6 Mart 2013 Çarşamba

FİHİ MAFİH 63. fASIL

Dostların kalbinde öyle üzüntüler olur ki bu hiçbir ilaçla geçmez.
Ne uyumakla ne gezmekle ve ne de yemek yemekle iyileşir.

Yalnız dostun yüzü hastanın şifasıdır, dedikleri gibi, dostun yüzünü görmekle iyileşir.

Hatta bu o derecededir ki bir münafık, müminler arasında otursa, onların arkadaşlığının tesiriyle o da mümin olur.

Tarının:
Bunlar, iman edenlerle birleştikleri zaman, biz de inandık derler
(Bakara suresi 14) buyurduğu gibi, mümin müminle oturunca münafıkta böyle bir tesir hâsıl ederse, bak ki mümine ne faydalar sağlar.

Yün, akıllı bir kimse ile bir arada bulunmakla bu kadar güzel, nakışlı bir yaygı haline geldi ve toprak da böyle güzel bir saray oldu.

Akıllının sözü, sohbeti cansız cisimlere bu kadar tesir ederse, müminin müminle sohbeti bak ki nasıl bir eser meydana getirir?

Cüz’i (Parça, bölük) olan nefsin ve muhtasar (Kısaltılmış) aklın sohbetinden cemadat (Cansızlar) bu mertebeye eriştiler ve bunun hepsi Akl-ı cüz’inin (Parça aklın) gölgesidir.

Bir insanın gölgesinden onun ne olduğu kıyas edilir.
İşte buradan sen de bu göklerin, ayın, güneşin ve yerin yedi katının meydana gelmesi için nasıl bir akıl ve bilgi lazım geldiğini kıyas et.

Yer ile gök arasında şeyler ve bütün varlıklar külli aklın (Doğada görülen genel ahenk) gölgesidir.

Akl-ı cüz’inin gölgesi insana uygun olan bir şekilde, varlıklardan ibaret olan akl-ı külli’nin sayesi de ona göredir.

Tanrı’nın velileri bu göklerden ayrı gökler müşahede etmişlerdir.
Fakat bunlar gözle görülmez ve bu gökler onların nazarında ufacık ve hakirdir.

Onlar, bunlara ayak basıp geçmişlerdir.

Can vilayetlerinde ne gökler vardır ki bunlar bu dünyanın göklerine hâkimdir.

İnsanlar arasından bir insanın bu özelliği kazanması ve ayağını Zuhal yıldızına basması, ne kadar şaşılacak şeydir.

Biz hepimiz toprak cinsinden değil miyiz?
Fakat Ulu Tanrı bizde bir kuvvet meydana getirmiştir ve işte onunla kendi cinsimiz arasında temayüz (Yükselme, üstün olma, sivrilme, kendini gösterme) ettik.

Onu tasarruf (Sahip olma), altına aldık, o da bizde tasarruf (Sahip olma) etti.
Onda tasarruf (Sahip olma) ettiğimiz müddetçe, onu ne şekilde istersek bazen aşağı, bazen yukarı götürüyoruz, onunla bazen saray, bazen da kâse ve testi yapıyoruz.

Ve onu bazen uzatıyor bazen kısaltıyoruz.
Gerçi biz, önce o aynı topraktık ve onun cinsindendik, fakat Ulu Tanrı bizi o kuvvetle, ona üstün kıldı.

Bunun gibi aramızdan da bizimle aynı cinsten olan bir uluyu Tanrı bize üstün kılar ve biz ona nispetle cemad (Cansız) gibi oluruz.                                                   

O bizde tasarruf eder ama bizim bundan haberimiz olmadığı halde, onun bizden haberi olur.
Buna niçin şaşmalı?

Bu, haberi olmamak demekle, biz sırf habersiz olmamayı kastediyoruz.
Hatta bir şeydeki her türlü haber, başka bir şeyden habersiz olmaktır.

Toprak bile Ulu Tanrı’nın kendisine verdiği her şeyden cemad (Cansız) olmasına rağmen haberdardır.

Eğer böyle olmasaydı suyu nasıl kabul ederdi ve her taneye nasıl sütannelik eder ve onu beslerdi?

Bir insan bir işte ciddi olur ve her zaman onunla uğraşırsa, onun bu işteki uyanıklığı, başka işlerden habersiz oluşu demektir.

Biz bu gafletten tam bir gafleti kast etmiyoruz.
Bir kediyi tutmak istiyorlar ve bu bir türlü mümkün olmuyordu.

Bir gün kedi kuş avlamakla meşgul iken boş bulundu, hemen yakaladılar.
O halde tamamen dünya işiyle uğraşmamak, biraz mutedil (Ilımlı) hareket etmek ve bir şeye bağlanmamak lazımdır.

Aman bu incinir, o kırılır diye mukayyet (Kayıtlı, bağlı, bağlanmış) olmamalı.
Hazinenin incinmemesi gerekir.

Eğer bunlar kırılırsa, onları değiştirir, fakat o incinecek olursa Allah korusun! Onu kim değiştirir.

Mesela senin her çeşitten kumaşların olsa, batarken (Ölürken) acaba hangisini kakalarsın (Kötü mal satarsın)?

Her ne kadar hepsi de senin için lüzumlu ise de, şurası muhakkak ki daraldığın zaman hazinenin en nefisini yakalarsın.

Çünkü bir inci ve bir lal parçasıyla bin türlü lüks ve süslü şeyler elde edebilir.

Bir ağaçtan tatlı bir meyve biter.
Gerçi o meyve ağacın bir parçasıdır, fakat Ulu Tanrı ona öyle bir tatlılık kazandırmış olmak için, o parçayı bütününe tercih edip, üstün kılmış olmalıdır, geri kalana o tatlılığı vermemiştir.

İşte bu tatlılık vasıtasıyla, o parça bütününden üstün oldu ve ağacın özü, manası haline geldi.

Onlar içlerinden korkutan birinin gelmesinden hayrete düştüler
(Kaf suresi 2) buyurduğu gibi.

Bir adam:
Benim öyle bir halim olur ki oraya ne Muhammed, ne de Allah’a en yakın bir melek sığmaz
(Hadis) diyordu.

Şeyh buyurdu ki:
Tuhaf!
Bir kulun bir hali olsun da Muhammed oraya sığmasın!
Muhammedd’in de öyle bir hali az mıdır ki senin gibi kokmuşlar oraya sığmasın?

Bir maskara, padişahı memnun etmek, eğlendirmek istiyordu.
Herkes ona bir şeyler vaat etti.
Çünkü padişah çok kırgındı.

Nehrin kenarında kızgın- kızgın dolaşıyordu.
Maskara da, öbür kenarda padişahın yanında geziyordu.

Padişah hiçbir şekilde onunla ilgilenmeyip mütemadiyen suya bakıyordu.

Maskara çaresiz kalıp:
“ Ey padişah!
Suyun içinde ne görüyorsun ki bu kadar bakıyorsun?” dedi.

Padişah:
“ Kaltaban (Pezevenk, namussuz) birini görüyorum” cevabını verdi.

Maskara:
“ Köleniz de kör değil efendim!” dedi.

Sende Muhammed’in bile sığmadığı bir hal olur da acaba Muhammed’in böyle bir hali olmaz mı?
Senin bu halin onun bereketinin tesirinden değil mi?

Çünkü ilk önce bütün bağışları, ihsanları (İyilik etme) onun üzerine döktüler.

O zaman ondan başkalarına dağıldı.
Adet böyle olduğundan Ulu Tanrı:

Ey Tanrı’nın elçisi sana selam olsun ve Tanrı’nın rahmeti (Acıma, esirgeme, koruma), bereketi (Allah vergisi olan bolluk, uğurluluk, saadet, mutluluk) senin üzerine olsun!” buyurmuştur.

Peygamber de:
Salih (İyi, içi dışı temiz olan ve günah işlemekten kaçınan) kullar üzerine!” demiştir.

Tanrı yolu çok korkulu, kapalı ve karlarla örtülü idi.
İlk önce canını tehlikeye sokup atını süren ve yolu yarıp geçen o oldu:

Herkesin bu yolda gidebilmesi, onun yol göstermesi ve inayeti (İbadet ve yönelmeden meydana gelen Tanrı emirlerine sevgi ile bağlanmak) sayesinde olur.

Yolu ilk defa o bulduğu ve her yere:
Bu tarafa gitmeyiniz, eğer o tarafa gidilecek olursanız ölürsünüz.

Âd ve Semut kavmi gibi yok olursunuz.

Yok, eğer bu tarafa gidecek olursanız, müminler gibi kurtulursunuz, diye alametler koyduğu için, “ Onda ne kadar apaçık işaretlerle
(Al-i İmran suresi 97) buyrulduğu gibi, bütün Kur’an bunun beyanındadır.
Yani, yollarda bellilikler diktik.

Biri bu kazıklardan herhangi birini kesmek isterse, hepsi birden:
“ Bizim yolumuzu yıkıyorsun, yokluğumuza çalışıyorsun, yoksa sen yol kesici misin?” diye onu öldürmek isterler.

İşte bunun için önderin Muhammed olduğunu bil.
Her şey, ilkönce Muhammed’e gelmeden, bize erişmez.

Mesela sen, bir yere gitmek isteyince, evvela akıl rehberlik eder.

Falan yere gitmelidir, bundan hayır (İyilik) gelir, diye düşünür sonra göz öncülük eder ve daha sonra da diğer bütün organlar sırasıyla, her ne kadar bunların birbirlerinden haberleri olmazsa da, mesela bunların gözden, gözün akıldan haberdar olmaması gibi, harekete geçerler.

İnsan gafildir, fakat başkaları ondan gafil değildir, o halde dünya işlerinde ciddi ve kuvvetli, işin hakikatinden gafil olmalı ve Hakk’ın rızasını talep etmelisin.
Yoksa halkın rızasını değil.

Çünkü o rıza, sevgi ve şefkat insanlarda ödünç olarak bulunmaktadır.

Tanrı buyurdu ki:
Tanrı istemezse hiçbir rahatlık ve zevk vermez, bütün o sebepler, nimetler, ekmek ve yiyecekler bulunmakla beraber hepsi üzüntü, sıkıntı, zahmet ve mihnet olabilir.

İşte bu bakımdan bütün sebepler Tanrı’nın elinde bir kalem (İlahi ilmin uzun uzadıya anlatıldığı vasıta) gibidir, kalemi hareket ettiren, yazıyı yazan Tanrı’dır, O istemedikçe, kalem hareket edemez.

Sen şimdi kaleme bakıp ve kalemi görüp “ Buna bir el lazım” diye eli göremiyorsun.

Fakat kalemden, eli tedâi (Hatıra getirme, çağrışım) ediyorsun, nerede gördüğün!
Nerede dediğin!

Hâlbuki onlar her zaman eli görürler ve:
“ Buna bir kalem lazım” derler.

Hatta elin güzelliğine dalmaktan, inceliğini seyretmekten, kalemi görmeğe tahammülleri olmaz.

Senin kalemi seyretmenin zevkiyle, eli düşünmeğe vaktin olmaz, onlarsa o eli seyretmek ve incelemek zevki içinde, kalemi görmeğe nasıl cesaret ve tahammül ederler?

Sana göre arpa ekmeği tatlı olduğundan, buğday ekmeğini aklına bile getirmezsin.

O halde onlar, buğday ekmeği dururken, arpa ekmeğini nasıl hatırlasınlar?

Tanrı, sana yeryüzünde bir zevk bağışlamış olduğundan, gökte bulmayı istemiyorsun; Hâlbuki gerçek zevkin yeri orasıdır.
Yer onda diridir.

Bu durumda göktekiler yeri nasıl akıllarına getirsinler?

İşte bunun için sen de zevkler ve lezzetleri sebeplerden bilme, çünkü o mana, sebeplerde âriyet (Ödünç, eğreti) olarak bulunmaktadır.

Zarar ve fayda O’ndadır.
Mademki böyledir, o halde sen niçin sebeplere yapışıp kaldın?

Sözün hayırlısı, delaleti çok olandır ve en iyi söz, çok olan değil faydalı olandır.

De ki: O Allah tektir, birdir
(İhlâs suresi 1)

Gerçi görünüşte, o surenin kelimeleri azdır, fakat uzun olduğu halde, Bakara suresine ifade beyan bakımından tercih olunur.

Nuh tam bin yıl dine davet ettiği halde, ancak kırk kişi ona uydu; Mustafa’nın davet zamanı ve kaç kişinin ona iman ettiği de belli!

Ondan o kadar veliler ve evtad (Bilgili, büyük) zuhur etmiştir ki (Saymakla bitmez)

Şu halde değer az veya çok olmak değil, ifade ve beyandadır.
Bazı kimselere az söz, belki çoktan daha fazla faydalı olabilir.

Mesela bir tandırın ateşi çok kızgın olunca, ondan faydalanamazsın ve yanına yaklaşamazsın.

Hâlbuki zayıf bir çerağdan (Işık veren lamba), binlerde fayda edersin.
İşte bu bakımdan maksadın fayda olduğu anlaşılıyor.

Bazıları için bizzat faydası olan, bir sözü işitmemişlerdir.
Onların sadece görmeleri kâfi ve faydalı olur.

Eğer bir söz duyarsa bunun ona zararı dokunur.
Hindistan’dan bir şeyh, büyük bir adamı görmek istedi.

Tebriz’e varıp şeyhin zaviyesinin (Tekke) kapısına gelince, içerden:
“ Geri dön, hakkında hayırlı olan, bu kapıya gelmendi, eğer şeyhi görecek olursan, bu senin için zararlı olabilir” diye bir ses geldi.

Az ve faydalı olan bir söz, aydınlanmış bir çerağın (Mum, kandil, lamba ve başka ışık veren araç) yanmamış bir çerağı öpüp gitmesine benzer.
Bu ona yeter ve bununla istediği olmuştur.

Nebi de görünüşü değildir, bu görünüş onun atıdır.
O, aşk ve muhabbettir (Sevgidir, yarenliktir)!
Daima bakidir (Kalıcı olandır).

Mesela Salih’in devesi gibi, onun sadece yüzü devedir, Nebi, o ölmeyen aşk ve sevgiden ibarettir.

Biri dedi ki:
“ Niçin minarede yalnız Tanrı’ya senâ (Övme) etmeyip, Muhammed’i de anıyorlar?”

Ona dediler ki:
“ Muhammed’in övülmesi, Tanrı’nın senâsı (Övme, övünç) değil midir sanki?”
Buna misal olarak, bir adam:

“ Tanrı padişaha ve benim padişaha yol bulmama vasıta olana veya onun adını, sıfatlarını bana öğretene uzun ömürler versin!” dediği zaman, onun bu duası gerçekten padişahın mehdidir (Övme, birinin iyi şeylerini söyleme).

Bir nebi:
“ Bana bir şey veriniz, ihtiyacım var, ya kendi cübbeni, ya elbiseni veya malını ver” diyor.
Senin elbiseni, güneş sıcaklığının sana ermesi için istiyor.

Kur’an da:
Siz Allah’a gönül hoşluğuyla bir borç veriniz
(Müzemmil suresi 20) buyurduğu gibi, senin yükünü hafifletmeyi arzu ediyor.

Sadece mal ve cübbe istemiyor, çünkü sana bunlardan başka, daha birçok şeyler vermiştir, mesela ilim, fikir ve görüş gibi.

Bununla demek ister ki:
Görüşünü, aklını, fikrini, bana sarf et!
Sen bu malı, zenginliği, benim vermiş olduğum aletlerle elde etmedin sanki?

Böylece o, hem kuşlarından, hem de tuzağından sadaka istiyor.
Güneşin önünde soyunabilirsen, daha iyi olur.

Çünkü o güneş insanı karartmaz, hatta beyazlatır, hiç olmazsa                   elbiseni hafiflet de onun zevkini duyasın.

Bir müddetten beri ekşiye alıştın, bari tatlıyı da bir deneyiver.

                               ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ                        
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

Zuhal yıldızına ayak basıp geçmek:
Bu yıldız, ana rahmine düşen çocuklara şans olursa onun tabiatı ve özellikleri o çocuğa Allah’ın izniyle ve o karakterle doğduktan sonra kendisinde ahmaklık, bilgisizlik, korkaklık, cimrilik, yalancılık, tembellik, kafasız ve zarar veren özellikler oluşur.

Son derece soğuk ve kurudur.
Ona bakmak keder ve üzüntü vericidir.

Tanrı yolunda olan erlerin, doğuştan bu özellikler olsa bile bu özelliklerin tesiri ortadan kalkarak sevinç ve sefaya kavuşurlar.

Ayak basıp geçmenin kederlerden, üzüntülerden kurtulup uğursuzluktan kurtulmaktır.

 
1.   Tanrı dostlarıyla bir arada oturmak ve onların topluluğuyla bir arada bulunmanın çok faydalar sağladığını öğrendik.

2.   Tanrı dostlarında temiz akıl ve bilginin çok olduğunu öğrendik.

3.   Topraktan olmamıza rağmen toprağa hükmetme gücünü Ulu Tanrı’nın insana verdiğini öğrendik.

4.   Tanrı erlerinin normal bir insanın ulaşamayacağı bilgiye ve akla sahip olduklarını öğrendik.

5.   Kendimizin ne olduğunu herkesin gördüğünü, bizim de kendimizi başkalarının gördüğü gibi görüp değerlendirme yapmamız gerektiğini öğrendik.

6.   Peygamberimizin dua bereketiyle Salih kul olanlara Tanrı’nın bereketlerinin yağdığını, affının ulaştığını öğrendik.

7.   Tanrı yolundan başka yola gidenlerin mahvolduklarını öğrendik.

8.   Peygamberimizin en güzel örnek olduğunu öğrendik.

9.   Her şeyin Tanrı tarafından yazıldığını ve hüküm verildiğini öğrendik.

10.                  Tanrı’yı görmek istemek yerine Tanrı kapısına gitmenin yararlı olduğunu öğrendik.

11.                  Dünyaya ait üstüne toplumun üstümüze giydirdiği, bizim iyi diyerek giydiğimiz toprağa ait, bağlandığımız, bize yük olan madde sevgisinden kurtulup Tanrı nuruyla aydınlanmak için dünyadan soyunmamız gerektiğini öğrendik.

İşte böyle yaren,

Tanrı seni temiz, kendisinden başkasına bağlanmamış ve kendisini seven biri olarak ister.

Tanrı’ya ulaşma yolunu açan ve bize yol açanın Peygamberimizin olduğunu öğrendik.

En güzel örneğin Peygamberimiz olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Velilerin izlediği, inceliklerini anlattığı bu yolu önemsememiz gerektiğini öğrendik, anladık.

                                         *
RAVLİ

Popüler Yayınlar