Fakat bu hikâye onlara keşif olunmamıştır.
Yoksa:
“ Mademki kalp şahadet
(Tanıklık) etmektedir, söze ne lüzum vardı, sözün şahadetine (Tanıklığına)
ihtiyaç var mıydı?” derler mi?
EMİR NÂİB:
“ Evet, kalp şahadet eder;
fakat gönlün ayrı bir hazzı, kulağın ayrı bir hazzı, gözün ayrı bir hazzı ve
dilin de ayrı bir hazzı olduğundan, bunların faydalarından daha fazla istifade
etmek için, her birine ayrıca ihtiyaç vardır.” Dedi.(Haz: Hoşlanma, zevklenme, sevinç duyma, memnunluk,)
(Mevlana) buyurdu ki:
Eğer gönül istiğrak (Tanrısal
bir düşünceye dalmış) halinde bulunursa, her şey onunla mahvolur ( Dünyaya ait eksikliklerin, kusurların, kabahatlerin, ayıpların
ortadan kalkması) ve dile muhtaç olmaz.
Leyla rahmani değil, cismani
ve nefsi idi.
Toprak ve sudan meydana
gelmişti.
Fakat onun aşkında böyle bir istiğrak (Tanrısal
çekiş) mevcut olduğundan, Mecnun’u öyle kapladı ve öyle batırdı ki artık
onun Leyla’yı görmek için göze ve sözünü işitmek için sese muhtaç değildi.
Esasen Leyla’yı kendinden
ayrı görmüyordu.
ŞİİR:
Senin hayalin benim gözümdedir.
İsmin ağzımda,
Zikrin kalbimdedir.
O halde nereye
mektup yazayım?
Şimdi cismani olan kimsede böyle
bir kudret var mıdır ki kendini bundan uzak görsün ve görme, duyma, koklama,
tad alma vesaire gibi bütün duyguları onda gark olsun?
O şekilde ki artık onun
organları başka bir lezzet (Ağız yoluyla alınan Tad.) aramasın.
Bütün bu lezzetleri bir yerde
toplanmış ve hazır olarak bulsun.
Eğer bu söylediğim
organlardan biri, tam bir haz (Hoşlanmanın verdiği
duygu) alırsa, diğer organların hepsi bu zevk ve lezzette (Ağız yoluyla alınan Tad.) gark olurlar, başka lezzet
istemezler.
Bu duygulardan birinin bundan
başka bir zevk istemesi, o bir tek organın tamamen lezzetten (Ağız yoluyla alınan Tad.) nasibini alamadığına ve
noksan bir lezzet (Ağız yoluyla alınan Tad.) aldığına
delalet eder.
Her halde o lezzette gark
olmadığından diğer duyguları başka bir lezzet arar ve çeşitlilik isterler.
Her duygusu ayrı bir lezzet
almak ister.
İnsandaki duygular, mana bakımından bir ve toplu, görünüşte ayrı ayrıdır.
Bir organda istiğrak hâsıl
olunca diğer duygular onda gark olurlar.
Mesela bir sinek uçtuğu vakit
kanatları, başı ve bütün parçaları hareket eder.Fakat bala batınca, bütün parçaları birleşir ve hiç hareket etmez.
İstiğrak o haldir ki, bu halde olan kimse, arada yok olur ve onun hiçbir hareketi, gayreti ve işi kendisinden meydana gelmez.
Tamamen suyun içine batmış ve suda kaybolmuş olur.
Ondan görünen her hareket ve iş kendinden olmayıp, suyun işidir, eğer hala suda elini ayağını çırpıp duruyorsa buna gark olmuş denilemez.
Yahut: “ Ah battım!” diye
bağırıp çağırırsa buna da istiğrak demezler.
*
Ben Allah’ım (Ene’l-Hak) demeyi insanlar büyüklük iddia etmek
sanıyorlar.Ben Hakk’ım demek büyük bir alçak gönüllülüktür.
Bunun yerine, ben Hakk’ın
kuluyum, kölesiyim diyen, biri kendi varlığı, diğeri Tanrı’nın varlığı olmak
üzere iki varlık ispat etmiş olur.
Hâlbuki ben Hakk’ım
diyen, kendi varlığını yok ettiği için, Ene’l-Hakk diyor.
Yani ben yoğum, hepsi O’dur; Tanrı’dan başka varlık yoktur.
Ben sırf yokluğum ve hiçim.
Bu sözde alçak gönüllülük
daha fazla mevcut değil midir?
İşte bu yüzden halk bunun
manasını anlamıyor.
Bir adam Tanrı’ya sırf
Tanrı’nın rızası için kulluk ederse, onun kulluğu açıktır.
Tanrı için olsa da kendini,
kendi işini ve Tanrı’yı görüyor.
Böyle bir kimse suya batmış
olamaz; suya batmış, artık hiçbir hareketi ve fiili kalmayıp, hareketi, suyun
hareketi olmuş olan kimseye derler.
Bir aslan bir ceylanın
arkasından gitti.
Ceylan aslandan kaçıyordu.
Ortada iki varlık vardı.
Biri aslanın varlığı, biri
ceylanın varlığı.
Fakat aslan ona yetişince,
ceylan aslanın pençesi altında kahroldu ve aslanın heybetli görünüşünden aklı
başından gitti; varlığı yok oldu, kendini kaybetti ve onun önüne yığılıp kaldı.
Bu anda yalnız aslanın
varlığı mevcuttur ve ceylanın varlığı artık yok olmuştur.
İstiğrak, Yüce Tanrı’nın evliyayı
kendisinden korkutması ve korkunun Hak’tan,
güvenin Hak’tan, sevinç ve eğlencenin Hak’tan, yemek ve uykunun Hak’tan
olduğunu ona keşfettirmesidir.
Yalnız bu, halkın aslan,
kaplan ve zalimlerden korkmasına benzemeyen bir korkudur.
Ulu Tanrı ona uyanık ve gözü
açıkken mahsus olan bir şekil gösterir; bu, ya aslan, ya kaplan veya ateş
şekli, bu âlemden olmayıp gayb-âleminin
şekilleridir, musavver olmuştur (Düşünülmüş, tasarlanmış, şekil almış) demesi
ve gerçeğin onda belli olması için gösterir.
Bunun gibi kendi suretini
büyük bir güzellik içinde bağlar, bahçeler, nehirler, huriler, köşkler, yiyecek
şeyler, şaraplar, Hil’atlar (Süslü giysi), Burak’lar şehirler, evler ve
türlü-türlü acayiplikler halinde gösterir.
O veli bunların gerçekten bu
âlemden olmadığını bilir.
Tanrı onları onun gözüne gösterir; ona tasavvur (Akıl ve düşünce ile şekillendirme, göz önüne getirmek) ettirir ve böylece onda korkunun Tanrı’dan olduğu yakini hâsıl (Tanrı’dan gösterilmiş) olur.
Güven Tanrı’dandır.
Bütün rahatlıklar ve müşahedeler (Allah âlemini görme)
O’ndandır.İşte bu yüzden onun bu korkusu, halkın korkusuna benzemez.
Çünkü bunlardan görünen
Allah’tır, fakat bu tespit olunamaz.
Tanrı, hepsinin kendisinden
olduğunu ona açıkça göstermiştir.
Feylesof bunu bilir, fakat
delil ile bilir.
Hâlbuki delil daimi değildir
ve delilden meydana gelen güzelliğin, zevkin ömrü kısadır, baki (Ebedi) olmaz.
Sen ona delili gösterinceye
kadar, kendini memnun olmuş ve taptaze hissetmediği halde, delili anlattıktan
sonra, biraz önce duyduğu hararet ve memnunluk kalmaz.
Yani bir davacıya, delil
söyleyinceye kadar, o dava hoş, yeni ve hareretli gelir.
Fakat delil gösterdikten
sonra bütün bunlar kaybolur.
Mesela bir adam delille bu
evi bir yapan olduğunu bildiği gibi, yine bir delille evi yapan ustanın gözü
olduğunu, kör olmadığını, kudretli olup aciz olmadığını, var olup yok
olmadığını, diri olup ölü olmadığını ve bu ev yapılmadan önce mevcut olduğunu
delille bilir.
Fakat bütün bunları bildiği
halde, delil devamlı olmadığı için, çabucak hepsini unutur.
Yalnız arif olanlar, evi yapanı tanıdıkları, ona hizmet
ettikleri ve onu aynü’l-yakın (Bir şeyi gözüyle
görüp, aslını, esasını, içyüzü bilmek) ile gördüklerinden, onunla beraber yiyip
içtiklerinden, kaynaştıklarından evi yapan usta, hiçbir zaman onların
gözlerinin önünden gitmez ve tasavvurlarından (Akıl ve düşüncesindeki şekil) kaybolmaz.
İşte bu yüzden böyle bir kimse Hak’ta yok olur.
Artık onun için günah, günah sayılmaz ve suç, suç olmaz.
Çünkü o Tanrı’ya yenilmiş ve O’da yok olmuştur.
Her biriniz elinize birer kadeh alınız” diye emretti ve kendine en yakın olan kölesine de:
“ Bir kadeh al!” emrini
verdi.
O köle padişahın yüzünü
görünce kendinden geçti, başı döndü ve kadeh elinden düşüp kırıldı.
Bunu gören diğer köleler:
“ Demek ki böyle yapmak
lazım!” diyerek, bile-bile kadehleri yerlere attılar.
Padişah hepsini: “ Niçin
böyle yaptınız?” diye payladı.
Onlar:
“ En yakınınız olan köle de
böyle yaptı” cevabını verdiler.
Padişah:
“ Ey aptallar! Onu ben
yaptım, o yapmadı” dedi.
Bu yapılan hareketlerin
hepsi, görünüşte birer günahtır.
Fakat bu bir kölenin yaptığı
bizzat taâti (İbadet).
Hatta bütün günahların ve
sevapların üstünde idi.
Onların hepsinden maksat o
köle olup, diğer köleler padişahın buyruğu idiler.
Bunun için padişahın o
kölesinin buyruğu sayılırlardı.
Çünkü o köle padişahın
aynıdır, kölelik onda suretten başka bir şey değildir ve o padişahın güzelliği
ile dolmuştur.
Ulu Tanrı:
“ Sen
olmasaydın felekleri yaratmazdım”(Kutsi Hadis) buyuruyor.
(Bu aynı zamanda) Ben Hakk’ım! demektir.
Yani, felekleri kendim için
yarattım, (Demek) başka bir dil ve başka bir işaretle “ Ben Hakk’ım! Demektir.
Büyüklerin sözleri eğer yüz
türlü olsa, mademki Hak ve yol birdir öyle ise, söz iki olamaz.
Her ne kadar görünüşte iki
söz birbirine benzer ve uygun görünmese de mana bakımından bir olur.
Ayrılık görünüştedir.
Mana itibariyle hepsi
birleşmiştir.
Mesela bir emir çadır
dikilmesini emretse, biri ip büker, biri bez dokur, bir diker, biri yıkar, biri
iğne geçirir.
Bütün bu hareketler görünüşte
türlü-türlü ayrı-ayrı iseler de man bakımından birdirler.
Çünkü bunların hepsi bir iş
yapıyor demektir.
Bu dünyanın ahvaline de
dikkatle bakarsan aynen böyledir.
Hepsi Tanrı’nın kulluğunu
yapar.
Tanrıya karşı gelen fasık,
Salih, karşı koyan, itiat eden, şeytan ve melek, hepsinin Tanrı’ya kulluk
ettiği görülür.
Mesela bir padişah
kölelerinden sebatlı (Sözünde ve kararında duran) olanı olmayandan, vefa
göstereni, vefasızdan ayırmak, sözünü duranı, sözünde durmayandan üstün kılmak
için, türlü sebep ve vasıtalarla onları denemek, sınamak ister.
(Bunlardan) sebatlı olanın
olmayandan meydana çıkması için, vesveseli heyecanlı birine ihtiyaç vardır.
Eğer (Bunlar) olmazsa, onun
sebatı (Sözünde ve kararında duran) nasıl anlaşılır?
O halde vesveseli ve
heyecanlı (Olan) padişahın köleliğini yapar.
Böyle yapmasını padişah
istemiştir.
Tanrı sebatlı (Sözünde ve
kararında duran) olanı, olmayandan ayırt etmek için bir rüzgâr gönderdi.
Bununla sivrisineği ağaçtan
ve bağdan uzaklaştırmak ister.
Böylece sivrisinek gidip
sabit olan kalır.
Bir Melik (Adamlarından) hain
olanın ve kendisine güvenilebilenin ortaya çıkması için cariyesine:
“ Kendini süsle ve git benim
kölelerime göster!” diye emretti.
Her ne kadar cariyenin bu
hareketi görünüşte günah gibi gözükse de gerçekte, sadece padişahın kulluğunu
yerine getirmektir.
Bu Tanrı erleri kendilerinin
bu âlemde Tanrı’nın kulluğunu iyi veya kötü olarak yerine getirdiklerini,
Tanrı’nın taâtiyle meşgul olduklarını delilsiz, hatta perdesiz ve örtüsüz
olarak gördüler.
Bu hususta Kuran’da:
“ Yedi
gök ile yer ve bunların bütün içindekiler, O’nun şanını tenzih ederler.Hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ederek şanını tenzih (Her türlü eksik ve noksandan uzak bulunduğunu ve insan özelliğinde olmadığı) etmesin.
Fakat siz onun
(Zat-ı Kibriya’yı) (Kişiliğindeki ululuğu) tespih ve tenzih etmesini anlayamazsınız.
Yüce Tanrı hiç
şüphe yok ki halimdir (yumuşak huylu), yarlıgayıcıdır (Bağışlayıcıdır)”
(İsra suresi 44)
buyrulmuştur.
Binaenaleyh onlar için bizzat
bu dünya kıyamet sayılır.
Çünkü kıyametin manası,
herkesin Tanrı’nın kulluğunu (Sevgiyle bağlanarak hizmet etmek) yerine
getirmesiyle başka bir iş ile meşgul olmasından ibarettir.
“ Onlar bu manayı, perde
kalksa da yakînim (Sağlam bilgi ile iyi ve kesin olarak
bilme) artmaz.” Sözünde olduğu gibi, bu âlemde görüyorlar.
Âlim (Bilgin) kelimesinin
manası, lügatte ariften daha üstün ve daha manalıdır.
Çünkü Tanrı’ya âlim denilir.
Fakat arif demek caiz (uygun)
değildir.
Arifin manası, bilmezken
sonradan öğrenmiş kimse demektir ve bu da Tanrı hakkında söylenmemelidir.
Fakat örf ve adet bakımından
kullanışına göre manası çoktur.
Çünkü arif, örf ve adet
gereğince, âlemi delilsiz olarak, gözü ile görmüş ve muayene etmiştir.
İşte örfte arif böyle olan
kimseye derler.
Âlim’in yüz zahitten (Dini kurallara titizlikle uyan) iyi olduğunu
söylerler.
Âlim, yüz zahitten nasıl iyi
olabilir?
Nihayet bu zahit de ilimle
zahit olmuştur.
İlimsiz züht ( Dünyanın her türlü zevkine karşı koyarak kendini ibadete
verme) mümkün olamaz.
Züht nedir?
Dünyadan yüz çevirmek, tâat
(İbadet) ve ahrete teveccüh (Yönelme) etmektir.
Bunun için, onun dünyayı,
dünyanın çirkinliklerini, sebatsızlığını (Yerinde durmayışını) ve ahretin
güzelliklerini, sebatlı baki oluşunu bilmesi gerekir.
Mesela: Nasıl itaat edeyim ve
ne gibi bir tâatte (İbadet) bulunayım? Diye çalışması ve ceht (Çalışıp
çabalama) göstermesi hep ilimdir.
Öyleyse ilimsiz züht (Her
türlü zevke karşı koyarak ibadet etmek) olamaz.
Bu itibarla o zahit, hem âlim
hem zahittir.Ve bu, bir âlim yüz zahitten iyidir, sözü gerçektir.
Bu, yukarda adı geçen ilim ve
zühtten başka bir ilim daha vardır ki o, Tanrı’nın zatına mahsus olan ilimdir.
İşte bu ikinci ilim o züht ve
ilmin bir semeresidir.
İkinci bir ilme de
sahip olan böyle
bir âlim, yüz zahitten değil, yüz bin zahitten daha iyi olur.
Tanrı bunu
dilediğine verir.
Bu şunun gibidir:
Mesela bir adam bir ağaç
dikse, ağaç meyve verse, bu meyve veren bir tek ağaç, meyve vermeyen yüz
ağaçtan daha iyidir.
Çünkü belki diğer ağaçlar
meyve veremezler.
Vermelerine engel olan birçok
afetler olabilir.
Kâbe’ye ulaşmış bir hacı,
henüz çölde ulaşmak için dolaşan ve erişip erişmeyeceğinden şüpheli olan
hacılardan daha iyidir.
Yalnız (Kâbe’ye ulaşan)
hakikatte ermiştir.
Bir hakikat ise yüz
şüpheden evladır (Daha uygun, daha layık, daha iyi, üstün).
Emin-i Nâib:
“ Erişmeyenin de ümidi vardı”
dedi.
Mevlana buyurdu ki:
Ümitli olanla erişen
arasında, korku ile güven arasındaki kadar büyük bir fark mevcuttur.
Bu farkı söylemeye ne lüzum
var?
Onu herkes bilir.
Bahis konusu olan güvendir
Güvenden güvene pek
büyük farklar vardır.
Mesela Muhammed’in (Tanrı’nın
selam ve salâtı onun üzerine olsun) diğer nebilerden üstünlüğü, bu güven
bakımındandır.
Yoksa bütün nebiler güven
içinde olup korkudan kurtulmuşlardır.
Fakat Kuran’da:
“ Tanrı’nın
rahmetini onlar mı dağıtıyorlar?
Bu dünya hayatında,
onların maişetlerini aralarında dağıtan, birini diğerine iş gördürmek için,
birinin derecesini diğerinden üstün kılan biziz.
Tanrı’nın rahmeti
onların topladıkları yığınlardan hayırlıdır.”
(Zuhruf suresi 32) buyrulduğu
gibi, güvende de birtakım dereceler vardır.
Yalnız, korku ve korkunun
dereceleri hakkında bir alamet gösterilebilir.
güvenin derecelerinin ise
alameti yoktur.
Herkes Tanrı’nın yolunda ne
bezlediyor (Hoşa giden nazik söz, latife, şaka yollu söylenen söz) diye korku
âlemine bakılırsa, kiminin vücudunu, kiminin malını ve canını feda ettiği,
kiminin oruç tuttuğu, kiminin tutmadığı görülür.
Biri on rekât, biri yüz rekât
namaz kılar.
Binaenaleyh bunların menzilleri
tasavvur edilebilir ve muayyendir.Göstermek de mümkün olur.
Bu tıpkı, mesela Konya’dan
Kayseri’ye kadar olan Kıymaz, obruk, Sultan vesaire gibi menzillerin belli
oluşu gibidir.
Fakat Antalya’dan
İskenderiye’ye kadar olan deniz menzillerinin alameti yoktur.
Onu ancak kaptanlar bilirler
ve kara ahalisine bundan bir şey söylemezler.
Esasen onlar da bunu
anlamazlar.
Emir:
“ Böyle söylemenin ne faydası
olur.Onlar hepsini bilseler ve birazını bilseler, onu anlar ve tahmin ederler.” Dedi.
Mevlana buyurdu ki:
Evet, farz edelim bir kimse
gündüze ulaşmak azmiyle karanlık bir gecede uyanık kalsa, gündüze nasıl
gideceğini bilmese de, mademki gündüzü beklemektedir,
ona yaklaşır.
Yahut bir kimse bir kervanın
arkasına takılıp gitse, nereye geldiğini, nereden geçtiğini ve ne kadar yol aldığını bilmez.
Fakat gün doğunca bu gitmenin
faydasını görür ve bir yere ulaşır.
Her kim Tanrı uğruna iki
gözünü kaparsa, onun zahmeti ziyan olmaz ve O’nun için
“Her
kim zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görecektir.”
(Zilzal suresi 7)
Yalnız insanın içi karanlık
ve perdeli olduğundan, ne kadar ilerlediğini şimdi
göremez, sonunda anlar.
“ Dünya ahretin tarlasıdır”
(Hadis) buyrulduğu gibi,
insan burada ne ekerse orada, onun ürünlerini toplar.
İsa (Selam onun üzerine olsun) çok
gülerdi.
Yahya (Selam onun üzerine olsun) çok
ağlardı.
Yahya İsa’ya:
“ Sen Tanrı’nın ince hilelerinden güven içinde bulunduğundan mı böyle gülüyorsun?”
deyince,
İsa:
“ Sen (de) Tanrı’nın ince, latif ve garip lütuflarından haberin olmadığı
için mi bu kadar ağlıyorsun?” dedi.
Tanrı’nın velilerinden bu
hadisede hazır bulunan bir veli, Tanrı’dan:
“ Bu ikisinden hangisinin
makamı daha yücedir?” diye sordu.
“ Bana
iyi niyet besleyen daha üstündür”
(Kutsi Hadis) cevabı erişti.
Yani, ben, kulumun beni
zannının bulunduğu yerdeyim demektir.
Her kulun içinde
benim bir hayalim ve suretim vardır.O beni nasıl tahayyül (Hayalinde canlandırma) ederse, ben o hayaldeyim.
Ben (Tanrı’nın
bulunduğu) o hayalin bendesiyim (Sevgi ile bağlanarak hizmet ederim).
Hakk’ın bulunmadığı gerçekten
sıkılırım.
Ey benim kullarım!Hayallerinizi temizleyiniz ki orası benim makamım ve yerimdir.
Şimdi sen kendini dene ve
gülmekten, ağlamaktan, oruç ve namazdan, yalnızlık (Halvet) ve beraberlikten,
bunun gibi daha başka şeylerden hangisi sana daha
faydalı ve hangi yoldan senin durumun daha çabuk düzelir ve bunlar arasında
hangisi senin ilerlemeni daha çok sağlarsa, sen o işi yap.
Müftüler her ne kadar fetva
verseler de sen âlimin vereceği fetvaya bak.
Senin içinde bir mana
mevcuttur.
Git onu göster ki kendine
uygun olanı seçip alsın.
Mesela bir doktor, hastanın
yanına geldiği zaman, onun iç doktorundan sorar.
Senin içinde bir doktorun
vardır ve bu da senin mizacındır.
(Mizaç:
Soya çekimle olmayan, töresel etkenlerin oluşturmadığı, yaradılış olarak kalıcı
sahip olunan kişilik, yani Tanrı’nın o kişiye ait özel özellikleri)
Bir şeyi ya kabul eder, yahut
etmez.
Bunun için dışarıdan gelen
doktor:
“ Falan şeyi yediğin zaman
nasıl oldun?
Kendini hafif mi, ağır mı
hissettin?
Uykun nasıldı?” diye ondan
sorup, içindeki doktorun verdiği bilgiye göre, bir teşhis kor.
İşte bunun için esas olan o
iç doktorudur.
Yani insanın mizacıdır.
Bu doktor zayıflayıp mizaç
bozulunca, zafiyetten (Güçsüzlük, zayıflık, dermansızlık) birçok şeyleri
tamamen aksine görür ve yanlış araz (İşaret, alamet) gösterir.
Şekere acı, sirkeye tatlı
der.
Bu bakımdan hasta kendisine (İç
doktoruna) yardım etmesi ve mizacının evvelki haline gelmesi için, harici bir
doktora muhtaç olmuştur.
Bundan sonra o, kendini yine
kendi doktoruna gösterir ve ondan direktif alır.
Bunun gibi insanın öyle manevi bir mizacı vardır ki o zayıflayınca, iç
duygularının söylediği ve gördüğü her şey aksine olur.
Veliler bu mizacın
iyileşmesi ve dinin kudret bulması için yardım eden doktorlardır.
Çünkü Peygamberler bile:
“ Bana eşyayı
olduğu gibi göster”(Hadis) diye Tanrı’ya yalvarmıştı.
İnsan büyük bir şeydir ve
içinde her şey yazılıdır, fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz ki insan
içindeki o ilmi okuyabilsin.
Bu perdeler ve karanlıklar,
bu dünyadaki türlü-türlü meşguliyetler, insanın dünya işlerinde aldığı çeşitli
tedbirleri ve gönlün sonsuz arzularıdır.
İnsan bu kadar perdeler
olmasına rağmen, yine bir şey okuyabiliyor ve o bilgiden haberli olabiliyor.
Şimdi bak, insan bu
karanlıklar ve perdeler kalksa artık neler öğrenmez ve neler bilmez ve
kendiliğinden ne türlü bilgiler ortaya çıkarmaz?
Bu terzilik, mimarlık,
marangozluk, kuyumculuk, müneccimlik, doktorluk ve daha başka sanatlar, sayısız
işler hep insanın içinden meydana gelmiş, taştan ve kesekten (Toprak parçası) hâsıl
olmamıştır.
İnsana, ölüyü mezara
gömmesini bir karganın öğrettiğini söylerler.
Bu da insandan kuşa
aksetmiştir, ona bunu insanın arzusu yaptırmıştır.
Hayvan, insanın bir parçası
değil midir?
O halde parça bütününe nasıl
öğretebilir?
Mesela bir adam sol eliyle
yazı yazmak ister,kalemi eline alır,kalbi kuvvetli olmasına rağmen, yazarken
eli titrer, fakat kalbinin emriyle yazar.
*
(Bazıları:“ Emir (Muineddin Pervane) geldiği zaman, Mevlana büyük ve mühim sözler söylüyor” (Dediler)
Mevlana buyurdu ki:
(Emir gelince) Söz
kesilmiyor, çünkü o söz ehlidir ve daima sözü çeker.Söz de ondan ayrılmak istemiyor.
Mesela kışın eğer ağaçlar
yapraklanmaz ve meyva vermezse, onların çalışmadıklarını zannetme, her zaman
çalışırlar.
Yalnız kış, biriktirme, yaz
ise harcama zamanıdır.
Herkes harcananı görür, fakat
biriktireni görmez.
Mesela bir adam ziyafet verip
masraf etse, hepsi bunu görür.
Ama bu ziyafet için, o
azar-azar biriktirdiği şeyi kimse görmemiştir.
Esas olan birikendir.
Kendisine bağlı olduğumuz bir
kimse ile zaman-zaman konuşuruz.
Onunla konuştuğumuz zaman, o
varken veya yokken, hatta dövüşürken bile onunla
beraberiz.
Kaynaşmış ve
birbirimize karışmışız.
Mesela birbirimizi
yumruklasak bile, yine onunla konuşuruz.
Daima bir ve birbirimize
bağlı olduğumuzdan, sen o birbirimize vurduğumuz yumruğu, yumruk olarak bilme,
onun içinde üzüm vardır.
İnanmazsan aç bak, orada ne
kadar değerli mücevherler olduğunu göreceksin.
Başkaları da nazımla ( Ölçülü,
kafiyeli mısradan oluşan yapıt, koşuk) veya nesirle (Düz yazı) incelikler,
hakaik (Doğru olan asıllar, şüphesiz bulunan şeyler, hakikatler, gerçeklikler)
ve marifetler (Ustalıklar) söylüyorlar, hâlbuki Emir’in meyli, alakası bize
doğrudur.
Yoksa maarif, dekayik (İnce
ve anlaşması güç ve dikkate muhtaç olan şeyler) ve vaazlar için değil.
Çünkü her yerde bu bilgiler
ve inceliklerden vardır ve bizdekinden de az değildir.
Şu halde onun beni sevmesi,
beni görmek istemesi, bunlardan ötürü değildir.
O bende, başkalarında olmayan
bir şey görmektedir, başkalarında gördüğü şeyden tamamen ayrı bir nur görüyor.
Rivayet ederler ki:
Bir padişah Mecnun’u çağırıp
ona:“ Sana ne oldu ve neyin var da kendini böyle rüsva ettin?
Aileni terk ettin, harap
oldun.
Leyla da ne oluyor, sanki ne
gözeliği var?
Gel sana güzelleri,
sevimlileri göstereyim, onları sana feda edeyim, bağışlayayım.” Dedi.
Mecnun ve güzelleri bir araya
getirip ona gösterdiği vakit Mecnun başını öne eğip boyuna yere bakıyordu.
Padişah:
“ Hiç olmazsa başını kaldır
da bak!” diye onu azarladı.
Mecnun:
“ Korkuyorum, Leyla’nın aşkı
kılıcını çekti, eğer başımı kaldırırsam, başımı uçuracak” dedi.
O, Leyla’nın aşkına öyle
dalmıştı ki Leyla’dan başkasına bakmak onun için öldürücü bir kılıçtı.
Başka güzellerin de gözleri,
dudakları ve burunları vardı.
Onda ne görmüştü ki bu hale
gelmişti?
***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİMaarif basımevi 1954
***
İSTİĞRAK:
Allah’a ulaşmak, bağ kurmak
ve bu bağ kurulunca de Allah’ın tesir etmesiyle tat, zevk ve hazın bütün vücudu
kaplamasıdır.
Kişinin duyu yollarından
birinden alacağı tadın, lezzetin, verdiği zevkten etkilenip bütün vücudunun kendisini
bilmeyecek kadar dalgınlık göstermesiyle olur.
Bu halin dervişânesi ve
arifânesi olur.
Dervişane olan:Zikir yoluyla elde edilir.
Arifanesi olan:
Yaptığımız davranışın
tesiriyle; Allah korkusuyla ağlamak, Allah’ın kudretinin eserlerinden ders
almak suretiyle seyretmek, Allah’ı özlemek, Kuran okumak veya okunan yere gidip
dinlemekle hislenerek veya,
Bir Tanrı erini ziyaret edip
görmekle oluşan sevgi ve sığınmadan dolayı eminlik, bunlardan sonra anlatılması
çok zor olan bir zevk halinin vücudu kaplaması ile kendimizden geçiştir.
Tanrı erlerinin 3 hali
vardır.
1.
Hal: Kendi elinde
olmadan, dilemeden gelir ve gider. (Zayıf duraktır.)
2.
Hal: Erin
dilediğinde gelir ve gider. Kişi o hali istiyorsa o hal oluşur. (Orta duraktır)
3.
Hal: Hal ve kişi
aynı olmuştur (Kutup).(Tamam olmuş, kanmış duraktır.)
Bilgin anlayamaz.
Kişi iki âlemde de ululuğa
ulaşmıştır.İyi ve kötü eşit olmuştur.
Hakk’a kavuşmuştur (sonsuz
gidiş).
Gerçeklik ve buluşma âlemine
kavuşmuştur.İddia ve dava ortadan kalkmıştır.
Sözleri kendinden değil,
Tanrıdandır.
İyiden kötüden kurtulmuştur.Korku ve ümidin ötesinde iyi-kötü gibi zıt davranışlara bakmazlar.
Zıtlardan hareket eden yol
bulamaz.
Her şey aslına gider, tortu
olanlar kalır.
Baştan gelmek için
başa gitmek gerekir.
Halk anlamaz.
Halkın anlayışları o hali
kavrayamaz.Bu anlamlı davranışlar açıklanmaz, insandan böyle bir söz doğmaz.
***
Neler öğrendik:
1.
İstiğrakın
kişinin duyu ve his yönünden iradesinin Allah’a geçmesi ve bundan tad, zevk ve
hoşluğun tüm vücudu kaplaması olduğunu öğrendik.
2.
İstiğrak halinde
gördüklerimizin anlamamız ve kavramamız için dünyada tanıdıklarımız ve
tanıdığımız varlıklar üzerinden gösterilip verilmek istenen bilginin,
verildiğini öğrendik.
3.
Halkın korkusu
ile Tanrı korkusunun farklı olduğunu öğrendik.
4.
Halk ölümden
korkar, Allah’tan korkan O’nun sevgisinden
mahrum kalacağından korkar.
5.
Kendinden geçişin
kişini isteğiyle olmadığını, bunu Tanrı’nın yaptığını öğrendik.
6.
Yerinde sebatla
duran, sözünde duran olmasını bilmek için muhakkak sınama sonunda karar
verilmesi gerektiğini öğrendik.
7.
Bilerek yapan,
bilgisiyle başkalarının yararlandığı kimsenin çok kıymetli olduğunu öğrendik.
8.
Sonuç alınmış
gerçeğin kıymetli olduğunu öğrendik.
9.
Allah’a bilgi ile
bağlılığın korkudan eminlik oluşturduğunu öğrendik.
10.
Allah yolunda
yapılanların boşa gitmeyeceğini öğrendik.
11.
Allah’ı nasıl hayal
edersek Allah’ın o hayalde olduğunu, fakat o hayale bağlılıktan gönlümüzü
temizlememiz, hakikaten Allah’ın kendisini göstereceği yer olan gönlümüzü bu
hayalden temizleyip hazırlamamız gerektiğini öğrendik.
12.
İlerlememizi
sağlayan, daha faydalı olan, durumuzu daha çabuk düzelten işi yapmamız
gerektiğini öğrendik.
13.
Âlimlerin kişiye
özel önerilerde bulunacağından daha önemsememiz gerektiğini öğrendik.
14.
Müftülerin
önerileri genel olduğundan âlimin önerisini hayata geçirmeye çalışmamızın
faydalı, durumumuzu daha çabuk düzelten, ilerlememizi sağlayan öneriler
olduğunu öğrendik.
15.
Her şeyi yaratıldığı, yapıldığı gibi görmemiz,
kabul etmemiz gerektiğini, başka anlamlar yüklememizle, sanılarımızla düşünce
bozukluğuna uğradığımızı, yanlış tanımlarla ruh sağlığımızı bozduğumuzu
öğrendik.
İşte
böyle yaren,
Allah’ın
kendi büyüklüğünden bize bağışladıklarının farkına vararak buna göre çalışmamız
ve davranmamız gerektiğini öğrendik.
*
RAVLİ