5 Ocak 2013 Cumartesi

ŞEMSİ TEBRİZİ 45

Öğretmenlik yapıyordum, bir çocuk getirdiler hoppa!
Gözleri kıpkırmızı, sanki yalpa vuran bir sarhoş gibi geldi.
Selâm sana üstat! Dedi.

Ben müezzinlik ederim, hoş sesim var, kalfa olacağım, dedi.
Evet, oraya oturdu anne ve babası ile sözleşme yaptım.

Eğer eli kırılmış olarak yanınıza gelse bile hiç bir telâş göstermeyeceksiniz, dedim.

Bizim çocuğumuza karşı beslediğimiz yufka yüreklilik yüzünden belki kendi elimizle dövmeye gönlümüz razı olmaz.

Ama sen döversen hiç ses çıkarmayız, size senet verelim.
Bu çocuk bizi darağacının başına götürmüştür, dediler.

Mektebimizin çocukları hep başları önlerinde çalışıyor, etrafında bakışıyorlardı.

Öğrencilerden birini çağırdı, şakalaşmak, oynamak istedi.
Hiç kimsenin kendisiyle ilgilenmediğini görünce kendi kendine, bunlar ne adamlarmış, diye mırıldanıyordu. (M. 344)

Gizlice birinin tüyünü çeker, ötekine çimdik atar, çocuklar da onun oturduğu tarafa oturmak istemezlerdi, iş bu şekilde uzayıp giderken kendimi her şeyden habersizmiş gibi gösteriyordum.

Ara sıra ne oldu? Diyordum, ne gürültü ediyorsunuz?
Hiç, üstat diyorlardı.

Orada dışarıdan biri işaret etti.
Önce ona bağırdım, ödü koptu, biraz sonra yerinden sıçradı.

Artık ben gideyim üstat!
Pek erken geldim, henüz yeniyim, dedi.

İkinci gün tekrar geldi.
Sordum kendisine:

Paydos vaktine kadar ne okudun?
Gel oku, dedim.

Kitabı önümde açtı, bir kenarından biraz yırtılmıştı.
Kitabı nasıl koruyorsun? Dedim, bir tokat patlattım.

Hemen yere yuvarlandı, ikinci, üçüncü tokat’ı da vurduktan sonra saçlarını yolmaya başladım, ellerini kanattım, sonra da falakaya yatırdım.

Aramızda Hoca Reis dediğimiz bir kalfa vardı, gizlice ona seslendim. Çocuğa yardım etsin diye işaret ettim.

Fakat hiç aldırış etmiyor gibi görünüyordum.
Çocuk içinden hele bakın Hoca Reise karşı nasıl davranıyor diye hayret ediyordu.

Çünkü niçin geldin diye kalfaya çıkıştım.
Sizi görmek istedim de onun için geldim dedi.

O konuşurken çocuk gizlice yutkunuyor, ona işaret ediyor, aman bana yardım et, diye yalvarıyordu.

Kalfa dudaklarını ısırarak kendisini kurtarmak için fırsat kollayacağımı anlatmak istiyordu.

Hoca Reis, şimdi ben buradayım korkma diye gizlice işaret ederken, biraz sonra da bana artık bu sefer izin verin de ayaklarını çözeyim diyordu.

Ben susuyordum; nihayet çocuğu kaldırdılar, bir hamalın sırtında evine gönderdiler.

Bir hafta evinden dışarı çıkamadı.
Ertesi sabah namazda idim,

Annesi, babası geldiler, ayağıma kapanarak, sana olan teşekkür borcumuzu nasıl ödeyeceğiz? Dediler.

Hâlbuki kendi kendime belki gelmezler de ben de kurtulurum demiştim.

Nihayet bir hafta sonra oğlan yanımıza geldi uzakça bir yere oturdu. Gizlice korkak bakışlarla etrafı süzüyordu.
Ona seslendim, yerine otur, dedim. (M. 345)

Bu sefer tekrar terbiyeli bir durumda kitabını açtı, dersini okumaya başladı.
Herkesten daha terbiyeli bir durumda kitabını açtı, dersini okumaya başladı.

Herkesten daha terbiyeli ve uslu olmuştu.
Bir kaç gün sonra yine unuttu.

Dışarıda aşık (Kemik oyunu) oynadığını söylediler.
Keşke o söyleyen gammazlık etmeseydi, içerde çocukları dövmek için değil ancak korkutmak için bir sopa vardı.

Bu sopayı aldım.
Şimdi oynadıkları yeri temizlemişler, boyuna âşık atıyorlardı.

Arkası bu tarafa dönüktü, ben keşke beni görse de kaçsa idi diye düşünüyordum.

Öteki çocuklar onunla benim aramdaki vazgeçtiği bilmedikleri için ona kaç demiyor, benim arkamda kalan çocuğun canı burnuna geliyor, renkten renge giriyor, onunla göz göze gelmek için fırsat kolluyordu.

Bir işaret versin de arkadaşını bu tarafa kaçırsın diye çırpınıyordu.
Hâlbuki o kendinden geçmiş haldeydi.

Önüne vardım.
Selâm sana, dedim.

Hemen yere yuvarlandı, elleri titredi, rengi uçtu, kupkuru kesildi.
Kalk diyordum, kalk gidelim.

Geldi, kitabının yanına götürdüm, bundan sonra da sopayı suya koydum.
Öyle yumuşadı ki, öyle bir şey oldu ki hiç sorma.
Onu falakaya çektiler.

Tek başına on iki çocuğa birden vuruyordu.
Aman üstat, dedi onu Arık bir çocuk bile falakaya çeker, ayaklarını sarar.

Kalfaya diyordum ki:
Bari sen vur çünkü benim vura-vura elim şişti.
Kalfa da bir kaç sopa vurdu.

Kalfaya tutun dedim şöyle vurun.
O bakıyordu bu sefer sopayı kaldırdım kalfaya vurdum.

Kendimce çocuğu dövüyordum sanki.
Dördüncü sopada ayağının derisi sopayla beraber kalktı.

İçimden sanki bir şey koptu aşağı düştü.
Birinci ve ikinci sopada bağırmıştı, ötekilerde ses çıkarmadı.

Nihayet yine evine götürdüler, bir ay dışarı çıkmadı.
Sonra dışarı çıktı annesi sordu nereye gidiyorsun? (M. 346)
Üstada gidiyorum dedi.

Annesi ama nasıl gideceksin? Deyince, o benim efendimdir, onun yerini kim tutar?
Ben ölünceye kadar ondan ayrılmam.

Benim ne olacağımı, hangi kuru darağacında kalacağımı Allah bilirdi. O beni yola getirdi.

Beni tekrar mektebe götürün, diye annesine babasına yalvarıyordu. Anne ve babası dua ediyorlar, komşuları hep birden ellerini kaldırmış hem dua ediyorlar, hem de diyorlardı ki, bu, öyle bir fedaiydi ki ne kendisini, ne de büyükten, küçükten hiç kimseyi sağ bırakmayacaktı.

Şehrin şahından, bahsetsem, ona söverdi, taş atardı, öyle cesaretli, öyle korkusuzdu ki, yüz adam öldürmüş olan bir kanlıya karşı bile pervasızca davranırdı.

Hülâsa bu öğrenci şimdi bütün arkadaşlarından daha uslu, daha saygılı olmuştu.

Bir arkadaşı kendisine bir işarette bulunsa elini ağzına götürür sus diye mırıldanırdı.

Nihayet kısa bir süre içinde bütün Kuran-ı ona öğrettim; hoş bir sesle ezan okuyordu.

Bundan sonra bir daha gelmedi.
Artık işini bulmuştu.

Allah'ın perde arkasında gizlediği kullar vardır.
Onlarla birlikte sırlar konuşur, gizli hikmetler söyleşir.

Beni Şeyh Evhadüddin-i Kirmani sema meclisine götürdü, çok saygılar gösterdi.

Sonra kendi özel hücresine davet etti.
Bir gün ne olur dedi bizimle beraber kalsanız?

Dedim ki:
Bu bir şartla olur.
Açıkça ikimiz birlikte otururuz, sen müritlerin önünde içki içersin, ama ben içmem, ben bu işe katılmam.

Sen niçin içmezsin dedi.

Dedim ki:
Sen bahtiyar bir fasık (günahkâr) olursun.
Ben ise bahtsız bir günahkâr olurum.

Bunu yapamam dedi.
Bundan sonra bir tek söz söyledim, üç defa elini alnına götürdü, Allah! Dedi.

Kelâm bilgini Esedüddin bir gün,
"Her nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir,"
(K. 57/4)
anlamındaki Allah sözünü yorumluyordu.

Bütün bilgisi ve erdemi ile beraber, halk önünde kendisinden bir şey sorduğum için bana gücendi.

Bir gün tekrar sordum:
O sizinle beraberdir diyorsun.
Allah sizinle beraberdir demek nasıl olur?

Bana şu cevabı verdi:
Senin bu sorudan maksadın nedir?
Allah yumuşaklık ve merhamet tarafında iken ne ise sertlik yönünde de öyledir.

Uçuruma gidiyorsun dikkat et.
Benim bu soruma karşı maksadın nedir? Demek uygun değildir.

Bunun mânası nedir, sen dinle:
Bir şüphe bağlamışsın kendine zahmet vermeyi huy edinmişsin.
(M. 347)

Allah kelâmına bu manayı nasıl veriyorsun.
"O sizinle beraberdir," evet ama Allah kul ile nasıl beraber olur?
Evet, dedi Allah kulu ile bilgi yönünden beraberdir.

Dedim ki:
Bilgi zattan ayrı değildir, hatta hiç bir sıfat zattan ayrı olamaz.
Bu bayat soruları mı tekrarlıyorsun dedi.

Ne demek bayat?
Belki tazeliğinden ölüyor.

Halk, kelâmcı budur diyorlar.
Verkânî oğlu kadıların ileri gelenlerinden olduğu için kıskançlar onun sözünü dinlemezler, kötülemek isterlerdi.

O vaizdir, öğütçüdür ne bilir derler, insafsızlığı pek ileri götürürlerdi. Her ne derlerse desinler, sözcüler hâlâ Elif harfinin derisini geveliyorlar, onun manasını hiç anlayamıyorlar.

Çünkü erlikleri yoktur.

                  ***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
 ATAÇ yayınları Tasavvuf 6

                    ***
Neler öğrendik:

1.   Bazı kişilerin ceza ile olumlu yöne yönlendiklerini öğrendik.

2.   Tanrı’nın açıkça göstermediği, gizlediği erler bir kişiyi yola getirmek için sırları bildiğini, marifetle davrandıklarını öğrendik.

3.   Şımartılmış çocuğun büyüdükçe büyük zararlar vereceğinden onun çocuk yaşında iken disipline edilmesi gerektiğini öğrendik.

4.   Gizli bir beraberlik olması için en alt seviyeye inilmesi gerektiğini öğrendik.

5.   Birtakım başkasından adilinmiş bilgilerin tekrarının şüphelere ve esasını kaybetmeye başlattığını öğrendik.

İşte böyle yaren,

Daha kelimelerin anlamını bilmeden Allah ilmini anlatıp kendine pay çıkarmak isteyen çok kişi olduğunu öğrendik.

Böyle insanlara er denilmediğini, mert yiğit erkek olmayan insanlar olmadıklarını öğrendik.

                                      *
RAVLİ

Popüler Yayınlar