Buyruğu yedi iklimde de yürürdü.
(insanların yaşadığı her yerde)
Buyruk yürütmede adeta
İskender’di.
Kaftan kafa bütün âlem, onun
askeriydi.(Yüce dağlar da dâhil)
Şanı, şerefi Ay’ı da gölgede
bırakmıştı.
Ay, o yüceliği görüp yüzünü o
tapının toprağına vurmuştu.
Bu padişahın bir de yüce,
akıllı, en ince işleri bilir veziri vardı.
O itibarlı vezirin bir oğlu
vardı ki âlemin bütün güzelliği, onun yüzüne vakf olmuştu (emrine verilmişti) adeta.
Hiç kimse, onun güzelliğine
sahip bir güzel görmemişti.
Hiçbir güzel de bu derece
yüceliğe erişmemişti.
O gönülleri aydınlatan güzel,
güzelliği yüzünden gündüzleri dışarı çıkamazdı.
Şayet o ay, gündüzün görünse
âlemde, yüzlerce kıyamet kopardı.
Kutluluk ve güzellik âleminde
ebediyen onun gibi güzel bir insan doğamaz!
O delikanlının güneş gibi bir
yüzü, misk gibi güzel kokulu ve simsiyah saçları vardı.
Güneşe tuttuğu şemsiye,
misktendi.
Abıhayat (ölümsüzlük),
dudağına susamış, dudakları kupkuru bir halde gelmişti.
Ağzı, adeta güneşteki bir
zerreye benzerdi.
Onun zerresi, halka bir
fitneydi.
Otuz tane yıldız da o zerrede
kaybolmuştu!
O otuz yıldız, bir zerrenin
içinde kaybolmuştu ama yıldızlar gibi de âleme yol gösterirdi!
Saçları, kendini beğenip baş
kaldırmış, sonra da yine baş çekerek arkaya doğru düşüvermişti!
O gümüş bedenli güzelin
saçlarının her kıvrımı, yüzlerce can âleminin saflarını birbirine katar, kırar
geçirirdi.
Zülfü, ruhunda yüzlerce bağa
sahipti;
Her telinde yüzlerce
şaşılacak şey vardı!
Kaşları, yay gibiydi, fakat
kimin kolunda o kuvvet vardı ki o yayları büksün!
Nergis gözleri, dilberliğe
ait afsunlar okurdu.
Her kirpiğiyle yüzlerce
sihirbazlıklarda bulunurdu.
Lal dudakları, abıhayat
kaynağıydı.
Hem şekerden tatlıydı, hem kenarlarında
yeni yetişmiş çimenler vardı.
Yeni terlemiş bıyık ve
sakalı, güzellik yüzünün kızıllığıydı adeta.
O güzelim tüyler, sanki
güzellik ve şeref kaynağında bir duduydu!
Misk gibi beni
“cemal-güzellik” (yüz güzeli) kelimesinin noktasıydı.
Geçmiş zaman da o bene
sığınmıştı, gelecek zaman da.
Sanki geçmiş ve gelecek
zaman, o ben yüzünden içinde bulunduğumuz bir an haline gelmişti.
O güzel delikanlıyı ömrümce övsem yine anlatıp bitirmeme imkân yok!
Padişah, bu çocuğun aşkıyla sarhoş olmuş, bu sevda belasıyla elden çıkmıştı.
Padişahın kadri (değeri,
itibarı, onuru, şerefi, rütbesi, derecesi) yüceydi ama o dolunayın derdiyle
adeta hilale dönmüştü.
Delikanlının aşkına öyle bir
dalmıştı ki varlığından bir haber bile gelmiyordu.
Çocuğu bir an bile görmese
gönlü, kan ırmağı haline gelirdi.
Ne onsuz bir an kararı vardı,
ne bu aşk yüzünden bir zaman sabrı!
Gece gündüz bir an bile onsuz
duramaz, eğlenemezdi.
Geceleyin de munisi
(sevgilisi)oydu, gündüzün de!
Uzun günlerde bile onu
huzurunda oturtur, ta akşama kadar o ay yüzlüye sırlar açar, dertler dökerdi.
Karanlık bastı da gece oldu
mu padişahın ne uykusu kalırdı, ne kararı!
Delikanlı, padişahın
huzurunda yatar, uyur, padişah da boyuna ona bakar dururdu.
O güzel, mum ışığı altında
uyur, padişah da bütün gece ona bekçilik ederdi.
O ay yüzlünün yüzüne dalar,
her an yüz çeşit kan ağlardı.
Gâh yüzüne güller saçar, gâh
saçındaki tozu silker.
Gâh aşk derdiyle bulut gibi
yağmurlar yağdırır, ağladığına esef (acımadan) bile etmeden yüzüne gözyaşlarını
serperdi!
Gâh o ay yüzlünün güzelliğini
seyrederdi, gâh yüzüne bakıp kadeh kaldırır, dem çekerdi!
Onu bir an bile kendisinden
ayırmazdı.
Padişah neredeyse o da
oradaydı.
*
Delikanlı, daima huzurda
oturmayı istemiyordu!Fakat padişahın korkusuyla bunu açmayı bile,
Anası, babası bir an olsun,
oğullarının yüzünü görmek istiyorlardı.
Fakat padişahın korkusuyla
bunu açmaya bile takatleri (güçleri) yoktu.
Delikanlı bir an, padişahın
huzurundan ayrılırsa padişah, belki kıskançlıkla çocuğun boynunu vurdururdu!
Saraya yakın bir komşu vardı.
O komşunun da güneş yüzlü
güzel bir kızı vardı.
Delikanlı bu kızı görüp âşık
oluverdi.
Aşkı gittikçe kızıştı.
Müşkül (zor) bir işe düştü.
Bir gece o kızla beraber
oturdu.
Yüzü gibi güzel bir meclis
kurdu.
Padişahtan gizlice onunla
buluştu.
Fakat padişah da tesadüf bu
ya, o gece sarhoştu.
Gece yarısı, yarı sarhoş bir
halde yatağından kalktı, eline bir hançer alıp yürüdü.
Delikanlıyı bir hayli aradı,
taradı bulamadı.
Nihayet, bulunduğu tarafa doğru
koştu.
Bir de baktı ki delikanlı,
bir kızla oturuyor.
İkisi de birbirlerine gönül
vermişler!
Padişah, bunu görünce
kıskançlık ateşi ta ciğerine kadar tesir etti.
Âşık, hem aşk sarhoşu, hem
padişah.
Artık böyle bir aşıkın
maşuku, başka maşuklara benzer mi?
Kendi kendisine “ Benim gibi
bir padişahı bıraktı da nasıl başkasını seçti?İşte sana aptallığın ta kendisi!
Ben ona neler yaptım, ne
ihsanlarda bulundum.
Kimse, kimseye asla bu çeşit
ihsanlarda bulunmamıştır.
O da bunlara karşılık bana bu
işi yapıyor ha!
Söyle, yapsın.
Hakikaten de pek tatlı bir
işe girişmiş!
Hazinelerin anahtarı, onun
elinde.
Âlemin başı dik erleri,
huzurunda eğiliyorlar.
Hem hemdemim, hem sırdaşım.
Hem derdim, hem merhemim!
Sonra da gizlice bir yoksulla
düşüp kalksın, öyle mi?
Şimdicik ben onun vücudunu
dünyadan kaldırayım da görsün!”dedi.
Ve derhal delikanlının
tutulup adamakıllı bağlanmasını emretti.
Bağlandıktan sonra bir iyice
dövdü.
Yolda topraklar içinde o
gümüş beden, padişahın kırbacından gömgök oldu!
Ondan sonra sokak ortasında
darağacına çekmelerini buyurdu.
Dedi ki:
Önce derisini yüzün.Sonra da baş aşağı darağacına asın!
Herkes görsün de padişaha
mahrem olan, bir an bile başkasına bakmasın!
Delikanlıyı hakaretle
yakalayıp derisini yüzmek ve asmak için darağacına sürüklediler.
Vezir, bunu duyup başına
topraklar saçtı.
Babasının canı dedi..
Bu başıma gelen iş, nasıl iş?
Nasıl bir kaderin varmış ki
padişah, sana düşman kesildi!
Orada padişahın on kölesi
vardı;
Padişahın emrini yerine
getirmeye, delikanlıyı mahvetmeye hazırdılar.
Vezir, bağrı başlı, gözü
yaşlı bir halde gelip onuna da birer tane gece parlayan yakut verdi.
Dedi ki:
Padişah bu gece çok sarhoş.Bu çocuğun, pek o kadar suçu yok!
Ayılınca hem pişman olur, hem kararı, takati kalmaz.
Onu yüz kişi öldürmüş olsa birini bile sağ bırakmaz;
Bunda hiç şüpheniz olmasın.
Köleler hep birden dediler
ki:
İyi ama ya padişah buraya
gelir de darağacında kimseyi görmezse.
O zaman derhal bizim
kanlarımızı döker, yerleri kan ırmağıyla sular.
Baş aşağı bizi darağacına
çektirir.
Vezir, bir çare buldu.
Zindandan kanlı katil bir
adam getirtti.
Sarımsak soyar gibi onun
derisini yüzdüler.
Darağacına baş aşağı asa
koydular, toprak o biçarenin kanıyla gül-gül oldu, kızardı.
Oğlunu da eve götürüp
gizledi.
Bakalım perde ardından ne
doğar diyordu!
Padişah ertesi gün ayılınca
hala öfkeliydi.
Öfkesinden eskisi gibi ciğeri yanıyordu.
Köleleri çağırdı;
O köpeğe neler ettiniz?Diye sordu.
Hepsi de bir ağızdan, onu
Pazar ortasında darağacına asa koyduk.
Derisini tamamıyla yüzdük.
Şimdi baş aşağı darağacında
asılıdır, dediler.
Padişah bu cevabı duyunca
sevindi, o on kölenin her birine
Ağır elbiseler ihsan etti.
Her biri rütbe ve mevki
sahibi oldu.
“Geç vakte kadar öyle
darağacında bırakın.
Halk, bu hayırsız murdarı
görsün de ibret alsın” dedi.
Şehirliler, bu hali duyunca
dertlendiler, kederlendiler.
Bir haylisi seyretmeye geldi
ama kimse tanımıyordu ki!
Halk, darağacında derisi
yüzülmüş, kanlara gark olmuş, baş aşağı asılmış bir et parçası gördü.
Büyük, küçük, kim gördüyse
gizlice kan ağladı.
O gün, akşama kadar herkes, o
ay yüzlünün yasına battı.Şehir, dertle, elemle, ağlar oldu.
O gün geçince padişah,
sevgilisiz kaldı, yaptığına pişman oldu!
Kızgınlığı yatıştı, aşkı
galebe (üstün) etti.
Aşk, aslan yürekli padişahı karınca
haline soktu!
Padişah, o Yusuf gibi güzel
dilberle gece gündüz halvet (yalnız baş başa kalmakta) olmakta,
Daima vuslat (buluşma)
şarabıyla sarhoş olup durmaktaydı.
Ayrılık sersemliğiyle
oturabilir miydi hiç?
Nihayet bir an bile takati
kalmadı.
İşi gücü, ancak zarı-zarı
ağlamaktı.
Ayrılıkla canı yanıyor,
iştiyakından (özleminden) sabrı, kararı kalmıyordu.
Öyle bir pişman oluş oldu ki
başını topraklara koydu, gözlerinden kanlı yaşlar akmaya başladı.
Mavi matem elbiselerini
giyindi, kan ve kül içine oturdu.
Ne bir şey yiyordu, ne bir
şey içiyordu, kanlar saçan gözlerine uyku girmiyordu.
Gece olunca dışarıya çıktı,
darağacının altında bulunan yabancıları dağıttı.
Yalnız darağacının altına
gitti, delikanlının yapıp ettiklerini aklına getirdi.
Birer-birer bunları
hatırladıkça her kılının dibinden bir feryat koptu.
Gönlüne, saygıya sığmaz
yasalar çöktü.
Her an yeni bir matem
belirdi.
O asılmış cesedin altında
zarı-zarı ağlıyor, kanlarını gözüne yüzüne sürüyordu.
Döktüğü gözyaşları hesaplansa
yüzlerce yağmurdan artıktı!
Kendisini onun altında
topraklara atıyor, elinin üstünü dişleyip koparıyordu.
Bütün gece ta sabaha kadar
orada kaldı.
Mum gibi gözyaşı döktü, yandı
yakıldı.
Seher yeli esmeye başlayınca
uşağıyla beraber sarayına çekildi.
Tozun toprağın, külün
ortasını oturdu.
Her an başına kadar yaslara
batmaktaydı.
Böylece tam kırk gün, kırk
gece geçti.
Kadri yüce padişah, adeta bir
kıla döndü.
Kapıyı kapamış, darağacının
altına oturmuş, sevgilisini iyi etmek için kendisi hasta düşmüştü.
Kimsede cesaret yoktu ki o
kırk gün, kırk gece zarfında dudağını kıpırdatsın, ağzını açsın da padişaha bir
şey söylesin.
Kırk gece geçtikten sonra da
ne yiyordu, ne içiyordu.
Bir gece delikanlıyı rüyada
gördü.
Ay yüzü yaşlara gark olmuştu.
Tepeden tırnağa kadar kanlar
içindeydi.
Delikanlı cevap verdi:
Seninle biliş olduğumdan
kanlara bulandım.Senin vefasızlığından bu hale düştüm.
(Biliş: Canlının, bir nesne
ve olayın varlığına ilişkin bilgili ve bilinçli olma duruma gelmesi)
(vefasızlık: Sevgiyi
sürdürmemek, sevgi ve dostluk bağlılığını yitirmek)
Suçum olmadığı halde derimi
yüzdürdün.
Padişahım, vefakârlık bu mudur?(Vefakâr: Sözünde, sevgisinde duran)
Dost, dostuna bunu mu yapar?
Bunu kâfir olayım ki kâfir
bile yapmaz!(Kâfir: Tanrının varlığını ve birliğini inkâr eden kimse. Zalim ve acımasız kimse)
Ben sana ne yaptım ki beni
darağacına astırdın.
Başımı vurdurdun, baş aşağı
asa koydun beni?
Ben de artık yüz çevirdim
kıyamette de öcümü alacağım.
Kıyamet kopup da adalet
divanı kurulunca Allah senden intikamımı alır.
Padişah o ay yüzlüden bu
cevabı alınca derhal sıçrayıp uyandı.
Gönlü kan kesilmişti.
Bu iş canına kar etmişti.
İşi, gittikçe sarpa
sarmaktaydı.
Artık adamakıllı delirdi,
elden çıktı.
Zayıfladı, elemlerle eş oldu.
Delilik yapısını kurdu.
Ağlayıp inlemeye koyuldu.
Dedi ki:
Ey muradına ermeyen canımın
canı, gönlümün varı, derdinle canımla kan kesildi, gönlüm de!
Sen benim nice derdime derman
oldun da nihayet emrimle de öldürüldün.
Kim, benim gibi kendi canına
kasteder?
Kim, kendi eliyle benim bana
yaptığını yapar?
Kanlara bulansam yeri var.
Neden sevgilimi öldürttüm
ben?
Hele bir bak…
Neredesin ey sevgilim?
Bilişlik yazısını bozma,
lütfet!
Ben kötülük ettim ama sen
etme…
Çünkü bu kötülüğü, ben sana
ettim!
Canım sevgili, seni nerelerde
arayayım?
Bu yanıp kavrulan gönlüme bir
acı, bir rahme gel!(Rahme: Acıma, esirgeme, koruma.)
Ben vefasızım.
Sen benden cefalar çektin.
Fakat sen vefalısın, bana cefa
etme!
Haberin olmadan senin kanını
döktüm ama ey sevgili, sen niceye bir benim kanımı döküp duracaksın?
Bu yanlış işi yaptığım zaman
sarhoştum.
Kaderim ne imiş ki başıma bu
iş geldi.
Sen ansızın beni bırakıp
gittin ama ben bu âlemde sensiz nasıl yaşayayım?
Sensiz bir an bile
duramıyorum, mahvoldum.
Hayatımdan ancak bir iki
solukluk bir zaman kaldı.
Padişahın canı dudağına
geldi.
Kan diyetin olarak onu feda
edecek.
Ölümümden korkmuyorum, fakat
ettiğim cefadan korkuyorum.
Ebediyen özürler dilesem yine
yaptığım suçun özrünü yerine getiremem.
Keşke boğazımı kılıçlarla
kesselerdi de gönlümdeki bu dert, bu elem bitseydi.
Ey beni yoktan yaratan Tanrı,
canım bu hasretle yandı.
Bu hasret beni tepeden
tırnağa kadar yaktı yandırdı!
Tanrım, lütfet de artık
canımı al.
Çünkü gayri tahammülüm
edemiyorum.
Böyle söylene- söylene
nihayet sustu ve sükût içinde kendisini kaybetti.
Nihayet yardım çavuşu erişti.
ŞİKÂYETTEN SONRA ŞÜKRETME
ZAMANIMIZ GELDİ.
Padişahın derdi, haddi aşınca
orada gizli bulunan, padişahı gözetleyen vezir bu hali gördü.
Gidip gizlice oğlunu süsledi,
giydirdi, padişahın yanına yolladı.
Delikanlı, ay buluttan
sıyrılır gibi perde ardından çıkıp padişahın huzurunda durdu.
Elinde bir kefen vardı bir
kılıç!
Padişahın huzurunda yere
kapandı;
Yağmur gibi gözyaşları döküp
ağlamaya başladı.
Padişah, o ay yüzlüyü
görünce…
Bilmem ki ne söyleyeyim?
Padişah topraklara döşendi,
çocuk kanlara bulandı…
Bu acayip iş nasıl oldu;
Kim ne bilir?
Bundan sonra ne söylesem söylenmemiş
demektir.
İnci denizinin ta dibinde,
hem de delinmemiş!
Padişah, sevgilisinin
ayrılığından kurtulunca her ikisi de kalkıp beraberce has odaya gittiler.
(Has oda: İkram yapılan,
misafirin ağırlandığı oda)
Bundan sonra kimse sırra
vakıf değildir.
Çünkü orası ağyarın
(yabancıların) bulunacağı yer değil ki?
Bu hususta kim bir şey
söyler, bu sözü de kim duyar, işitirse adeta o hali kör görmüş söylüyor.
O sözleri sağır dinlemekte!
Ben kim oluyorum ki bunu
anlatayım?
Anlatmaya kalkışsam bile ölüm
fermanımı yazdım demektir.
Oraya varmadan nasıl
anlatırım?
O makamın dışında kalmışım
ben, bari susayım!
Buraya bir kıl bile sığmaz.
Bu makamda sükûttan
(susmaktan) başka ne yapılabilinir ki?
Dil kılıcının gevheri
(değerli davranışı), ancak sükûttur.
Bir an bile bundan başka bir
şey olmasına imkân yoktur.
Süsenin de on taneden fazla
dili var;
Ama yine de susmakta;
Susmaya âşık olmuş sanki!
Benden öncekilerden izin
alsaydım onu anlatmaya beni memur ederlerdi ya.
Fakat şimdi mademki sözü
tamamladım, susayım bari.
Çünkü İŞ GEREK, SÖZ DEĞİL.
Niceye bir söyleyip duracağım
ki?
***
MANTIK AL- TAYR 2
Feridüddin-i ATTAR İslam klasikleri. M. E. B. 2172 Çeviren Abdulbaki GÖLPINARLI
( Bu kitabı temin edip evinde bulundurmanı önemle öneririm)
***
Yaren,
Erkek erkeğe olan aşk
başkadır, cinsel ilişki başkadır.
Eğer ki bu padişahın güzel
bir oğlana cinsel bir yaklaşımla yaklaştığı fikri sende oluşursa tövbe ederek
tekrar temizlen ve yolun başına giderek tekrar buraya kadar gel.
Tanrının özene bezene
yarattığı güzelliğe kim âşık olmaz ki?
Sen padişah olmalısın ki o
güzelliklerin bir arada bulunduğu delikanlı ismi üzerinden anlatılanlara sahip
olabilesin.
Padişah olman için sana
sayısız yol, yordam gösterildi.
Padişah olmazsan iki erkek
hayvanın cinsel birleşme örtüsünü bu anlatılanların üzerine örtersin.
Tanrı kendine insanı vekil
yaptı.
Yaptı ama herkesi de değil.
*
RAVLİ