21 Kasım 2012 Çarşamba

YOKLUKTA KAYBOLMAK

Pek yüce, kudretli bir padişah vardı.
Padişahın da bir oğlu vardı, Yusuf gibi pek güzel bir delikanlıydı.

Hiç kimsede o çocuktaki güzellik yoktu.
Hiç kimse o ululuğa, o yüceliğe sahip değildi.

Bütün güzeller, onun yoluna toprak kesilmişlerdi.
Bütün ulular, ona kul köle olmuşlardı.

Geceleyin halvetten çıkıp görünse sanki ovaya vurmuş bir güneşti!
Yüzünü övmeye imkân yoktu;

Ne kadar övünse saçının bir teli bile övünmemiş gibiydi.
Zülfünü örse de bir ip haline gelirse yüz binlerce gönlü, baş aşağı kuyuya sallandırırdı.

O Tıraz mumunun (kokulu yanan mum) âlemi yakan saçı, bütün âlemi uzun bir işe düşürmüştü.
O Yusuf’a benzeyen güzeli, biri çıksa da elli yıl övse yine anlatamazdı.

Nergis gözlerini bir kırptı mı bütün âlemi ateşe yakardı.
Dudaklarını açtı da şeker gibi bir güldü mü bahar gelmeden yüz binlerce gül açardı.

Ağzı var mı, yok mu?
Hiç bilinmedi ki.

Yok, olan şeyden zaten bahsedilemez ki!
Dişlerinden dem vurmak, hiçbir incelikten haberdar olmamaktır.

Çünkü inciler bile o dişleri kıskanmış, erimişti!
Perde ardından çıktı mı saçının her teli, yüzlerce kan dökerdi!

Canın da fitnesiydi, cihanın da.
Ne söylersem, ne kadar översem hepsinden ileriydi o!

Ata binip meydana girdi mi önünde, ardında ellerinde kınsız kılıçlar bulunan adamları da beraber yürürler;

Kim o çocuğa kem ( fena, kötü, bozuk) gözle bakarsa derhal yolunu keserler, yakalarlardı.

Hiçbir şeyden haberi olmayan yoksul bir derviş vardı.
Çocuğu görüp âşık oldu, canından da vazgeçti, başından da!

Aciz, perişan bir hale gelmişti.
Elinden bir şeycikler gelmiyordu..

Adeta canından olmuştu, bir şey söylemeye de kudreti yoktu.

Derdine hemdert (dert arkadaşı) olmadığından aşkla, dertle canından, gönlünden olmaktaydı.

Gece gündüz, o çocuğun yolunu beklerdi.
Bütün halktan göz yummuştu.

Ağlayıp duruyor, fakat onu bulamıyor, derdini kimseciklere söyleyemiyordu.

Yanıp yakılmaktaydı;
Ne bir şey yiyordu, ne bir şey içiyordu.

Âlemde bir tek mahremi (dostu) yoktu.
Dertle adeta can vermekteydi.

Gece gündüz altın gibi sarı bir çehreyle yüreği yarılmış bir halde oturur;
Gümüş gibi gözyaşları dökerek onu bekler dururdu.

O kararsız aşık, sevgilisi bazen uzaktan geçer giderdi de onun için yaşardı.
Şehzade uzaktan göründü mü halk birbirine girer, bir gürültüdür kopardı.

Âlemde yüzlerce kıyamet kopar, halk birbirine girip kaçışmaya başlardı.
Çavuşlar, önünden ardından giderler;

Her an, yüzlerce kişinin kanına girerlerdi.
Tutun, kaçın sesleri ta göğe kadar çıkar, asker bir fersaha yakın bir sahayı doldururdu.

Yoksul, çavuşların sesini duyunca elden ayaktan düşer;
Öyle kala kalırdı.

Aşk, onu çeker çevirirdi.
Kanlar içine düşer varlığını terk ederdi.

Öyle bir hale gelirdi ki o anda onu görüp zarı-zarı kan ağlamak için yüz binlerce göz gerekti!

O güçsüz kuvvetsiz âşık gâh morarırdı, gâh gözlerinden kanlı gözyaşları dökerdi.

Gâh gözyaşları, çektiği AH’ın tesiriyle donar, gâh gayretinden gözyaşları, onu yakıp yandırırdı.
Yarı kesilmiş, yarı ölmüş, yarı canlı bir hale gelirdi.

Hatta o kadar eli boş olurdu ki yarı cana bile malik (sahip) olmazdı.
Böyle bir yoksul, öyle bir derde düşmüştü.

Hiç öyle bir şehzade elde edilebilir miydi ki?
O bihaber (habersiz), yarım zerrecik bir gölgeden ibaretti.

Güneşe kavuşmak istiyordu!
Şehzade, bir gün askerle beraber yola çıktı.

Yoksul, bunu görünce candan bir nara çekti.
Bir nara atıp kendisinden geçti.

Dedi ki:
Canım gitti, aklımsa daha önce savuştu (kaçtı).
Niceye bir canımı yakacağım?

Artık sabrım takatim kalmadı.
O çaresiz âşık, hem bu sözleri söylemekte, hem de başını taşlara vurmaktaydı.

Bu sözü söyleyince aklı başından gitti, gözlerinden kanlı gözyaşları akmaya başladı.

Şehzadenin çavuşu, bundan haberdar olunca dervişin canına kasketti, padişahın tapısına varıp,

Padişahım dedi;
Kararsız bir rint, şehzadeye âşık olmuş!

Padişah, bu sözü duyunca kendinden geçti.
Öyle bir kızdı ki adeta hiddetinden kafasından beyni fırladı.

Tez dedi, yürüyün, yakalayıp asın.
Ayaklarını bağlayın, başını uçurun!

Padişahın adamları, derhal harekete geçtiler, o yoksulun çevresini kuşattılar.
Onu yakalayıp çeke-çeke darağacının dibine götürdüler.

Bütün halk, onun başına üşmüştü ama
Ne kimse derdini biliyordu, ne de birisi çıkıp şefaat (aracılık) ediyordu!

Vezir, yoksulu darağacının dibine getirince o zavallı, ayrılık ateşiyle bir ah etti.

Dedi ki:
Allah için olsun, biraz mühlet ver de bari darağacının dibinde bir secde edeyim.

Kızgın vezir, mühlet verdi.
Derviş yüzünü toprağa koydu.

Ağlamaya ve Tanrı’ya münacata (isteklerini söylemek) koyuldu.
Secdede, Tanrı’ya hacetlerini (ihtiyacını) söylemeye başladı.

Dedi ki:
Yarabbi, padişah beni suçsuz öldürmek istiyor.
Lütfet de can vermeden evvel bir kere daha bana o çocuğun yüzünü göster!

Bir kere daha onun yüzünü doya-doya göreyim de yüzüne baka-baka canımı feda edeyim.

O şehzadenin yüzünü görürsem yüz binlerce canım olsa seve-seve veririm.
Padişahım, kul senden hacet istemekte.
(Tanrım, senden ihtiyacımın karşılanmasını istiyorum)

Âşıktır o kul ve senin yolunda öldürülüyor.
*Hala, bu kapının kuluyum ben.

*Âşık oldum ama kâfir olmadım henüz!
Sen, yüz binlerce haceti reva edersin.
(İhtiyaçları yerine getirirsin)

Benim muradımı da ver, beni maksadıma eriştir!
O yol mazlumu (haksızlığa uğramış), hacetini (ihtiyacını) isteyince oku, hedefe vardı.

Vezir gizlice bu sözleri duydu.
O yoksulun derdiyle dertlendi.

Padişahın tapısına varıp ağlamaya başladı, o biçare (çaresiz) aşıkın halini anlattı.

Padişah da dertlendi, acıdı, kızgınlığı gitti;
Onu affetmeyi kurdu.

Şehzadeye dedi ki:
O elden ayaktan düşmüş biçareden (çaresiz) baş çevirme!

Hemen kalk, darağacının dibine var.
O dertlinin yanına git!

Aşıkına seslen.
O, senin aşıkındır, gönlünü al biçarenin.

Senin bir hayli kahrını çekti;
Ona lütfet.

Senin zehrini tattı;
Ona şerbet sun!

Onu yerden kaldır, gül bahçesine götür.
Sonra da al, bana getir.

O Yusuf’a benzer şehzade, yoksulu vuslatına (buluşmak)erdirmek üzere yola düştü.
O ateş yüzlü güneş, zerresine kavuşmak için yola çıktı.

O incilerle dolu deniz, katresini (damlasını) kendisine ulaştırmaya niyetlendi.

Nihayet o şehzade darağacının dibine vardı.
Kıyamet gibi bir fitnedir (karışıklık başladı) uyandı.

O yoksulu, ölüm toprağına düşmüş, yüzükoyun topraklara döşenmiş buldu.
Toprak, gözlerinden akan kanlı gözyaşlarıyla ıslanmış, balçık haline gelmişti.

Bütün âlem de, adeta onun hasretine düşmüştü.
Yoksul mahvolmuştu, yok olmuştu.

Bundan daha beter ne olur?
İşte o beter hale de gelmişti o?

Şehzade, o kanlara düşmüş zavallıyı görünce gözleri yaşardı.

Gözyaşlarını askere göstermemek, ağladığını onlardan gizlemek istedi ama mümkün olmadı.

O anda göz yaşları yağmur gibi akmaya başladı.
Gönlünde yüzlerce cihanı dolduran dertler meydana geldi.

*Aşkta doğru olan aşıkın sevgilisi, kalkar, ayağıyla aşıkının başucuna gelir.
*Âşık oldun da aşkın da doğru mu?

Maşukun (sevilen) sana âşık olur.

Nihayet o güneşe benzeyen şehzade lütfedip yoksula seslendi, onu çağırdı.
Yoksul şehzadenin sesini duymuştu, fakat yüzünü pek uzaktan görmüştü.

 Topraktan yüzünü kaldırır kaldırmaz karşısında padişahının yüzünü gördü.
Tutuşup yanan ateş, deniz suyuna bile kavuşsa yine sönmez, yanar.

Yanar ama yalımı (gösterişi) görünmez!
O âşık derviş de bir ateşti.

Adeta denize kavuştu, hoş bir hale geldi.
Canı dudağına geldi de dedi ki:

Padişahım, mademki beni böyle öldürmek elinde;

Bu güçlü kuvvetli askerlere ne hacet (ihtiyaç) var?
Bu sözü söyler söylemez yoklara karıştı, sanki hiç dünyaya gelmemişti!

Bir nara attı, can verip öldü.
Bir mum gibi gülümsedi geçti gitti!

Sevgilisine kavuştuğunu anlar anlamaz hiçbir ilişiği kalmadı, yok oluverdi!

Yolcular bilirler, dert meydanında aşkın meydana getirdiği yokluk, erlere neler etmiştir.

Bütün erler bu yolda yok oldular da Hak eşiğinde Hakk’ı anladılar, bildiler.
Ey varlığı, yoklukla karışmış olan, senin lezzetini de elemle karıştırmışlar.

Bir zaman altüst olmadıkça huzur ve istirahattan nasıl haber alabilirsin ki?

Böyle bir kimyayı elde etmek, bu hale bürünmek istemezsen bile hiç olmazsa bir an olsun, seyretmeye gel!

Telaş içinde ellerini açmış, bir şimşek gibi sırçamızsın ama asıl şimşeğin karşısına gelince elini, kolunu bağlamış, kalakalmışsın!

Bu senin işin değil ama yine de ercesine gel.
Aklını yak, yiğitçe gir içeri!

Nice bir düşüneceksin?
Benim gibi kendinden geç.

Bir an olsun kendini bir iyice düşün.

Son nefese kadar bir an olur da yokluğa kavuşursan en yüce zevki bulur, varlığı terk eder, yokluk makamına erersin.

Yokluk güneşi doğup vuralı onun ziyasına nikbetle (aydınlığı) iki cihanda gözüme bir pencerenin pırıltısından daha az görünmekte!

O güneşin ziyasını (aydınlığını) göreli ben kalakaldım.
Su, yine suya kavuştu gitti!

Benden başka her şey yok oldu.
Benim de varlığım kalmadı.

Artık benim hayrım da akıldan üstündür, şerrim de;
Akıl, ne hayrımdan haberdardır, ne şerrimden!

Neyim varsa hepsini aldım, getirdim, oynadım, yutuldum.
Hepsini bir kara suyun içine attım, hepsinden de kurtuldum.

Mahvoldum, kendimi kaybettim, hiçbir şey kalmadı.
Gönlümde zerre kadar gam gussa (keder kaygı, tasa) yok!

YOK OLMAK HERKESİN İŞİ DEĞİL…

Değil ama ben yoklukta kayboldum, yokluğa erdim (ulaştım);
Benim gibi bu makama eren çok kişi var!

Balıktan aya kadar şu âlemde bu makama varıp yok olmayı istemeyen kimdir?

                              ***
MANTIK AL- TAYR 2 Feridüddin-i ATTAR
İslam klasikleri. M. E. B. 2172
Çeviren Abdulbaki GÖLPINARLI
( Bu kitabı temin edip evinde bulundurmanı önemle öneririm)

                           ***

RAVLİ

Popüler Yayınlar