Kalabalık arasından siyah
giyinmiş, başında bir külah bulunan ve dolaşan sıra dışı bir şahısla
karşılaştı.
Bu adam Mevlana’nın yanına
gelince onun mübarek elini öptü ve
“Dünyanın sarrafı beni anla”
dedi.
Bu ulu kişi Şems-i Tebrizi
idi.
Mevlana hazretleri onunla
konuşup anlaşmaya vakit kalmadan o, kalabalık arasında kaybolup gitti.
Mevlana hazretleri Kayseri’ye
gitti ve yukarıda geçtiği gibi Seyyid’in mezarını ziyaret etti.
Tekrar Konya’ya döndükten bir
müddet sonra fakirlerin sultanı Şemseddin-i Tebrizi (Tanrı onun sırrını
kutlasın) 642 Hicri senesinin Cemaziyülâhır ayının 26 ncı günü Konya’ya geldi.
Mevlana Şemseddin-i
Tebrizi’nin (Tanrı onun zikrini yüceltsin) hikâyesi şöyledir:
Şemseddin-i Tebrizi, Tebriz
şehrinde Ebubekr-i Tebrizi’nin müridi idi.
Ebubekr-i Tebrizi velilikte
ve kalp sırlarını bilmede zamanın bir tanesi idi.
Şemseddin-i Tebrizi
hazretleri ulaştığı makam ve mertebelerle kanaat etmiyor, daha yüksek bir makam
arıyordu.
Kendisini bu makama ulaştıran
bu ulu kişinin sohbeti ile daha iyi, daha yüce olmak, ekmeliyet (Mükemmellik,
kusursuzluk, noksansızlık, eskizsizlik) derecelerine ulaşmak ve ilerlemek
arzusu ile senelerce dünyayı dönüp dolaştı, seyahatler etti.
Nihayet bundan dolayı kendine
“Şems-i Perende-Uçan Şems” adını verdiler.
Şems’in bir gece kararı elden
gitti, perişan oldu.
Tanrı’nın tecellilerine (Hak nurunun görünmesi) gömülüp istiğraktan (Tanrısal düşünceye, hayale dalmak) mest (Sarhoş) olmuş bir halde münacatında (Allah’a yalvarışında):
“Ey Tanrım!
Kendi örtülü olan
sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum” diye dua etti.
Tanrı tarafından “İstediğin
gibi herkesin gözünden saklı, güzel ve mağfirete nail olmuş (Günahları
bağışlanmış) can, Belh’li Sultan-ül-Ulema Baha Veled’in oğludur” diye cevap
geldi.
Bunu üzerine Şems” Ey Tanrım!
Onun mübarek yüzünü bana göster” dedi.
Tanrı tarafından tekrar, "Bunun şükranesi olarak ne verirsin” diye soruldu.
O da “Başımı” diye cevap
verdi.
Şiir:
“Tebriz’de, Şemseddin geldiği
vakit bunun şükranesi olarak başımı vereceğim diye ahdettim.
Çünkü başımdan başka bir
şeyim yoktur.”
Şems’e “ Hakiki maksadına ve
istediğin şeye ulaşman için Rum diyarına git” diye ilham geldi.
Bunun üzerine Şems ihlâs
kemerini (Gönülden gelen sevgi ve istekle, hizmet etmek için) beline bağladı.
Tam bir doğruluk ve büyük bir
aşkla Rum diyarına (Doğu Roma-Anadolu) hareket etti.
Konya şehrine ulaşınca ”Şekerfıruşan=
Şekerciler” hanına indi.
Bir hücre tuttu, hücrenin
kapısına da halk kendisini büyük bir tacir sansın diye iki üç dinar kıymetinde
nadir bir kilit taktı.
Anahtarını da kıymetli bir
atkının köşesine düğümleyerek omzuna attı.
Hâlbuki hücrede kendisinin
eski bir hasırdan, kırık bir ibrik ve tuğla bir yastıktan başka bir şey yoktu.
On, on beş günde bir, bir
parça kuru ekmeği paça suyuna batırıp tirit yapar, onunla iftar ederdi.
Bir gün o ruh dünyasının
sultanı, hanın kapısında oturmuştu.
Mevlana hazretleri (Tanrı onun sırlarını kutlasın) “Pembefıruşan=Pamukçular” medresesinden çıktı.
Rahvan (Biniciyi hoplatmayan
yürüyüşteki) bir katıra binmiş bütün bilginler, danişmentler (Bilgili kişiler)
ve öğrenciler de iki tarafında yaya olarak oradan geçiyorlardı.
Birdenbire Mevlana Şemseddin
kalktı, Mevlana’nın önüne koştu, katırın gemini sımsıkı yakaladı ve “Ey dünya
ve mana nakitlerinin sarrafı, Tanrı adlarının bilgini, söyle!
Muhammed hazretleri mi yoksa
Bayezid mi büyüktü?” dedi.
Mevlana ”Hayır-hayır,
Muhammed Mustafa bütün peygamberler ve velilerin başı ve reisidir.
Hakikatte büyüklük ve ululuk
onundur” diye buyurdu“.
Genç talih yardımcımız, can
vermek de işimizdir.
Kafilemizin başbuğu dünyanın
kendisi ile övündüğü Mustafa’dır”
Şemsi Tebrizi “O halde
hazreti Mustafa’nın “Yarabbi, seni tespih (Anarım) ederim, biz seni layık olduğun
veçhile (Yüz ile ilgili) bilemedik” buyurduğuna ne denir?
Hâlbuki Bayezid “Ben kendimi
tespih ederim.
Benim şanım ne kadar büyüktür.
Ben sultanların sultanıyım”
diyor. Dedi.
Bunun üzerine Mevlana hemen
katırından aşağı indi.
Bu sorunun heybetinden bir
kere bağırıp kendinden geçti.
Bir saat kadar bu halde
kaldı.
Oradaki halk birbirine girdi,
bir kıyamettir koptu.
Mevlana uyanıp ayıldıktan ve
kendine geldikten sonra, Mevlana Şemseddin’in elinden tuttu, yaya olarak kendi
medresesine götürdü.
Her ikisi de bir hücreye
(Odaya) girip kapandılar.
Tam kırk gün hiç kimseyi
içeri sokmadılar.
*
Bir gün Mevlana bu olayı şu
suretle anlattı:
Şems benden bunu sorduğu
vakit başımın tepesinden bir delik açıldı ve oradan bir duman çıktı, ta Arşın
tepesine kadar yükseldi.
İşte o andan itibaren
medresede ders vermeği, minberlerde (Camideki kürsü) vazetmeyi, yüksek
makamlara geçip oturmayı bıraktım.
Ruh sahifelerinde yazılan
sırları okumakla meşgul olmaya başladım.
“Utarit (Merkür yıldızı) gibi
defterler ve kitaplarla meşguldüm.
Yerim bütün ediplerin
makamından yüce idi.
Fakat sakinin alın levhasını
gördüğüm vakit kendimden geçtim,
Elimdeki kalemleri kırıp
attım”
(Utarit gibi defterler:
Anlayışla, kavrayışla, zekâ ile kurnazlık ile ilgilenmek)
Mevlana’nın Şems ile bu gibi sohbetleri ve halktan tamamıyla alakasını kesip yaptığı halvetleri haddini aşınca, bütün Konya halkı ayaklandılar.
Mevlana’nın bütün dostları
kıskançlıklarından birbirine girdiler.
Hiç kimse bu adamın kim
olduğunu ve nereden geldiğini bilmiyordu.
Sonunda hepsi birleşerek bu
büyük adamın aleyhine yürüdüler.
Müritler arasında büyük bir
heyecan oldu.
643 Hicri senesi Şevval
ayının yirmi birinci Perşembe gününde Şems tamamıyla kaybolduğu vakit bir ay
kadar kendisini aradılar.
Fakat ne olduğuna ve nereye
gittiğine dair hiçbir iz elde edemediler.
Bunun üzerine Mevlana hindi
bari denilen kumaştan bir fereci yapılmasını emretti.
Başına bal renginde yünden yapılmış
bir külah geçirdi.
Hindibariden yapılmış
elbiseyi o vilayette matemlilerin giydiklerini söylerler.
Bu devirde gaşiye (Kıyamet
denen örtü) giydikleri gibi eskilerde hindibari elbise giyerlerdi.
Mevlana gömleğinin önünü açık
giydi, Mevlevi çizmesini ve ayakkabısını ayaklarına geçirdi, sarığı da
şekeravizle (Zarif biçimde) sardı ve rebabı altı haneli yapmalarını emretti.
Çünkü Arap rebabı öteden beri
dört haneliydi.
Mevlana “ Bizim rebabımızın altı köşe olması dünyanın altı cihetini (Yönünün) sırlarını göstermesindendir.
Elif gibi olan teller de
ruhların Allah’ın elifi ile beraber olduğunu gösterir.” Dedi.
“Eğer senin bir kulağın varsa
işit,
Bir gözün varsa gör”
Bundan sonra Sema’nın
temelini attı.
Her taraftan gelen âşıkların
aşkı ve şevki âlemi kapladı.
Aşağı ve yüksek tabakadan
insanlar, kuvvetliler, zayıflar, fakirler, fakihler, bilginler ve cahiller, Müslümanlar
ve kâfirler, padişahlar, mezhepçiler ve tarikatçılar hep Mevlana’nın etrafına
toplandılar.
Herkes âşıklara yaraşır
şiirle okumaya başladı, vecde ve manevi neşeye kapıldılar.
Gece gündüz sema ve vecitle
(Kendini kaybedercesine İlahi aşka dalma) meşgul oldular.
Bir an karar ve sükûnet bulmadılar.
Şeriat müptedileri (Yeni bir şey ortaya çıkaran) ve tarikattan kovulmuş olan bir hayli münkir (Kabul etmeyen), kıskanç, kendine tapan ve kendini beğenen kalbi kör ve kibirli basiretsizler (Hakikati görme gücü olmayan), etraftan dedikoduya başladı ve “ Bu ne kadar acayip bir şeydir.
Yazıklar olsun böyle nazlı
bir bilgin bir şehzade birdenbire delirdi.
Sema, riyazet (Açlıkla nefsi
terbiye etmek) yaparak açlıktan deli oldu.
Nitekim kâfirlerin uluları,
Muhammet Muhtar hakkında da böyle şeyler demişlerdi.
Yine sözlerine devam ederek “
Bütün bunlar o Tebrizli şahsın uğursuzluğu yüzünden oldu.” Dediler.
Ulu Tanrı onların kahrı
hususunda ( Sen Rabbin nimetleriyle ne kâhin ve ne de delisin) ayetiyle güzel
cevabını buyurmuştu.
Mustafa da (Tanrı’nın salât
ve selamı onun üzerine olsun)
“Kulun Tanrı’ya olan imanı, ancak cahil insanların ona delilik nispet etmeleriyle olgunlaşır” buyurmuştur.
“Eğer Eflatun’a böyle bir
delilik gelseydi,
Elindeki tıp kitaplarını
kanla yıkardı.Bende öyle bir delilik zuhur
etti ki bütün deliler bana nasihat ediyorlar”
O ulu kişinin hakiki durumu
insanlara malum olunca Tanrı’nın uygulama ve yardımına mazhar olanlar ona kul
ve mürit oldular, pişman olup Tanrı’dan mağfiret dilediler.
Taşkınlık gösterenler,
küfründe inat edenler az zaman içinde perişan ve bedbaht oldular.
Şiir:
“Temiz insanları inkâr
edenlerden olma,
(Tanrı’dan başka) Kimseden
korkmayan insanların darbesinden kork;Çünkü kendilerine eziyete
sabredenlerin sabrı seni yok eder, yok ”
Eğer yalnız başına aziz olan
Tanrı isterse Mevlana Şemseddin’in faziletinin kendi menkıbeleri anlatılırken
güzel özelliklerinden bahsedeceğiz.
***
ARİFLERİN MENKIBELERİ, Şark
İslam Klasikleri 29, Ahmet Eflaki, M.E B. YAYINLARI 489
***
Yaren, yana döne Şemsi
Tebrizi hazretlerinin MAKALAT adlı kitabını arıyordum.
6 Nisan Pazar günü Ali
Bayraşa Eyüp Sultan hazretlerini ziyaret ederken oradaki kitap satan tezgâhta
kitabı görmüş ve bana hemen telefon etti.
Bende ona iki tane hemen
almasını istedim.
Alarak bana getirdi.
Çok sevindim.
7 Nisan 2008 pazartesi rüyam.
Afyon’da Mevlevi camisinde
(Aynı zamanda türbe) kıbleye doğru İbrahim Şahidi hazretlerinin sandukası
önünde oturuyorum.
Kıble tarafında kadınlar
kapısına olan yerde ki kitaplığın camı ayna vazifesi görüyordu.
O camdan beyaz yüzlü ve beyaz
giysili kişilerin görüntüsünü görünce başımı arayışla çevirdim.
Kıble tarafından beyaz giysili 6 kişi heybetle
yürüyerek sema meydanının sonuna doğru yürüdüler.
Vücutlarıyla dönerek önce
Şeyh başlığı olan kıbleye yüzü gelecek şekilde oturdu.
Sonra etrafındakiler biraz
arkasına ve yanlarına oturdu.
Ortada bulunan Şeyh geniş
omuzlu, beyaz cübbeli idi.
Yüzüne merakla iyice baktım.
Gülümsemeyen ama asık surat
diyemeyeceğim vakarlı ve saygı uyandıran beyaz tenli, ayrıca nur parıltılı bir
yüz gördüm.
Çenesi ince, alnı geniş,
sakalı yok, (,)virgül gibi her iki yanından dudak çizgisinin altına doğru inen,
birisi diğerinden az düşük bıyığı vardı.(Orta Asya bıyığı)
Bu ulu kişinin Şems-i Tebrizi
hazretleri olduğunu anladım ve Allah’ıma şükrettim.
*
İşte böyle yaren hararetle
istersen, sevgi ve saygıyla bağlanırsan o ulu kişilerin yüzlerini göstermesi nasip
ve kolay olur.
*
RAVLİ