Padişahın da bir oğlu vardı, Yusuf gibi pek güzel bir delikanlıydı.
Hiç kimsede o çocuktaki
güzellik yoktu.
Hiç kimse o ululuğa, o
yüceliğe sahip değildi.
Bütün güzeller, onun yoluna
toprak kesilmişlerdi.
Bütün ulular, ona kul köle
olmuşlardı.
Geceleyin halvetten çıkıp
görünse sanki ovaya vurmuş bir güneşti!
Yüzünü övmeye imkân yoktu;
Ne kadar övünse saçının bir
teli bile övünmemiş gibiydi.
Zülfünü örse de bir ip haline
gelirse yüz binlerce gönlü, baş aşağı kuyuya sallandırırdı.
O Tıraz mumunun (kokulu yanan
mum) âlemi yakan saçı, bütün âlemi uzun bir işe düşürmüştü.
O Yusuf’a benzeyen güzeli,
biri çıksa da elli yıl övse yine anlatamazdı.Nergis gözlerini bir kırptı mı bütün âlemi ateşe yakardı.
Dudaklarını açtı da şeker gibi bir güldü mü bahar gelmeden yüz binlerce gül açardı.
Ağzı var mı, yok mu?
Hiç bilinmedi ki.
Yok, olan şeyden zaten
bahsedilemez ki!
Dişlerinden dem vurmak,
hiçbir incelikten haberdar olmamaktır.
Çünkü inciler bile o dişleri
kıskanmış, erimişti!
Perde ardından çıktı mı
saçının her teli, yüzlerce kan dökerdi!
Canın da fitnesiydi, cihanın
da.
Ne söylersem, ne kadar
översem hepsinden ileriydi o!
Ata binip meydana girdi mi
önünde, ardında ellerinde kınsız kılıçlar bulunan adamları da beraber yürürler;
Kim o çocuğa kem ( fena,
kötü, bozuk) gözle bakarsa derhal yolunu keserler, yakalarlardı.
Hiçbir şeyden haberi olmayan
yoksul bir derviş vardı.
Çocuğu görüp âşık oldu,
canından da vazgeçti, başından da!
Aciz, perişan bir hale
gelmişti.
Elinden bir şeycikler
gelmiyordu..
Adeta canından olmuştu, bir
şey söylemeye de kudreti yoktu.
Derdine hemdert (dert
arkadaşı) olmadığından aşkla, dertle canından, gönlünden olmaktaydı.
Gece gündüz, o çocuğun yolunu
beklerdi.
Bütün halktan göz yummuştu.
Ağlayıp duruyor, fakat onu
bulamıyor, derdini kimseciklere söyleyemiyordu.
Yanıp yakılmaktaydı;
Ne bir şey yiyordu, ne bir
şey içiyordu.
Âlemde bir tek mahremi
(dostu) yoktu.
Dertle adeta can vermekteydi.
Gece gündüz altın gibi sarı
bir çehreyle yüreği yarılmış bir halde oturur;
Gümüş gibi gözyaşları dökerek
onu bekler dururdu.
O kararsız aşık, sevgilisi
bazen uzaktan geçer giderdi de onun için yaşardı.
Şehzade uzaktan göründü mü
halk birbirine girer, bir gürültüdür kopardı.
Âlemde yüzlerce kıyamet
kopar, halk birbirine girip kaçışmaya başlardı.
Çavuşlar, önünden ardından
giderler;
Her an, yüzlerce kişinin
kanına girerlerdi.
Tutun, kaçın sesleri ta göğe
kadar çıkar, asker bir fersaha yakın bir sahayı doldururdu.
Yoksul, çavuşların sesini
duyunca elden ayaktan düşer;
Öyle kala kalırdı.
Aşk, onu çeker çevirirdi.
Kanlar içine düşer varlığını
terk ederdi.
Öyle bir hale gelirdi ki o
anda onu görüp zarı-zarı kan ağlamak için yüz binlerce göz gerekti!
O güçsüz kuvvetsiz âşık gâh
morarırdı, gâh gözlerinden kanlı gözyaşları dökerdi.
Gâh gözyaşları, çektiği AH’ın
tesiriyle donar, gâh gayretinden gözyaşları, onu yakıp yandırırdı.
Yarı kesilmiş, yarı ölmüş,
yarı canlı bir hale gelirdi.
Hatta o kadar eli boş olurdu
ki yarı cana bile malik (sahip) olmazdı.
Böyle bir yoksul, öyle bir
derde düşmüştü.
Hiç öyle bir şehzade elde edilebilir
miydi ki?
O bihaber (habersiz), yarım
zerrecik bir gölgeden ibaretti.
Güneşe kavuşmak istiyordu!
Şehzade, bir gün askerle
beraber yola çıktı.
Yoksul, bunu görünce candan
bir nara çekti.
Bir nara atıp kendisinden
geçti.
Dedi ki:
Canım gitti, aklımsa daha
önce savuştu (kaçtı).Niceye bir canımı yakacağım?
Artık sabrım takatim kalmadı.
O çaresiz âşık, hem bu
sözleri söylemekte, hem de başını taşlara vurmaktaydı.
Bu sözü söyleyince aklı
başından gitti, gözlerinden kanlı gözyaşları akmaya başladı.
Şehzadenin çavuşu, bundan haberdar olunca dervişin canına kasketti, padişahın tapısına varıp,
Padişahım dedi;
Kararsız bir rint, şehzadeye âşık
olmuş!
Padişah, bu sözü duyunca
kendinden geçti.
Öyle bir kızdı ki adeta
hiddetinden kafasından beyni fırladı.
Tez dedi, yürüyün, yakalayıp
asın.
Ayaklarını bağlayın, başını
uçurun!
Padişahın adamları, derhal
harekete geçtiler, o yoksulun çevresini kuşattılar.
Onu yakalayıp çeke-çeke
darağacının dibine götürdüler.
Bütün halk, onun başına
üşmüştü ama
Ne kimse derdini biliyordu,
ne de birisi çıkıp şefaat (aracılık) ediyordu!
Vezir, yoksulu darağacının
dibine getirince o zavallı, ayrılık ateşiyle bir ah etti.
Dedi ki:
Allah için olsun, biraz
mühlet ver de bari darağacının dibinde bir secde edeyim.
Kızgın vezir, mühlet verdi.
Derviş yüzünü toprağa koydu.
Ağlamaya ve Tanrı’ya münacata
(isteklerini söylemek) koyuldu.
Secdede, Tanrı’ya hacetlerini
(ihtiyacını) söylemeye başladı.
Dedi ki:
Yarabbi, padişah beni suçsuz
öldürmek istiyor.Lütfet de can vermeden evvel bir kere daha bana o çocuğun yüzünü göster!
Bir kere daha onun yüzünü
doya-doya göreyim de yüzüne baka-baka canımı feda edeyim.
O şehzadenin yüzünü görürsem yüz binlerce canım olsa seve-seve veririm.
Padişahım, kul senden hacet istemekte.
(Tanrım, senden ihtiyacımın karşılanmasını istiyorum)
Âşıktır o kul ve senin
yolunda öldürülüyor.
*Hala, bu kapının kuluyum
ben.
*Âşık oldum ama kâfir olmadım
henüz!
Sen, yüz binlerce haceti reva
edersin.(İhtiyaçları yerine getirirsin)
Benim muradımı da ver, beni
maksadıma eriştir!
O yol mazlumu (haksızlığa
uğramış), hacetini (ihtiyacını) isteyince oku, hedefe vardı.
Vezir gizlice bu sözleri
duydu.
O yoksulun derdiyle dertlendi.
Padişahın tapısına varıp
ağlamaya başladı, o biçare (çaresiz) aşıkın halini anlattı.
Padişah da dertlendi, acıdı,
kızgınlığı gitti;
Onu affetmeyi kurdu.
Şehzadeye dedi ki:
O elden ayaktan düşmüş
biçareden (çaresiz) baş çevirme!
Hemen kalk, darağacının
dibine var.
O dertlinin yanına git!
Aşıkına seslen.
O, senin aşıkındır, gönlünü
al biçarenin.
Senin bir hayli kahrını
çekti;
Ona lütfet.
Senin zehrini tattı;
Ona şerbet sun!
Onu yerden kaldır, gül
bahçesine götür.
Sonra da al, bana getir.
O Yusuf’a benzer şehzade,
yoksulu vuslatına (buluşmak)erdirmek üzere yola düştü.
O ateş yüzlü güneş, zerresine
kavuşmak için yola çıktı.
O incilerle dolu deniz,
katresini (damlasını) kendisine ulaştırmaya niyetlendi.
Nihayet o şehzade darağacının
dibine vardı.
Kıyamet gibi bir fitnedir
(karışıklık başladı) uyandı.
O yoksulu, ölüm toprağına
düşmüş, yüzükoyun topraklara döşenmiş buldu.
Toprak, gözlerinden akan
kanlı gözyaşlarıyla ıslanmış, balçık haline gelmişti.
Bütün âlem de, adeta onun
hasretine düşmüştü.
Yoksul mahvolmuştu, yok
olmuştu.
Bundan daha beter ne olur?
İşte o beter hale de gelmişti
o?
Şehzade, o kanlara düşmüş
zavallıyı görünce gözleri yaşardı.
Gözyaşlarını askere
göstermemek, ağladığını onlardan gizlemek istedi ama mümkün olmadı.
O anda göz yaşları yağmur
gibi akmaya başladı.
Gönlünde yüzlerce cihanı dolduran dertler meydana geldi.
*Aşkta doğru olan aşıkın
sevgilisi, kalkar, ayağıyla aşıkının başucuna gelir.
*Âşık oldun da aşkın da doğru
mu?
Maşukun (sevilen) sana âşık
olur.
Nihayet o güneşe benzeyen
şehzade lütfedip yoksula seslendi, onu çağırdı.
Yoksul şehzadenin sesini
duymuştu, fakat yüzünü pek uzaktan görmüştü.
Yanar ama yalımı (gösterişi)
görünmez!
O âşık derviş de bir ateşti.
Adeta denize kavuştu, hoş bir
hale geldi.
Canı dudağına geldi de dedi
ki:
Padişahım, mademki beni böyle
öldürmek elinde;
Bu güçlü kuvvetli askerlere
ne hacet (ihtiyaç) var?
Bu sözü söyler söylemez
yoklara karıştı, sanki hiç dünyaya gelmemişti!
Bir nara attı, can verip
öldü.
Bir mum gibi gülümsedi geçti
gitti!
Sevgilisine kavuştuğunu anlar
anlamaz hiçbir ilişiği kalmadı, yok oluverdi!
Yolcular bilirler, dert
meydanında aşkın meydana getirdiği yokluk, erlere neler etmiştir.
Bütün erler bu yolda yok
oldular da Hak eşiğinde Hakk’ı anladılar, bildiler.
Ey varlığı, yoklukla karışmış
olan, senin lezzetini de elemle karıştırmışlar.
Bir zaman altüst olmadıkça
huzur ve istirahattan nasıl haber alabilirsin ki?
Böyle bir kimyayı elde etmek,
bu hale bürünmek istemezsen bile hiç olmazsa bir an olsun, seyretmeye gel!
Telaş içinde ellerini açmış,
bir şimşek gibi sırçamızsın ama asıl şimşeğin karşısına gelince elini, kolunu
bağlamış, kalakalmışsın!
Bu senin işin değil ama yine
de ercesine gel.
Aklını yak, yiğitçe gir
içeri!
Nice bir düşüneceksin?
Benim gibi kendinden geç.
Bir an olsun kendini bir
iyice düşün.
Son nefese kadar bir an olur
da yokluğa kavuşursan en yüce zevki bulur, varlığı terk eder, yokluk makamına
erersin.
Yokluk güneşi doğup vuralı
onun ziyasına nikbetle (aydınlığı) iki cihanda gözüme bir pencerenin
pırıltısından daha az görünmekte!
O güneşin ziyasını
(aydınlığını) göreli ben kalakaldım.
Su, yine suya kavuştu gitti!
Benden başka her şey yok
oldu.
Benim de varlığım kalmadı.
Artık benim hayrım da akıldan
üstündür, şerrim de;
Akıl, ne hayrımdan
haberdardır, ne şerrimden!
Neyim varsa hepsini aldım,
getirdim, oynadım, yutuldum.
Hepsini bir kara suyun içine
attım, hepsinden de kurtuldum.
Mahvoldum, kendimi kaybettim,
hiçbir şey kalmadı.
Gönlümde zerre kadar gam
gussa (keder kaygı, tasa) yok!
YOK OLMAK HERKESİN İŞİ DEĞİL…
Değil ama ben yoklukta
kayboldum, yokluğa erdim (ulaştım);
Benim gibi bu makama eren çok
kişi var!
Balıktan aya kadar şu âlemde
bu makama varıp yok olmayı istemeyen kimdir?
***
MANTIK AL- TAYR 2
Feridüddin-i ATTAR İslam klasikleri. M. E. B. 2172
Çeviren Abdulbaki GÖLPINARLI
( Bu kitabı temin edip evinde bulundurmanı önemle öneririm)
***
RAVLİ