12 Kasım 2012 Pazartesi

KENDİNDEN HABERİ OLMAMAK

Buyruğu, bütün âlemde yürüyen bir padişahın ay gibi güzel bir kızı vardı.

Güzelliğini periler bile kıskanırlardı, sanki bir Yusuf’tu o, çene çukuru da adeta bir kuyuya benziyordu.

Alnına dökülen saçlara yüzlerce yaralı gönül bağlanmıştı.
Saçının her teline ordularca can asılmıştı!

Ay gibi yüzü cennete benziyordu.
Kaşları adeta birer yaydı.

Kaşlarıyla ok yağdırmaya başladı mı göğe çıktıktan sonra iki yay boyu Allah’a mesafe kalan bile onu övmeye başlardı.

Sarhoş nergisleri (güzelin gözü), dikene benzeyen kirpikleriyle nice ayık kişileri yıkmış, harap etmişti.

O güneş yüzlü kızoğlan kızın güzelim yüzü, gökyüzündeki Sünbüle burcunun yıldızlarındaki parlaklığı bile gidermişti.

(Sünbüle: Başak burcu, semanın kuzey yarım küresinde bulunan yedi parlak yıldızdan müteşekkil bir dörtgen ve iki kuyruklu bir burç.)

Cana gıda olan iki yakutuna karşı, Ruhül-kudüs (Cebrail), daima hayran olur kalırdı.

Güldü mü dudakları abıhayat kesilir;
Susuzlar ölürler, o dudaktan zekât isterlerdi!

Çene çukuruna bakan, baş aşağı o kuyunun ta dibine yuvarlanır giderdi.
Ay gibi yüzüne avlanan, ipsiz olarak baş aşağı, o kuyuya düşüverirdi!

Sözü uzatmayalım;
O sırada padişahın tapısına, hizmet etmek üzere ay gibi bir köle geldi.

Öyle güzeldi ki güzelliğiyle güneşi bozguna uğratır, dolunay hali bitmiş eski ay haline sokardı.

(Öyle parlaktı ki, Güneşin parlaklığı sönük kalırdı.)

Bütün âlemde eşi, benzeri yoktu.
Güzellikte hiç kimse ona eş olmazdı.

Çarşıda, pazarda o güneş yüzlüyü gören yüz binlerce halkın gözü kamaşır, herkes o güzelliğe şaşırır kalırdı!

Bir gün nasılsa kız da, padişahın bu kölesini görüverdi.
Gönlü elden gitti, kan kesildi.

Aklı perdeden çıktı, deli divane oldu!
Aklı gitti;

Aşk onu zorlamaya başladı, alt etti.
Tatlı canı acıdı;

Canından bezdi adeta!
Bir müddet kendi kendisine düşündü;

Nihayet kararı kalmadı, sabrı tükendi.
Kölenin özlemiyle erimekte, ayrılık ateşiyle yanıp yakılmaktaydı.

Hep yanıp eriyordu, hem de gönlü özlemle doluydu.
Kızın, sesleri gayet güzel on tane çalgıcı halayığı vardı.

Hepsi müzik aletleri çalar, bülbül gibi öterdi.
Davudi sesleri (Kalın), canlara can katardı.

Halini, derhal onlara anlattı.
Ar’ı (utanmak) da terk etti, namusu da.

Hatta canımdan bile bezmişti zaten.

Sevgiliye âşık olan kişinin aşkı ilerledi, apaçık bir hale geldi de duyuldu mu, orada artık canın ne işi var ki?

Onlara dedi ki:
Köleye sevdamı anlatsam pişkin değildir, yanlış anlar;
Başıma iş açılır.

Mevkiime bir hayli ziyan verir.
Hiç benim gibi birisi, bir köleye denk olur mu?

Fakat söylesem adeta perde altında zarı-zarı ağlayıp inleyerek ölüyorum.
Kendime yüzlerce sabır kitabı okudum, fakat ne yapayım, ne işleyeyim?

Sabrım tükendi, şaşırdım kaldım!

Şunu istiyorum:
O soydan selvi boyludan murat alayım da onun haberi bile olmasın.
Bu maksadıma erersem isteğime ulaştım, muradıma erdim demektir.

Çalgıcı kızlar bunu duyunca hep birden gönlünü hoş tut, merak etme dediler.

Biz geceleyin gizlice onu, senin yanına getiririz.
Hem öyle getiririz ki onun haberi bile olmaz.

Bir cariye, kölenin yanına gitti.
Onu yalnız bulup bir kadeh şarap sundu.

İçeceği şaraba bayıltıcı, adamı kendinden geçirici bir şey koymuştu.
Köle, o şarabı içince bayıldı, kendinden geçti.

O güzel cariyenin de muradı oldu.

O gümüş bedenli köle gündüz akşama kadar sarhoş bir halde yattı kaldı, iki alemden de haberi yoktu.

Akşam olunca halayıklar, düşe kalka kölenin yanına gittiler.

Onu döşeğe yatırdılar;
Gizlice kızın yanına getirdiler.

Derhal onu bir altın tahtın üstüne oturttular, başına inciler saçtılar.
Gece yarısı o köle yarı sarhoş bir halde nergis gibi gözlerini açınca,

Cennet gibi bir köşk gördü.
Köşkün içinde altın bir taht kurulmuştu.

İki tane amber mumu yanmada, odun yerine yaş ödağacı yakılmaktaydı.
O güzelim halayıklar da çalıp çağırmada, gülüp oynamadaydı.

Bunu görünce kölenin aklı başından, ruhu bedeninden uçup gitti!
Köle, o gece o topluluğun ortasında adeta mumlar içinde bir güneşe benziyordu.

Bütün bu şatafatlar içinde köle, kızın yüzünü görür görmez mahvoldu.

Şaşırıp kaldı;
Ne aklı kaldı, ne canı.

Doğrusu ne bu âlemdeydi o, ne o âlemde!
Gönlü sevdalarla doldu, dili tutuldu.

Özlemle canı dudağına geldi.
Gözü, sevgilinin yüzündeydi, kulağı müzikte.

Burnuna burcu-burcu amber kokuları geliyordu, ağzında hararetli bir ateş vardı!

Kız, derhal ona şarap kadehini sundu, ardından da meze olarak bir öpücük verdi.

Kölenin gözü, sevgilinin yüzüne daldı kaldı.
Kızın yüzüne karşı adeta şaşırmış, kendinden geçmişti.

 Diliyle bir şey anlatmasına imkân yoktu.
Onun için gözlerinden yaşlar döküyor, utanıp duruyordu.

O güzel kız da her an ondan yüz binlerce defa daha fazla ağlamakta, onun yüzüne gözyaşları saçmaktaydı.

Gâh şeker gibi dudağını öpmekte, gâh o dudağı sorup ciğerlerine tuzlar ekmekteydi.

 Gâh kölenin serkeş zülüflerini döküp bakmakta, gâh iki sihirbaz gözünü seyredip kendinden geçmekteydi.

 Sarhoş köle de o güzel kızın huzurunda kendinden geçmiş;
Ona dala kalmıştı.

Köle, tanyeri ağarıncaya kadar o güzel kızı seyretti.

 Sabah olup seher yelleri esmeye başlayınca köle sarhoşlukla yıkıldı, kendinden geçti.

Köle uykuya dalınca derhal aldılar, yine eski yerine götürdüler.
O gümüş bedenli köle, birazcık ayıldı, birazcık kendine geldi.

Başına neler geldiğini düşündü.
Fakat bilmiyordu ki.

Olan olmuş, geçen geçmişti;
O yanıp yakılmadan ne fayda var ki?

Ciğerinde bir katre su kalmamıştı ama bir suya dalmıştı ki başından aşmıştı!
O Tıraz (süs) mumundan başına gelenleri sordular.

Şöyle cevap verdi:
“Anlatamam ki!

Sarhoş ve harap bir halde apaçık ve gözlerimle gördüğümü kimsecikler, rüyada bile görmemiştir.

Benim başıma gelenler, bilmem kimsenin başına geldi mi?
Gördüklerimi söylememe imkân yok.

Bundan daha ziyade şaşılacak bir sır olamaz.”

Herkes dedi ki:
Birazcık kendine gel de başından geçenleri yüzde birini olsun söyle!

Köle dedi ki:
Ben şaşırdım kaldım.
Hala hayretteyim, gördüklerimi ben mi gördüm, başkası mı gördü?

Her şeyi ben duydum, ben gördüm, ben işittim ama hiçbir şey duymadım, hiçbir şey işitmedim.

Hepsini ben gördüm, gördüm ama hiçbir şey de görmedim.

Bir akıllı, galiba bir rüya gördün de böyle deli divane oldun dedi.

Köle dedi ki:
Kendimden haberim yok ki rüya mı gördüm yoksa gördüklerim doğru muydu, bileyim.

Gördüklerimi sarhoşken mi gördüm, duyduklarımı ayıkken mi duydum?
Haberim yok ki!

Âlemde bundan daha ziyade şaşılacak bir hal olamaz.
Başımdan geçenler, hem aşikârdı (açık), hem gizli.

Ne söyleyebilirim, ne susabilirim, ne de bununla onun arasında şaşkınım!
Bir an oluyor, onu unutabiliyorum, ne ondan bir zerrecik nişane buluyorum!

Öyle bir güzel gördüm ki hiç kimse, öyle bir güzelin izine bile izlememiştir.
Onun yüzüne karşı güneş nedir?

Allah bilir ya, zerreden ibaret!
Bilmiyorum ki.

Bundan önce onu gördüm, gördüm ama bundan fazla ne söyleyeyim?
Ben, onu hem gördüm, hem görmedim.

Bu ikisi arasında şaşırdım kaldım vesselam (son söz budur)!

                                   ***
MANTIK AL- TAYR 2 Feridüddin-i ATTAR İslam klasikleri.
M. E. B. 2172 Çeviren Abdulbaki GÖLPINARLI
( Bu kitabı temin edip evinde bulundurmanı önemle öneririm)

                                      *****

Yaren,

Yaren aklın başındayken sevgili ile buluşamazsın.
Seviyen çok farklıdır.

Sevgili seni aklı başında istemez.
Sarhoş ister.

Bu sarhoşluk içkiden oluşan sarhoşluk değildir.
İçki sarhoşluğu üzerinden anlatılmış anlaman için.

Beğenilen olursan huzura da alırlar, sever okşar iltifatta ederler.
Sen kendinde olduğun zaman isteklerin zorlayıcı hale gelir ki itici olursun.

Kimseden de kabul görmezsin.

Aşkı ve sevdayı cinsel arzularla dolu yatağa girmek sanılıyorsan öncelikle bu düşünceni düzelt.

Sevmenin en yüksek seviyede, saf, temiz duyguların kendinden geçirdiği alan ve zamandır sevda.

Sevdada sevdiğine en ufak bir zarar verme kabul edilmez.
Sevda da tek taraf vardır.

Sevda iki taraflı olursa buna aşk diyoruz.

                                           *
Yaren,

Daha da aklının hiçbir zaman anlayamayacağı ama inancınla kabul edeceğin başka bir şey daha söyleyeyim.

Âşık olduğuna temiz kalplilikle ona zarar vermeden çok istersen, yaşamının bir anında başka bir anadan doğarsın.

Sevdiğin de başka bir anadan doğar.
Çocukluk ve gençlik devresinden sonra evlenirsin.

Çoluk çocuğun olur.
İhtiyarlarsın ölürsün.

Ve şimdiki ana dönersin.
Bu bir an içinde olur.

Buna zaman ve mekân dürülmesi denir.

Bu yaşayışı unutamazsın ama somut bir kanıt olmadığı için kimseye inandıramadığın gibi kendin de acabalar içinde kalırsın.

Doktora söylesen o sana buna öyle inanmışsın ki hayalinde oluşturmuşsun yaşamış gibi inanmışsın der.

Zihnimiz daima bize oyun oynar.
İnanırsan aklın bunu gerçek sanır.

Önce inanıp sonra kabul etmek değil, yaşayarak doğruyu kabul etmektir.
Yaşayarak inanılan bir duraktır.

Çok az kişiye nasip olur.

İşte böyle yaren;
Allah’ın insanlara sunduğu imkânlardan bir tanesi anlattım.

İstek, aşk, marifet, istiğna (tok gözlülük), tevhit vadisini geçtikten sonra hayret edeceğin çok şeyle karşılaşacaksın.

Sözlere değer verip öğütleri yerine getirdiysen seni de kendi halince başka şeyler yaşatarak sadece âlemin görünen âlem olmadığını anlatacaklar ve inandıracaklar.

Daha neler-neler yaşayacaksın.
Dünyaya ve insanlara bakışın iyiden iyiye farklılaşacak.

Eğer dünyaya ve değerlerine sıkıca bağlıysan bu duraktan bir şey göremezsin, fayda sağlayamazsın.

                                             *

RAVLİ

Popüler Yayınlar