısını verir."
"Kişinin helâki, Allahü teâlâdan başkasına gönül bağladığı şeydir."
HELÂL OLAN, HELÂL YİYENLERE GELİR
Ebû Saîd Mîhenî'nin büyüklüğünü inkâr edenlerden biri, Ebû Saîd'in; "Âlemde hiç kimse helâl lokma bulamayıp haram yese, biz haram yemeyiz." sözünü duymuştu.
"Zikir, Allahü teâlâyı anıp, hatırlamak, O'ndan başkasını unutmaktır."
"Allahü teâlâdan ihlâsı, her şeyi O'nun rızası için yapmayı isteyiniz. İhlâsta, dünya ve ahirette kurtuluş vardır."
"Vakit, iki nefes arasındadır. Biri geçti biri henüz gelmedi. O halde dün gitti, yarın nerede. Gün bugündür. Vakit keskin bir kılıçtır."
"Kim kendini iyi zannederse o kendisini bilmiyordur."
"Kul, Allahü teâlâ için neyi terk ederse, Allahü teâlâ ona karşılık daha hayırlısını verir."
"Kişinin helâki, Allahü teâlâdan başkasına gönül bağladığı şeydir."
HELÂL OLAN, HELÂL YİYENLERE GELİR
Ebû Saîd Mîhenî'nin büyüklüğünü inkâr edenlerden biri, Ebû Saîd'in; "Âlemde hiç kimse helâl lokma bulamayıp haram yese, biz haram yemeyiz." sözünü duymuştu.
Kendisini imtihan etmek istedi.
Helâl para ile bir oğlak
satın aldı. Haram para ile de, birincisine çok benzeyen başka bir oğlak aldı.
Bunları kızarttırıp, hizmetçisi ile Ebû Saîd'e gönderdi.
Kendisi de önden gidip,
onların bulunduğu yerde oturdu.
Hizmetçi kızarmış oğlakları
getirirken karşısına iki sarhoş çıkıp, haram para ile alınan oğlağın bulunduğu
tepsiyi alıp yediler.
Hizmetçi, elinde kalan ve
helâl lokma ile alınmış olan oğlağı, Ebû Saîd'in önüne koydu.
Oğlakları gönderen kimse
durumu öğrenip anlayınca, sarhoşlara çok kızdı. Fakat bu hâlini açıktan belli
etmedi. Sonra Ebû Saîd dönerek; "Kendini boşuna üzme! Haram olan köpeklere
gider, helâl olan da helâl yiyenlere gelir." buyurdu.
O kimse çok mahcup olup
hâline tövbe etti ve bu hâdiseden sonra bir daha aleyhinde bulunmadı.
VAKTİ SAATİ GELİNCE OLUR
Müslümanlardan birinin Yahudi bir ortağı vardı. Ortağını ne kadar İslâm’a davet etti ise, Müslümanlığı kabul etmedi.
VAKTİ SAATİ GELİNCE OLUR
Müslümanlardan birinin Yahudi bir ortağı vardı. Ortağını ne kadar İslâm’a davet etti ise, Müslümanlığı kabul etmedi.
Hatta bu ortağına; "Eğer
Müslüman olursan, malımın üçte birini sana veririm." dedi.
Yahudi yine kabul etmedi.
O Müslüman başka bir gün;
"Eğer Müslüman olursan, malımın yarısını sana veririm." demesine
rağmen yine kabul etmedi.
Müslüman tüccar bir süre
sonra; "Eğer Müslüman olursan, malımın üçte ikisini sana veririm."
dedi.
Yahudi yine kabul etmedi.
Müslüman tüccar artık ortağının
Müslüman olmasından ümidini kesmişti.
O Müslüman, bir gün Ebû Saîd
Mîhenî'nin dergâhının yanından geçiyordu.
Yahudi ortağı da yanında idi.
Bu sırada dergâha girdi. Ebû
Saîd Mîhenî bu sırada sohbet ediyordu. Yahudi ortağı da kendi kendine;
"Ben de mescide gireyim, bir dinleyeyim, bakalım neler anlatıyor.
Onun halk arasında kabul
görmesinin sebebi nedir bir göreyim? Yahudi olduğuma dair üzerimde her hangi
bir işaret olmadığı için beni nasıl olsa tanımaz." dedi.
Yahudi, gizlenerek mescide
girdi.
Bir direğin arkasına oturdu.
Ebû Saîd Mîhenî sohbet esnasında
bir ara Yahudicin arkasında oturduğu direğe doğru dönerek;
"Ey Yahudi!
Direğin arkasında ne kadar
kendini gizlemeye çalışsan da gizlenemezsin." dedi.
Yahudi gayri ihtiyari ayağa
kalktı.
Ebû Saîd Mîhenî'nin yanına
vardı.
Ebû Saîd hazretleri ona Müslüman
olmasını söyleyince, bu daveti kabul edip, Müslüman oldu.
Ebû Saîd hazretleri ona;
"Şimdi ortağının yanına git.
Sana Müslümanlığı öğretsin.
İşler vakti zamanı gelince
olur.
Ondan önce olmaz.
Zamanı gelince Müslüman olmak
için malın üçte birine, yarısına ve üçte ikisini vermeye hacet kalmaz."
buyurdu.
HAYRET ETTİM
Hucvirî Keşf-ül-Mahcûb isimli eserinde şöyle anlatıyor: "Mihene şehrinde, Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr'ın türbesinde bulunuyordum. Türbenin üzerinde bir kumaş parçası vardı. Beyaz bir güvercin uçarak gelip o kumaşın altına girdi. Herhalde bir şeyden kaçıyordu.Onun için oraya gizlendi diye düşündüm. Biraz sonra merakım arttı. Kumaşı kaldırdığımda güvercin yoktu.Hayret ettim. Ertesi ve daha sonraki gün bu hâdise tekrar etti. Hikmeti nedir? diye düşünürken, bir gece rüyâmda Ebû Saîd'i gördüm. Gördüğüm hâdiseyi kendisine sordum. "O güvercin, amellerimin safâsıdır. Her gün kabrime gelip bana nedîm (sohbet arkadaşı) olur." buyurdu. Anladım ki, o büyük zâtın güzel amelleri, beyaz bir güvercin şeklinde kabrine geliyor ve kendisi ile tatlı tatlı sohbet ediyorlar."
1) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.270
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.295
3) Nefehât-ül-Üns; s.339
4) Firdevs-ül-Mürşidiyye; s.76, 293
5) Sefînet-ül-Evliyâ; s.162
6) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.228
7) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.4, s.10
8) Keşf-ül-Mahcûb; s.224
9) Persian Literatüre; c.2, s.928
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.86
HAYRET ETTİM
Hucvirî Keşf-ül-Mahcûb isimli eserinde şöyle anlatıyor: "Mihene şehrinde, Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr'ın türbesinde bulunuyordum. Türbenin üzerinde bir kumaş parçası vardı. Beyaz bir güvercin uçarak gelip o kumaşın altına girdi. Herhalde bir şeyden kaçıyordu.Onun için oraya gizlendi diye düşündüm. Biraz sonra merakım arttı. Kumaşı kaldırdığımda güvercin yoktu.Hayret ettim. Ertesi ve daha sonraki gün bu hâdise tekrar etti. Hikmeti nedir? diye düşünürken, bir gece rüyâmda Ebû Saîd'i gördüm. Gördüğüm hâdiseyi kendisine sordum. "O güvercin, amellerimin safâsıdır. Her gün kabrime gelip bana nedîm (sohbet arkadaşı) olur." buyurdu. Anladım ki, o büyük zâtın güzel amelleri, beyaz bir güvercin şeklinde kabrine geliyor ve kendisi ile tatlı tatlı sohbet ediyorlar."
1) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.270
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.295
3) Nefehât-ül-Üns; s.339
4) Firdevs-ül-Mürşidiyye; s.76, 293
5) Sefînet-ül-Evliyâ; s.162
6) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.228
7) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.4, s.10
8) Keşf-ül-Mahcûb; s.224
9) Persian Literatüre; c.2, s.928
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.86
İnternet Ebü said-i ebül
hayr.