3 Mart 2013 Pazar

FİHİ MAFİH 60. fASIL

“ Ebubekir, namazı, orucu ve sadakası ile diğer eshaba (Peygambere yakın olanlar) tercih edilmedi, 
O kalbindeki iman ile terkim (Saygı gösterme, ululama) olundu.”
(Hadis)

Buyuruyor ki, Ebubekir’in başkalarına üstünlüğü, onun çok namaz kıldığı ve oruç tuttuğu için değildir.

Belki Tanrı’nın ona olan inayeti (İyilikler ihsanlar) ve onun muhabbeti (Aşkı)  içindir.

Kıyamette namazları getirip terziye korlar, oruçları ve sadakaları da böyle yaparlar.
Fakat muhabbeti (Aşkı) getirdikleri zaman, muhabbet teraziye sığmaz.

Binaen aleyh (Bundan dolayı) asıl olan muhabbettir.
Kendinde muhabbet hissettiğin zaman, fazlalaşması için çalış.

Bir sermaye gördüğün zaman ki, bu taleptir, onu taleple artır.
Çünkü “ Harekette bereket vardır
(Hadis)

Eğer artırmazsan sermaye kaybolur.
Topraktan daha aşağı ve kıymetsiz değilsin.

Yeri hareketlerle ve belle altın üstüne çevirmekle, başka türlü yapıyorlar, o zaman yer bitki veriyor.
Meşgul olmadıkları zaman ise toprak katılaşıyor.

O halde mademki kendinde bir arzu hissettin, gel yürü ve:
Bu gidip gelmenin ne faydası var?” deme.
Sen yürü, fayda kendisinden zahir (Semiz, tavlı, bol) olur.

Bir adamın dükkâna gitmesinin faydası, yalnız ihtiyacını söylemesi değildir.
Ulu Tanrı rızık (Yiyecek, içecek) verir.

Eğer evinde oturursa ona rızık gelmez.
Çocukcağız ağladığı zaman annesi ona süt verir.


Eğer:
“ Bu benim ağlamamın ne faydası var ve neden süt vermeyi icap ettiriyor?” diye düşünse acaba sütsüz kalmaz mı?
İşte görüyorsun ki ona süt bu sebeple gelmektedir.

Eğer bir kimse:
“ Bu rükû (Eğilme) ve sücudun (Alnı yere koyma) ne faydası var, niçin yapayım” diye düşünceye dalarsa (Bunun ona) ne faydası olur?

Sen bir emirin ve başkanın önünde saygı gösterip eğilir ve diz çökersen, o emir de sana merhamet edip bir gelir temin eder.

Emirde rahmet eden (Acıyan) şey, onun derisi ve eti değildir.
Çünkü öldükten sonra da o et ve deri yerinde kalır.

Uyurken, kendinde değilken ve aklın başında yokken böyledir.
Fakat bu hizmet onun önünde ziyan olmuştur.

O halde anladık ki emirde bulunan merhamet göze görünmez ve görülemez.
Öyleyse deride ve ette olan bir şeye hizmet ettiğimiz halde, onu görmemiz mümkündür.

Böyle olunca derisiz, etsiz edilen hizmetin, görülmemesi pek tabiidir.
Eğer o şey ette, deride gizli olsaydı, Ebu Cehl (Lanet edilen) ve Mustafa (Sevgilim denilen) bir olurdu ve aralarında bir fark olmazdı.

Görünüşte sağırla işitenin kulağı birdir, farkı yoktur.
Onun ki de aynı şekildir bununki de.

Yalnız o işiten şey, onda gizlidir ve göze görünmez.
O halde asıl olan inayettir.

Sen ki Emirsin, senin iki kölen olsa, biri birçok hizmetlerde bulunmuş, senin için birçok seferler yapmış olsa, öbürü kölelikte tembellik etse, o tembele çalışkandan daha çok muhabbetin olduğunu görürüz.

Her ne kadar o çalışkan ve hizmette bulunan köleyi de ziyan etmezsen de yine böyle oluyor.

İnayete hükmedilemez.
Bu sağ göz ile sol göz görünüşte birdir.

Fakat acaba o sağ göz ne hizmette bulundu da sol göz bunu yapmadı?
Sağ el iş yaptı da sol el yapmadı mı?

Bunun gibi sağ ayak ne yaptı da sol ayak yapmadı?
Tanrı’nın inayeti sağ göze isabet etmiştir.

Mesela Cuma gününü de diğer günlerden üstün kılmıştır.
Çünkü Tanrı’nın birtakım rızıkları vardır ki o Levh-i Mahfuz’da yazılan rızıklardan başkadır.

Kul onu Cuma günü arasın.
(Hadis) buyurmuştur.

İşte, acaba bu Cuma günü ne hizmette bulundu da, diğer günler onda kusur ettiler.

Yalnız ona inayet vaki olmuş ve hususi bir şeref verilmiştir de ondan.

Eğer bir kör:
“Beni böyle kör yarattılar.
Bunda mazurum.” Derse, onun bu, körüm ve mazurum, demesinin ona faydası olmaz ve böyle demekle bu zahmet giderilemez.

Bu küfür içinde bulunan kâfirler, küfür azabı, üzüntüsü içindedirler, ama yine düşünecek olursak, bu azap da aynı inayettir.

Çünkü o rahat içinde olunca, Tanrı’yı unutuyorlar.
O halde azaba duçar olunca O’nu hatırlamaktadır.

Cehennem mabetidir ve kâfirlerin mescididir.
Çünkü onlar Tanrı’yı orada yâd ederler.

Mesela zindanda iken, hastalandığında, dişi ağrırken olduğu ve azaba tutulduğu gibi, bilgisizlik perdesi yırtılmış olur.

Tanrı’nın varlığını ikrar eder ve:
Ya Rab!
Ya Rahman!
Ya Hak!” diye ağlayıp sızlar.

Fakat iyileşince yine gaflet (Dikkatsizlik) perdeleri hâsıl (görünür) olur.
Hani Tanrı nerede?
Bulamıyorum, görmüyorum, nerede arayayım? Demeye başlar.

Halbuki üzüntülü zamanında gördün, buldun.
Şimdi görmüyorsun!

O halde mademki sen ıstırap çektiğin zaman O’na görüyorsun, Tanrı’yı daima zikretmen için sana her zaman azap ve ıstırap verirler.

Bir cehennemlik rahat içinde iken Tanrı’dan habersizdir ve O’nu anmaz.
Halbuki cehennemde gece gündüz Tanrı’yı zikreder.

Çünkü Tanrı âlemi, göğü, yeri, güneşi, ayı ve gezegenleri, iyiyi ve kötüyü, kendini yâd (Anma) , tespih (Zikir) etmeleri, kendine kullukta bulunmaları için yaratmıştır.

İşte kâfirler rahata kavuşunca, vazifelerini yapmadıklarından ve yaratılmaktan maksatları O’nu zikretmek olduğu halde, zikretmediklerinden cehenneme giderler.

Fakat müminlerin zahmet çekmelerine lüzum yoktur.
Onlar bu rahat içindeyken da azabı bilmezlik etmezler ve o azabı her zaman kendileri için hazır görürler.

Mesela akıllı bir çocuğun ayağını bir defa falakaya koyarlarsa, bu ona yetişir ve falakayı unutmaz.
Fakat ahmak olan hemen unutur.

İşte bunun için ona her an falaka (Sopa vurmak içi ayak tabanlarını uygun bir biçimde sıkıştırıp tutmak üzere iki ucuna bağlı bir ipi olan cezalandırma aracı) lazımdır.

Bunun gibi akıllı bir at da bir kere mahmuz yerse (Çizmenin, potinin arkasına takılan ve binek hayvanlarını dürtüp hızlandırmaya yarayan demir veya çelik parçası) artık mahmuz yemesine hacet (İhtiyaç) kalmaz.

Üstündekini fersahlarca götürür ve yine mahmuzun yarasını unutmaz.
Ama ahmak (Aklını gereği gibi kullanamayan, anlama ve kavrama yetenekleri gelişmemiş kimse) ata her an mahmuz vurmak lazımdır.

O insanı (Toplum halinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirilebilen ve biçim verilebilen canlı)  taşımaya layık değildir.
Ona gübre yüklesinler.

                                ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ                         
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Allah’a iman ve saygı göstererek ululamanın çok beğenilen ve övülen, başkalarından üstün tutulan bir davranış olduğunu öğrendik.

2.   Allah’a olan aşkın, muhabbetin ölçü ile belirlenemeyecek kadar kıymetli olduğunu öğrendik.

3.    Allah’a bir ilgi, bir sevgi kendimizde gördüğümüz zaman bunu çalışmalarımızla çoğaltmamız gerektiğini, bundan dolayı çok fayda sağlayacağımızı öğrendik.

4.   Evde oturup Allah’a ihtiyacını bildirmek yerine çalışmamız gerektiğini, Allah’ın ihtiyacımızı, isteğimizi çalışmanın içinden verdiğini, sebebe bağladığını öğrendik.

5.   Görünüşte benzer var olan ile görünenin içinde gizlenmiş gizli etken özelliğin var olmasının fark oluşturduğunu öğrendik.

6.   Allah’ın kendi varlığını kendisini anana iyiliklerle, anmayanı da azap ve ıstırap vererek anmasını sağladığını öğrendik.

7.   Akıllı insanın Allah’ı unutmadığını, sık-sık ismini andığını, kendisinin dünyaya gelmesinin manasını unutmadığını öğrendik.

İşte böyle yaren,
MUHABBET:

Sevgi demektir.
Kasıt ve karşılık beklemeden sevmedir.

Yüksek bir duygudur ve yüksekten gelmiştir ve yaratılan her zerrede kendini göstermiştir.

Gizli bir hazine olan Allah’ın ilk iradesinin muhabbet (Aşk) olduğunu ve yaratmanın ilki olduğunu anladık.

Muhabbetin hakikati bütün varlığını sevdiğine bağışlamaktır.
Muhabbet kalpte bulunan bir ateştir ki her pisliği yakar.

Seven kendine ait sıfatlarından kaybolup sevdiğinin sıfatlarına bürünmesidir.

Seven sevdiğinin rızasına boyun eğer ve ona teslim olur.
Muhabbet Allah’a giden en sağlam yoldur.

 Muhabbetin başı sevgi, ortası aşk, sonu fena fillahtır (Allah’ın varlığında yok olma).

Daha geniş bilgi için:
RAVLİ MUHABBET yaz Google den oku.

RAVLİ AŞK yaz Google den oku.

RAVLİ FENA FİLLAH yaz Google den oku.

                                    *
RAVLİ


[i] Eride ve ette                   olan her şeye                                                           

Popüler Yayınlar