21 Kasım 2012 Çarşamba

VEZİRİN OĞLUNA ÂŞIK PADİŞAH

Bütün âleme hükmeden bir padişah vardı.
Buyruğu yedi iklimde de yürürdü.
(insanların yaşadığı her yerde)

Buyruk yürütmede adeta İskender’di.
Kaftan kafa bütün âlem, onun askeriydi.
(Yüce dağlar da dâhil)

Şanı, şerefi Ay’ı da gölgede bırakmıştı.
Ay, o yüceliği görüp yüzünü o tapının toprağına vurmuştu.

Bu padişahın bir de yüce, akıllı, en ince işleri bilir veziri vardı.

O itibarlı vezirin bir oğlu vardı ki âlemin bütün güzelliği, onun yüzüne vakf olmuştu (emrine verilmişti) adeta.

Hiç kimse, onun güzelliğine sahip bir güzel görmemişti.
Hiçbir güzel de bu derece yüceliğe erişmemişti.

O gönülleri aydınlatan güzel, güzelliği yüzünden gündüzleri dışarı çıkamazdı.
Şayet o ay, gündüzün görünse âlemde, yüzlerce kıyamet kopardı.

Kutluluk ve güzellik âleminde ebediyen onun gibi güzel bir insan doğamaz!

O delikanlının güneş gibi bir yüzü, misk gibi güzel kokulu ve simsiyah saçları vardı.

Güneşe tuttuğu şemsiye, misktendi.
Abıhayat (ölümsüzlük), dudağına susamış, dudakları kupkuru bir halde gelmişti.

Ağzı, adeta güneşteki bir zerreye benzerdi.
Onun zerresi, halka bir fitneydi.

Otuz tane yıldız da o zerrede kaybolmuştu!
O otuz yıldız, bir zerrenin içinde kaybolmuştu ama yıldızlar gibi de âleme yol gösterirdi!

Saçları, kendini beğenip baş kaldırmış, sonra da yine baş çekerek arkaya doğru düşüvermişti!

O gümüş bedenli güzelin saçlarının her kıvrımı, yüzlerce can âleminin saflarını birbirine katar, kırar geçirirdi.

Zülfü, ruhunda yüzlerce bağa sahipti;
Her telinde yüzlerce şaşılacak şey vardı!

Kaşları, yay gibiydi, fakat kimin kolunda o kuvvet vardı ki o yayları büksün!

Nergis gözleri, dilberliğe ait afsunlar okurdu.
Her kirpiğiyle yüzlerce sihirbazlıklarda bulunurdu.

Lal dudakları, abıhayat kaynağıydı.
Hem şekerden tatlıydı, hem kenarlarında yeni yetişmiş çimenler vardı.

Yeni terlemiş bıyık ve sakalı, güzellik yüzünün kızıllığıydı adeta.
O güzelim tüyler, sanki güzellik ve şeref kaynağında bir duduydu!

Misk gibi beni “cemal-güzellik” (yüz güzeli) kelimesinin noktasıydı.
Geçmiş zaman da o bene sığınmıştı, gelecek zaman da.

Sanki geçmiş ve gelecek zaman, o ben yüzünden içinde bulunduğumuz bir an haline gelmişti.

O güzel delikanlıyı ömrümce övsem yine anlatıp bitirmeme imkân yok!
Padişah, bu çocuğun aşkıyla sarhoş olmuş, bu sevda belasıyla elden çıkmıştı.

Padişahın kadri (değeri, itibarı, onuru, şerefi, rütbesi, derecesi) yüceydi ama o dolunayın derdiyle adeta hilale dönmüştü.

Delikanlının aşkına öyle bir dalmıştı ki varlığından bir haber bile gelmiyordu.

Çocuğu bir an bile görmese gönlü, kan ırmağı haline gelirdi.
Ne onsuz bir an kararı vardı, ne bu aşk yüzünden bir zaman sabrı!

Gece gündüz bir an bile onsuz duramaz, eğlenemezdi.
Geceleyin de munisi (sevgilisi)oydu, gündüzün de!

Uzun günlerde bile onu huzurunda oturtur, ta akşama kadar o ay yüzlüye sırlar açar, dertler dökerdi.

Karanlık bastı da gece oldu mu padişahın ne uykusu kalırdı, ne kararı!
Delikanlı, padişahın huzurunda yatar, uyur, padişah da boyuna ona bakar dururdu.

O güzel, mum ışığı altında uyur, padişah da bütün gece ona bekçilik ederdi.
O ay yüzlünün yüzüne dalar, her an yüz çeşit kan ağlardı.

Gâh yüzüne güller saçar, gâh saçındaki tozu silker.

Gâh aşk derdiyle bulut gibi yağmurlar yağdırır, ağladığına esef (acımadan) bile etmeden yüzüne gözyaşlarını serperdi!

Gâh o ay yüzlünün güzelliğini seyrederdi, gâh yüzüne bakıp kadeh kaldırır, dem çekerdi!

Onu bir an bile kendisinden ayırmazdı.
Padişah neredeyse o da oradaydı.

                                   *
Delikanlı, daima huzurda oturmayı istemiyordu!
Fakat padişahın korkusuyla bunu açmayı bile,

Anası, babası bir an olsun, oğullarının yüzünü görmek istiyorlardı.
Fakat padişahın korkusuyla bunu açmaya bile takatleri (güçleri) yoktu.

Delikanlı bir an, padişahın huzurundan ayrılırsa padişah, belki kıskançlıkla çocuğun boynunu vurdururdu!

Saraya yakın bir komşu vardı.
O komşunun da güneş yüzlü güzel bir kızı vardı.

Delikanlı bu kızı görüp âşık oluverdi.
Aşkı gittikçe kızıştı.

Müşkül (zor) bir işe düştü.
Bir gece o kızla beraber oturdu.

Yüzü gibi güzel bir meclis kurdu.
Padişahtan gizlice onunla buluştu.

Fakat padişah da tesadüf bu ya, o gece sarhoştu.
Gece yarısı, yarı sarhoş bir halde yatağından kalktı, eline bir hançer alıp yürüdü.

Delikanlıyı bir hayli aradı, taradı bulamadı.
Nihayet, bulunduğu tarafa doğru koştu.

Bir de baktı ki delikanlı, bir kızla oturuyor.
İkisi de birbirlerine gönül vermişler!

Padişah, bunu görünce kıskançlık ateşi ta ciğerine kadar tesir etti.
Âşık, hem aşk sarhoşu, hem padişah.

Artık böyle bir aşıkın maşuku, başka maşuklara benzer mi?
Kendi kendisine “ Benim gibi bir padişahı bıraktı da nasıl başkasını seçti?
İşte sana aptallığın ta kendisi!

Ben ona neler yaptım, ne ihsanlarda bulundum.
Kimse, kimseye asla bu çeşit ihsanlarda bulunmamıştır.

O da bunlara karşılık bana bu işi yapıyor ha!
Söyle, yapsın.

Hakikaten de pek tatlı bir işe girişmiş!
Hazinelerin anahtarı, onun elinde.

Âlemin başı dik erleri, huzurunda eğiliyorlar.
Hem hemdemim, hem sırdaşım.

Hem derdim, hem merhemim!
Sonra da gizlice bir yoksulla düşüp kalksın, öyle mi?

Şimdicik ben onun vücudunu dünyadan kaldırayım da görsün!”dedi.
Ve derhal delikanlının tutulup adamakıllı bağlanmasını emretti.

Bağlandıktan sonra bir iyice dövdü.
Yolda topraklar içinde o gümüş beden, padişahın kırbacından gömgök oldu!

Ondan sonra sokak ortasında darağacına çekmelerini buyurdu.

Dedi ki:
Önce derisini yüzün.
Sonra da baş aşağı darağacına asın!

Herkes görsün de padişaha mahrem olan, bir an bile başkasına bakmasın!
Delikanlıyı hakaretle yakalayıp derisini yüzmek ve asmak için darağacına sürüklediler.

Vezir, bunu duyup başına topraklar saçtı.
Babasının canı dedi..

Bu başıma gelen iş, nasıl iş?
Nasıl bir kaderin varmış ki padişah, sana düşman kesildi!

Orada padişahın on kölesi vardı;
Padişahın emrini yerine getirmeye, delikanlıyı mahvetmeye hazırdılar.

Vezir, bağrı başlı, gözü yaşlı bir halde gelip onuna da birer tane gece parlayan yakut verdi.

Dedi ki:
Padişah bu gece çok sarhoş.
Bu çocuğun, pek o kadar suçu yok!

Ayılınca hem pişman olur, hem kararı, takati kalmaz.
Onu yüz kişi öldürmüş olsa birini bile sağ bırakmaz;

Bunda hiç şüpheniz olmasın.
Köleler hep birden dediler ki:

İyi ama ya padişah buraya gelir de darağacında kimseyi görmezse.
O zaman derhal bizim kanlarımızı döker, yerleri kan ırmağıyla sular.

Baş aşağı bizi darağacına çektirir.
Vezir, bir çare buldu.

Zindandan kanlı katil bir adam getirtti.
Sarımsak soyar gibi onun derisini yüzdüler.

Darağacına baş aşağı asa koydular, toprak o biçarenin kanıyla gül-gül oldu, kızardı.
Oğlunu da eve götürüp gizledi.

Bakalım perde ardından ne doğar diyordu!

Padişah ertesi gün ayılınca hala öfkeliydi.
Öfkesinden eskisi gibi ciğeri yanıyordu.

Köleleri çağırdı;
O köpeğe neler ettiniz?
Diye sordu.

Hepsi de bir ağızdan, onu Pazar ortasında darağacına asa koyduk.
Derisini tamamıyla yüzdük.

Şimdi baş aşağı darağacında asılıdır, dediler.
Padişah bu cevabı duyunca sevindi, o on kölenin her birine

Ağır elbiseler ihsan etti.
Her biri rütbe ve mevki sahibi oldu.

“Geç vakte kadar öyle darağacında bırakın.
Halk, bu hayırsız murdarı görsün de ibret alsın” dedi.

Şehirliler, bu hali duyunca dertlendiler, kederlendiler.
Bir haylisi seyretmeye geldi ama kimse tanımıyordu ki!

Halk, darağacında derisi yüzülmüş, kanlara gark olmuş, baş aşağı asılmış bir et parçası gördü.

Büyük, küçük, kim gördüyse gizlice kan ağladı.
O gün, akşama kadar herkes, o ay yüzlünün yasına battı.
Şehir, dertle, elemle, ağlar oldu.

O gün geçince padişah, sevgilisiz kaldı, yaptığına pişman oldu!
Kızgınlığı yatıştı, aşkı galebe (üstün) etti.

Aşk, aslan yürekli padişahı karınca haline soktu!
Padişah, o Yusuf gibi güzel dilberle gece gündüz halvet (yalnız baş başa kalmakta) olmakta,

Daima vuslat (buluşma) şarabıyla sarhoş olup durmaktaydı.
Ayrılık sersemliğiyle oturabilir miydi hiç?

Nihayet bir an bile takati kalmadı.
İşi gücü, ancak zarı-zarı ağlamaktı.

Ayrılıkla canı yanıyor, iştiyakından (özleminden) sabrı, kararı kalmıyordu.

Öyle bir pişman oluş oldu ki başını topraklara koydu, gözlerinden kanlı yaşlar akmaya başladı.

Mavi matem elbiselerini giyindi, kan ve kül içine oturdu.

Ne bir şey yiyordu, ne bir şey içiyordu, kanlar saçan gözlerine uyku girmiyordu.

Gece olunca dışarıya çıktı, darağacının altında bulunan yabancıları dağıttı.
Yalnız darağacının altına gitti, delikanlının yapıp ettiklerini aklına getirdi.

Birer-birer bunları hatırladıkça her kılının dibinden bir feryat koptu.
Gönlüne, saygıya sığmaz yasalar çöktü.

Her an yeni bir matem belirdi.
O asılmış cesedin altında zarı-zarı ağlıyor, kanlarını gözüne yüzüne sürüyordu.

Döktüğü gözyaşları hesaplansa yüzlerce yağmurdan artıktı!
Kendisini onun altında topraklara atıyor, elinin üstünü dişleyip koparıyordu.

Bütün gece ta sabaha kadar orada kaldı.
Mum gibi gözyaşı döktü, yandı yakıldı.

Seher yeli esmeye başlayınca uşağıyla beraber sarayına çekildi.
Tozun toprağın, külün ortasını oturdu.

Her an başına kadar yaslara batmaktaydı.
Böylece tam kırk gün, kırk gece geçti.

Kadri yüce padişah, adeta bir kıla döndü.

Kapıyı kapamış, darağacının altına oturmuş, sevgilisini iyi etmek için kendisi hasta düşmüştü.

Kimsede cesaret yoktu ki o kırk gün, kırk gece zarfında dudağını kıpırdatsın, ağzını açsın da padişaha bir şey söylesin.

Kırk gece geçtikten sonra da ne yiyordu, ne içiyordu.
Bir gece delikanlıyı rüyada gördü.

Ay yüzü yaşlara gark olmuştu.
Tepeden tırnağa kadar kanlar içindeydi.

 Dedi ki:
Ey cana can katan güzelim, neden böyle baştan ayağa kadar kanlara gark oldun?

Delikanlı cevap verdi:
Seninle biliş olduğumdan kanlara bulandım.
Senin vefasızlığından bu hale düştüm.

(Biliş: Canlının, bir nesne ve olayın varlığına ilişkin bilgili ve bilinçli olma duruma gelmesi)
(vefasızlık: Sevgiyi sürdürmemek, sevgi ve dostluk bağlılığını yitirmek)

Suçum olmadığı halde derimi yüzdürdün.
Padişahım, vefakârlık bu mudur?
(Vefakâr: Sözünde, sevgisinde duran)

Dost, dostuna bunu mu yapar?
Bunu kâfir olayım ki kâfir bile yapmaz!
(Kâfir: Tanrının varlığını ve birliğini inkâr eden kimse. Zalim ve acımasız kimse)

Ben sana ne yaptım ki beni darağacına astırdın.
Başımı vurdurdun, baş aşağı asa koydun beni?

Ben de artık yüz çevirdim kıyamette de öcümü alacağım.
Kıyamet kopup da adalet divanı kurulunca Allah senden intikamımı alır.

Padişah o ay yüzlüden bu cevabı alınca derhal sıçrayıp uyandı.
Gönlü kan kesilmişti.

Bu iş canına kar etmişti.
İşi, gittikçe sarpa sarmaktaydı.

Artık adamakıllı delirdi, elden çıktı.
Zayıfladı, elemlerle eş oldu.

Delilik yapısını kurdu.
Ağlayıp inlemeye koyuldu.

Dedi ki:
Ey muradına ermeyen canımın canı, gönlümün varı, derdinle canımla kan kesildi, gönlüm de!

Sen benim nice derdime derman oldun da nihayet emrimle de öldürüldün.
Kim, benim gibi kendi canına kasteder?

Kim, kendi eliyle benim bana yaptığını yapar?
Kanlara bulansam yeri var.

Neden sevgilimi öldürttüm ben?
Hele bir bak…

Neredesin ey sevgilim?
Bilişlik yazısını bozma, lütfet!

Ben kötülük ettim ama sen etme…
Çünkü bu kötülüğü, ben sana ettim!

Canım sevgili, seni nerelerde arayayım?
Bu yanıp kavrulan gönlüme bir acı, bir rahme gel!
(Rahme: Acıma, esirgeme, koruma.)

Ben vefasızım.
Sen benden cefalar çektin.

Fakat sen vefalısın, bana cefa etme!

Haberin olmadan senin kanını döktüm ama ey sevgili, sen niceye bir benim kanımı döküp duracaksın?

Bu yanlış işi yaptığım zaman sarhoştum.
Kaderim ne imiş ki başıma bu iş geldi.

Sen ansızın beni bırakıp gittin ama ben bu âlemde sensiz nasıl yaşayayım?
Sensiz bir an bile duramıyorum, mahvoldum.

Hayatımdan ancak bir iki solukluk bir zaman kaldı.
Padişahın canı dudağına geldi.

Kan diyetin olarak onu feda edecek.
Ölümümden korkmuyorum, fakat ettiğim cefadan korkuyorum.

Ebediyen özürler dilesem yine yaptığım suçun özrünü yerine getiremem.

Keşke boğazımı kılıçlarla kesselerdi de gönlümdeki bu dert, bu elem bitseydi.

Ey beni yoktan yaratan Tanrı, canım bu hasretle yandı.
Bu hasret beni tepeden tırnağa kadar yaktı yandırdı!

Tanrım, lütfet de artık canımı al.
Çünkü gayri tahammülüm edemiyorum.

Böyle söylene- söylene nihayet sustu ve sükût içinde kendisini kaybetti.
Nihayet yardım çavuşu erişti.

ŞİKÂYETTEN SONRA ŞÜKRETME ZAMANIMIZ GELDİ.

Padişahın derdi, haddi aşınca orada gizli bulunan, padişahı gözetleyen vezir bu hali gördü.

Gidip gizlice oğlunu süsledi, giydirdi, padişahın yanına yolladı.

Delikanlı, ay buluttan sıyrılır gibi perde ardından çıkıp padişahın huzurunda durdu.

Elinde bir kefen vardı bir kılıç!
Padişahın huzurunda yere kapandı;

Yağmur gibi gözyaşları döküp ağlamaya başladı.
Padişah, o ay yüzlüyü görünce…

Bilmem ki ne söyleyeyim?
Padişah topraklara döşendi, çocuk kanlara bulandı…

Bu acayip iş nasıl oldu;
Kim ne bilir?

Bundan sonra ne söylesem söylenmemiş demektir.
İnci denizinin ta dibinde, hem de delinmemiş!

Padişah, sevgilisinin ayrılığından kurtulunca her ikisi de kalkıp beraberce has odaya gittiler.
(Has oda: İkram yapılan, misafirin ağırlandığı oda)

Bundan sonra kimse sırra vakıf değildir.
Çünkü orası ağyarın (yabancıların) bulunacağı yer değil ki?

Bu hususta kim bir şey söyler, bu sözü de kim duyar, işitirse adeta o hali kör görmüş söylüyor.

O sözleri sağır dinlemekte!
Ben kim oluyorum ki bunu anlatayım?

Anlatmaya kalkışsam bile ölüm fermanımı yazdım demektir.
Oraya varmadan nasıl anlatırım?

O makamın dışında kalmışım ben, bari susayım!
Buraya bir kıl bile sığmaz.

Bu makamda sükûttan (susmaktan) başka ne yapılabilinir ki?
Dil kılıcının gevheri (değerli davranışı), ancak sükûttur.

Bir an bile bundan başka bir şey olmasına imkân yoktur.
Süsenin de on taneden fazla dili var;

Ama yine de susmakta;
Susmaya âşık olmuş sanki!

Benden öncekilerden izin alsaydım onu anlatmaya beni memur ederlerdi ya.
Fakat şimdi mademki sözü tamamladım, susayım bari.

Çünkü İŞ GEREK, SÖZ DEĞİL.

Niceye bir söyleyip duracağım ki?
                              ***
MANTIK AL- TAYR 2 Feridüddin-i ATTAR İslam klasikleri.
M. E. B. 2172 Çeviren Abdulbaki GÖLPINARLI
( Bu kitabı temin edip evinde bulundurmanı önemle öneririm)

                                      ***
Yaren,

Erkek erkeğe olan aşk başkadır, cinsel ilişki başkadır.

Eğer ki bu padişahın güzel bir oğlana cinsel bir yaklaşımla yaklaştığı fikri sende oluşursa tövbe ederek tekrar temizlen ve yolun başına giderek tekrar buraya kadar gel.

Tanrının özene bezene yarattığı güzelliğe kim âşık olmaz ki?

Sen padişah olmalısın ki o güzelliklerin bir arada bulunduğu delikanlı ismi üzerinden anlatılanlara sahip olabilesin.

Padişah olman için sana sayısız yol, yordam gösterildi.

Padişah olmazsan iki erkek hayvanın cinsel birleşme örtüsünü bu anlatılanların üzerine örtersin.

Tanrı kendine insanı vekil yaptı.
Yaptı ama herkesi de değil.

                                    *

RAVLİ

Popüler Yayınlar