Gözleri kıpkırmızı, sanki yalpa vuran bir sarhoş gibi geldi.
Selâm sana üstat! Dedi.
Ben müezzinlik ederim, hoş
sesim var, kalfa olacağım, dedi.
Evet, oraya oturdu anne ve babası
ile sözleşme yaptım.
Eğer eli kırılmış olarak
yanınıza gelse bile hiç bir telâş göstermeyeceksiniz, dedim.
Bizim çocuğumuza karşı
beslediğimiz yufka yüreklilik yüzünden belki kendi elimizle dövmeye gönlümüz
razı olmaz.
Ama sen döversen hiç ses çıkarmayız,
size senet verelim.
Bu çocuk bizi darağacının
başına götürmüştür, dediler.
Mektebimizin çocukları hep
başları önlerinde çalışıyor, etrafında bakışıyorlardı.
Öğrencilerden birini çağırdı,
şakalaşmak, oynamak istedi.
Hiç kimsenin kendisiyle ilgilenmediğini
görünce kendi kendine, bunlar ne adamlarmış, diye mırıldanıyordu. (M. 344)
Gizlice birinin tüyünü çeker,
ötekine çimdik atar, çocuklar da onun oturduğu tarafa oturmak istemezlerdi, iş
bu şekilde uzayıp giderken kendimi her şeyden habersizmiş gibi gösteriyordum.
Ara sıra ne oldu? Diyordum,
ne gürültü ediyorsunuz?
Hiç, üstat diyorlardı.
Orada dışarıdan biri işaret
etti.
Önce ona bağırdım, ödü koptu,
biraz sonra yerinden sıçradı.
Artık ben gideyim üstat!
Pek erken geldim, henüz
yeniyim, dedi.
İkinci gün tekrar geldi.
Sordum kendisine:
Paydos vaktine kadar ne
okudun?
Gel oku, dedim.
Kitabı önümde açtı, bir
kenarından biraz yırtılmıştı.
Kitabı nasıl koruyorsun?
Dedim, bir tokat patlattım.
Hemen yere yuvarlandı,
ikinci, üçüncü tokat’ı da vurduktan sonra saçlarını yolmaya başladım, ellerini
kanattım, sonra da falakaya yatırdım.
Aramızda Hoca Reis dediğimiz
bir kalfa vardı, gizlice ona seslendim. Çocuğa yardım etsin diye işaret ettim.
Fakat hiç aldırış etmiyor
gibi görünüyordum.
Çocuk içinden hele bakın Hoca
Reise karşı nasıl davranıyor diye hayret ediyordu.
Çünkü niçin geldin diye
kalfaya çıkıştım.
Sizi görmek istedim de onun
için geldim dedi.
O konuşurken çocuk gizlice
yutkunuyor, ona işaret ediyor, aman bana yardım et, diye yalvarıyordu.
Kalfa dudaklarını ısırarak
kendisini kurtarmak için fırsat kollayacağımı anlatmak istiyordu.
Hoca Reis, şimdi ben buradayım
korkma diye gizlice işaret ederken, biraz sonra da bana artık bu sefer izin
verin de ayaklarını çözeyim diyordu.
Ben susuyordum; nihayet
çocuğu kaldırdılar, bir hamalın sırtında evine gönderdiler.
Bir hafta evinden dışarı
çıkamadı.
Ertesi sabah namazda idim,
Annesi, babası geldiler,
ayağıma kapanarak, sana olan teşekkür borcumuzu nasıl ödeyeceğiz? Dediler.
Hâlbuki kendi kendime belki
gelmezler de ben de kurtulurum demiştim.
Nihayet bir hafta sonra oğlan
yanımıza geldi uzakça bir yere oturdu. Gizlice korkak bakışlarla etrafı
süzüyordu.
Ona seslendim, yerine otur,
dedim. (M. 345)
Bu sefer tekrar terbiyeli bir
durumda kitabını açtı, dersini okumaya başladı.
Herkesten daha terbiyeli bir
durumda kitabını açtı, dersini okumaya başladı.
Herkesten daha terbiyeli ve
uslu olmuştu.
Bir kaç gün sonra yine
unuttu.
Dışarıda aşık (Kemik oyunu)
oynadığını söylediler.
Keşke o söyleyen gammazlık
etmeseydi, içerde çocukları dövmek için değil ancak korkutmak için bir sopa
vardı.
Bu sopayı aldım.
Şimdi oynadıkları yeri
temizlemişler, boyuna âşık atıyorlardı.
Arkası bu tarafa dönüktü, ben
keşke beni görse de kaçsa idi diye düşünüyordum.
Öteki çocuklar onunla benim
aramdaki vazgeçtiği bilmedikleri için ona kaç demiyor, benim arkamda kalan
çocuğun canı burnuna geliyor, renkten renge giriyor, onunla göz göze gelmek
için fırsat kolluyordu.
Bir işaret versin de arkadaşını
bu tarafa kaçırsın diye çırpınıyordu.
Hâlbuki o kendinden geçmiş
haldeydi.
Önüne vardım.
Selâm sana, dedim.
Hemen yere yuvarlandı, elleri
titredi, rengi uçtu, kupkuru kesildi.
Kalk diyordum, kalk gidelim.
Geldi, kitabının yanına
götürdüm, bundan sonra da sopayı suya koydum.
Öyle yumuşadı ki, öyle bir
şey oldu ki hiç sorma. Onu falakaya çektiler.
Tek başına on iki çocuğa
birden vuruyordu.
Aman üstat, dedi onu Arık bir
çocuk bile falakaya çeker, ayaklarını sarar.
Kalfaya diyordum ki:
Bari sen vur çünkü benim
vura-vura elim şişti. Kalfa da bir kaç sopa vurdu.
Kalfaya tutun dedim şöyle
vurun.
O bakıyordu bu sefer sopayı
kaldırdım kalfaya vurdum.
Kendimce çocuğu dövüyordum
sanki.
Dördüncü sopada ayağının
derisi sopayla beraber kalktı.
İçimden sanki bir şey koptu
aşağı düştü.
Birinci ve ikinci sopada
bağırmıştı, ötekilerde ses çıkarmadı.
Nihayet yine evine
götürdüler, bir ay dışarı çıkmadı.
Sonra dışarı çıktı annesi
sordu nereye gidiyorsun? (M. 346) Üstada gidiyorum dedi.
Annesi ama nasıl gideceksin?
Deyince, o benim efendimdir, onun yerini kim tutar?
Ben ölünceye kadar ondan
ayrılmam.
Benim ne olacağımı, hangi
kuru darağacında kalacağımı Allah bilirdi. O beni yola
getirdi.
Beni tekrar mektebe götürün,
diye annesine babasına yalvarıyordu. Anne ve babası dua ediyorlar, komşuları
hep birden ellerini kaldırmış hem dua ediyorlar, hem de diyorlardı ki, bu, öyle
bir fedaiydi ki ne kendisini, ne de büyükten, küçükten hiç kimseyi sağ
bırakmayacaktı.
Şehrin şahından, bahsetsem,
ona söverdi, taş atardı, öyle cesaretli, öyle korkusuzdu ki, yüz adam öldürmüş
olan bir kanlıya karşı bile pervasızca davranırdı.
Hülâsa bu öğrenci şimdi bütün
arkadaşlarından daha uslu, daha saygılı olmuştu.
Bir arkadaşı kendisine bir
işarette bulunsa elini ağzına götürür sus diye mırıldanırdı.
Nihayet kısa bir süre içinde
bütün Kuran-ı ona öğrettim; hoş bir sesle ezan okuyordu.
Bundan sonra bir daha
gelmedi.
Artık işini bulmuştu.
Allah'ın perde arkasında
gizlediği kullar vardır.
Onlarla birlikte sırlar
konuşur, gizli hikmetler söyleşir.Beni Şeyh Evhadüddin-i Kirmani sema meclisine götürdü, çok saygılar gösterdi.
Sonra kendi özel hücresine
davet etti.
Bir gün ne olur dedi bizimle
beraber kalsanız?
Dedim ki:
Bu bir şartla olur. Açıkça ikimiz birlikte otururuz, sen müritlerin önünde içki içersin, ama ben içmem, ben bu işe katılmam.
Sen niçin içmezsin dedi.
Dedim ki:
Sen bahtiyar bir fasık
(günahkâr) olursun. Ben ise bahtsız bir günahkâr olurum.
Bunu yapamam dedi.
Bundan sonra bir tek söz
söyledim, üç defa elini alnına götürdü, Allah! Dedi.
Kelâm bilgini Esedüddin bir
gün,
"Her nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir," (K. 57/4)
anlamındaki Allah sözünü yorumluyordu.
Bütün bilgisi ve erdemi ile
beraber, halk önünde kendisinden bir şey sorduğum için bana gücendi.
Bir gün tekrar sordum:
O sizinle beraberdir
diyorsun. Allah sizinle beraberdir demek nasıl olur?
Bana şu cevabı verdi:
Senin bu sorudan maksadın
nedir? Allah yumuşaklık ve merhamet tarafında iken ne ise sertlik yönünde de öyledir.
Uçuruma gidiyorsun dikkat et.
Benim bu soruma karşı
maksadın nedir? Demek uygun değildir.
Bunun mânası nedir, sen
dinle:
Bir şüphe bağlamışsın kendine
zahmet vermeyi huy edinmişsin. (M. 347)
Allah kelâmına bu manayı
nasıl veriyorsun.
"O sizinle beraberdir," evet ama Allah kul ile nasıl beraber
olur? Evet, dedi Allah kulu ile bilgi yönünden beraberdir.
Dedim ki:
Bilgi zattan ayrı
değildir, hatta hiç
bir sıfat zattan ayrı olamaz. Bu bayat soruları mı tekrarlıyorsun dedi.
Ne demek bayat?
Belki tazeliğinden ölüyor.
Halk, kelâmcı budur diyorlar.
Verkânî oğlu kadıların ileri
gelenlerinden olduğu için kıskançlar onun sözünü dinlemezler, kötülemek
isterlerdi.
O vaizdir, öğütçüdür ne bilir
derler, insafsızlığı pek ileri götürürlerdi. Her ne derlerse desinler, sözcüler
hâlâ Elif harfinin derisini geveliyorlar, onun manasını hiç anlayamıyorlar.
Çünkü erlikleri yoktur.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
***
Neler öğrendik:
1.
Bazı kişilerin
ceza ile olumlu yöne yönlendiklerini öğrendik.
2.
Tanrı’nın açıkça
göstermediği, gizlediği erler bir kişiyi yola getirmek için sırları bildiğini,
marifetle davrandıklarını öğrendik.
3.
Şımartılmış
çocuğun büyüdükçe büyük zararlar vereceğinden onun çocuk yaşında iken disipline
edilmesi gerektiğini öğrendik.
4.
Gizli bir
beraberlik olması için en alt seviyeye inilmesi gerektiğini öğrendik.
5.
Birtakım
başkasından adilinmiş bilgilerin tekrarının şüphelere ve esasını kaybetmeye
başlattığını öğrendik.
İşte böyle yaren,
Daha kelimelerin anlamını
bilmeden Allah ilmini anlatıp kendine pay çıkarmak isteyen çok kişi olduğunu
öğrendik.
Böyle insanlara er
denilmediğini, mert yiğit erkek olmayan insanlar olmadıklarını öğrendik.
*
RAVLİ