Hepsi de başlarını eğdiler.
Bu çekilmesi zor olan yayın,
öyle bir avuç güçsüz kuvvetsiz kişinin, kolunun harcı olmadığını hepsi de
anladı.
Bu sözleri duyunca kararları
kalmadı.
O konakta bir haylisi öldü
gitti.
Öbür kuşlar, hayretler içinde
bu konaktan yola düştüler.
Yıllarca yokuşlarda,
inişlerde uçtular.
O yolda uzun bir ömür harç
ettiler.
Bu yolda, onlara yüz gösteren
şeyleri anlatmaya imkân mı var?
Sen de bir gün olur, bu yola
düşersen sarp geçitlerini birer- birer görür, anlarsın.
İşte o vakit onların başına
gelenleri anlar, ne hale düştüklerini, nasıl dönüp dolaştıklarını apaydın
bilirsin.
Nihayet o kuşların pek azı
tapıya varabildi.
O kuşların pek azı o makama
erişti.
Binde biri ancak yol aldı,
oraya vardı.
Bir kısmı denizlerde boğulup
kaldı.
Bir kısmı yollarda kaybolup
gitti.
Bazısı yüce dağların
tepelerinden sıcakta, susuz can verdi.
Bazısının, güneşin
hararetiyle kanatları yandı, yürekleri kebap oldu.
Bir kısmını da yoldaki
aslanlar, kaplanlar bir an içinde rezilce paraladılar, mahvettiler.
Bazısı ise kötü suların
çamurlarına saplanıp kayboldu gitti.
Bazıları, o çöllerde
susadılar.
Dudakları kup kuru olarak
denize vardılar, yine de eziyetlerle susuz öldüler!
Bir kısmı, yemek sevdasıyla
delicesine kendisini öldürdü.
Bir kısmı, yoldaki acayip
şeylere daldı, oralarda kalakaldı.
Bir kısmı da seyre, çağlıya
çengiye kapıldı;
Başını eğdi, varacağı yeri
aramadan vazgeçti.
Nihayet yüz binlerce kuştan
ancak bir tanesi dönmedi.
Bu suretle oraya yalnız otuz
kuş varabildi.
Yola giden kuşlar bir âlemi
dolduruyordu.
Fakat nihayet otuz kuş oraya
vardı.
Gönülleri kırık, canları
ezgin, bedenleri yorgun, kolsuz kanatsız kalmış, hasta ve perişan bir halde
otuz kuş
Öyle bir tapı gördüler ki anlatmanın imkânı yok.
Aklın idrakinden çok yüce!
Yüz binlerce güneş, yüz
binlerce ay ve yıldızla.
Hepsi de bir arada…
Bunları görüp şaşırdılar…
Zerre gibi ayaklarını vurarak
kalakaldılar!
Hepsi de ne şaşılacak şey
dediler;
Güneş bile bu tapıda bir
zerre gibi mahvolmuş.
Nerde biz burada görüneceğiz?
Kim bize aldırış edecek?
Yazık oldu emeklerimize…
Kendimizden ümit kestik
artık.
Burası sandığımız âlemden
değilmiş!
Burada dokuz kat gök, bir
zerrecik topraktan ibaret.
Artık biz, ha olmuşuz, ha
olmamışız;
Kimin umurunda?
Bütün kuşlar, ümitsiz,
gönülsüz bir hale geldi.
Adeta yarı kesilmiş kuşlara
döndüler.
Mahvoldular, kendilerini
kaybettiler, varlıkları hiç kalmadı.
Böylece yine bir zaman geçip
gitti.
Nihayet o yüce tapıdan
ansızın bir yüce çavuş çıkageldi.
Perişan bir hale düşen,
kolsuz kanatsız, cansız gönülsüz kalan, tenleri yanıp eriyen bu biçare otuz
kuşu gördü.
Hepsi de tepeden tırnağa
kadar şaşırmış kalmıştı.
Ellerinde bir şeyleri yoktu.
Kolsuz kanatsız bir
haldeydiler.
Dedi ki:
Ey kavim kendinize gelin!Hangi şehirdensiniz siz?
Bu konağa niçin geldiniz?
Elinizde ne kar var, ne
ziyan.
Bu çeşit kuşlar içinde sizin
adınız ne, yeriniz yurdunuz neresi?
Âlemde size kim derler?
Siz bir avuç güçsüz kuvvetsiz
kuşsunuz, buraya ne yapmaya geldiniz?
Hepsi birden, biz buraya,
Simurg, padişahımız olsun diye geldik.
Hepimiz de bu tapının
biçareleriyiz.
O yolun âşıkları,
kararsızlarıyız.
Bir müddettir ki bu yola
düştük.
Binlerce kuştuk, ancak
otuzumuz kaldı, bu tapıya gelebildi.
Bu tapıda huzura ereriz
ümidiyle uzak yollardan geldik.
Umarız ki padişahımız,
zahmetimizi takdir eder de nihayet bize lütuflarda bulunur, derdimize derman
olur.
Çavuş dedi ki:
A başı dönmüş sersemler, a
çamur haline gelmiş, gönül kanına bulanmış biçareler,
Siz âlemde ister olun, ister
olmayın;
Zaten ebedi padişah odur.
Yüz binlerce cihan, ordularla
dolsa hepsi de bu padişahın tapısında bir karınca değerindedir ancak!
Sizden bir solukta başka ne
çıkabilir ki?
Siz bir avuç yok yoksuldan
ibaretsiniz.Dönün geriye!
Bu sözden öyle meyus
(ümitsiz) oldular ki her biri adeta öldü, hiç yaşamamışa döndü!
Fakat ondan kimseye bir
kötülük gelemez ki,
Hatta birisini aşağılatsa
bile bu aşağılık değil mi ki ondan geliyor, yüceliktir!
***
MANTIK AL- TAYR 2
Feridüddin-i ATTAR İslam klasikleri. M. E. B. 2172 Çeviren Abdulbaki GÖLPINARLI
( Bu kitabı temin edip evinde bulundurmanı önemle öneririm)
***
Yaren,
Her şey zamanla ve zamanında
yani mevsiminde meyvesini verir.
Sabır dediğimiz ne olursa olsun
sakinliği kaybetmeden bu zamana ulaşmadır.
Hemen olsun benim olsun
diyenler meyve olgunlaşmadan ağacı terk
ederler.
Ele bakan, elinde olanla
sevinen, elinden gidenle üzülenler bu okuduklarından bir şey anlamazlar.
Bunlara bir şey anlatmaya da uğraşma.
Ancak doğrulmak isteyene
yardım edebilirsin.
Nasıl ki canı, kalbi, gönlü,
aklı, nefsi göremiyorsun ama sana tesirlerini yaşayarak var diyor biliyorsun.
Bunca zamandır hep gördüğüne
inandın ve bunu madde sandın.
Oysaki hepsi bir nurdan
ibaret, bir ışıktan ibarettir.
Bu gerçeği anlamak için bunca
zahmetli yoldan gitmek gerekiyor.
Rüya görürsün ya işte dünya
hayatın da rüyadır.
Bu dünyada yaşarken uyan ki
gideceğimiz âlemde ise şaşırma.
Uyanmak gerektiğini tüm din
büyüklerimiz uyarı olarak dikkatimizi çekerler.
Her bir büyüğümüz bulunduğu
merdivenin seviyesine ve değişik akılda olanların anlaması için misallerle anlatırlar.
Ölmeden önce farkına varıp
yararlanmamızı isterler.
Aklın karışmasın.
Aslında her büyüğümüz aynı
gerçeği anlatıyor.
Kelimeler ve hikâyeleri fazla
önemseyip işaret edileni kaçırırsan, sanki farklılıklar var zannedersin.
Aklın daha ilerisindeki bir
alan olan manadan bahsediyoruz.
Aslında unuttuğumuz dilsiz
ağızsız konuşmayı, kulaksız duyma yeteneğimizi kazanmaya çalışıyoruz.
Diğer bir tabirle unuttuğumuz
sessiz konuşma yeteneğimizi tekrar kazanmaya çalışıyoruz.
Kim ki bu kendinde olan bu
yeteneği sahiplenir, kıymetini bilirse Kamil (Olgun) insan olur.
Uyuyan kişilere ne söylesen
boştur.
Karanlık ortamda üretilen
mutluluk hormona razı olanlar için diyecek bir şeyimiz yok.
İyi uykular onlara.
Uyandıklarında hayretten ne
hale geleceklerini nerden bilecekler ki?
İşte böyle yaren,
Görelim bakalım Hak neyler,
Neylerse güzel eyler.
*
RAVLİ