20 Ocak 2013 Pazar

FİHİ MAFİH 11. FASIL

Bu, kalpler birbirini görürler (M.)sözü herkesin dilinde dolaşan bir şeydir, hikâyeden ibarettir.
Fakat bu hikâye onlara keşif olunmamıştır.

Yoksa:
“ Mademki kalp şahadet (Tanıklık) etmektedir, söze ne lüzum vardı, sözün şahadetine (Tanıklığına) ihtiyaç var mıydı?” derler mi?

EMİR NÂİB:
“ Evet, kalp şahadet eder; fakat gönlün ayrı bir hazzı, kulağın ayrı bir hazzı, gözün ayrı bir hazzı ve dilin de ayrı bir hazzı olduğundan, bunların faydalarından daha fazla istifade etmek için, her birine ayrıca ihtiyaç vardır.” Dedi.
(Haz: Hoşlanma, zevklenme, sevinç duyma,  memnunluk,)

(Mevlana) buyurdu ki:
Eğer gönül istiğrak (Tanrısal bir düşünceye dalmış) halinde bulunursa, her şey onunla mahvolur ( Dünyaya ait eksikliklerin, kusurların, kabahatlerin, ayıpların ortadan kalkması) ve dile muhtaç olmaz.

Leyla rahmani değil, cismani ve nefsi idi.
Toprak ve sudan meydana gelmişti.

Fakat onun aşkında böyle bir istiğrak (Tanrısal çekiş) mevcut olduğundan, Mecnun’u öyle kapladı ve öyle batırdı ki artık onun Leyla’yı görmek için göze ve sözünü işitmek için sese muhtaç değildi.

Esasen Leyla’yı kendinden ayrı görmüyordu.

ŞİİR:
Senin hayalin benim gözümdedir.
İsmin ağzımda,

Zikrin kalbimdedir.
O halde nereye mektup yazayım?

Şimdi cismani olan kimsede böyle bir kudret var mıdır ki kendini bundan uzak görsün ve görme, duyma, koklama, tad alma vesaire gibi bütün duyguları onda gark olsun?

O şekilde ki artık onun organları başka bir lezzet (Ağız yoluyla alınan Tad.) aramasın.
Bütün bu lezzetleri bir yerde toplanmış ve hazır olarak bulsun.

Eğer bu söylediğim organlardan biri, tam bir haz (Hoşlanmanın verdiği duygu) alırsa, diğer organların hepsi bu zevk ve lezzette (Ağız yoluyla alınan Tad.) gark olurlar, başka lezzet istemezler.

Bu duygulardan birinin bundan başka bir zevk istemesi, o bir tek organın tamamen lezzetten (Ağız yoluyla alınan Tad.) nasibini alamadığına ve noksan bir lezzet (Ağız yoluyla alınan Tad.) aldığına delalet eder.

Her halde o lezzette gark olmadığından diğer duyguları başka bir lezzet arar ve çeşitlilik isterler.

Her duygusu ayrı bir lezzet almak ister.
İnsandaki duygular, mana bakımından bir ve toplu, görünüşte ayrı ayrıdır.

Bir organda istiğrak hâsıl olunca diğer duygular onda gark olurlar.
Mesela bir sinek uçtuğu vakit kanatları, başı ve bütün parçaları hareket eder.
Fakat bala batınca, bütün parçaları birleşir ve hiç hareket etmez.

İstiğrak o haldir ki, bu halde olan kimse, arada yok olur ve onun hiçbir hareketi, gayreti ve işi kendisinden meydana gelmez.
Tamamen suyun içine batmış ve suda kaybolmuş olur.

Ondan görünen her hareket ve iş kendinden olmayıp, suyun işidir, eğer hala suda elini ayağını çırpıp duruyorsa buna gark olmuş denilemez.

Yahut: “ Ah battım!” diye bağırıp çağırırsa buna da istiğrak demezler.

                                       *
Ben Allah’ım (Ene’l-Hak) demeyi insanlar büyüklük iddia etmek sanıyorlar.
Ben Hakk’ım demek büyük bir alçak gönüllülüktür.

Bunun yerine, ben Hakk’ın kuluyum, kölesiyim diyen, biri kendi varlığı, diğeri Tanrı’nın varlığı olmak üzere iki varlık ispat etmiş olur.

Hâlbuki ben Hakk’ım diyen, kendi varlığını yok ettiği için, Ene’l-Hakk diyor.
Yani ben yoğum, hepsi O’dur; Tanrı’dan başka varlık yoktur.

Ben sırf yokluğum ve hiçim.
Bu sözde alçak gönüllülük daha fazla mevcut değil midir?

İşte bu yüzden halk bunun manasını anlamıyor.
Bir adam Tanrı’ya sırf Tanrı’nın rızası için kulluk ederse, onun kulluğu açıktır.

Tanrı için olsa da kendini, kendi işini ve Tanrı’yı görüyor.
Böyle bir kimse suya batmış olamaz; suya batmış, artık hiçbir hareketi ve fiili kalmayıp, hareketi, suyun hareketi olmuş olan kimseye derler.

Bir aslan bir ceylanın arkasından gitti.
Ceylan aslandan kaçıyordu.

Ortada iki varlık vardı.
Biri aslanın varlığı, biri ceylanın varlığı.

Fakat aslan ona yetişince, ceylan aslanın pençesi altında kahroldu ve aslanın heybetli görünüşünden aklı başından gitti; varlığı yok oldu, kendini kaybetti ve onun önüne yığılıp kaldı.

Bu anda yalnız aslanın varlığı mevcuttur ve ceylanın varlığı artık yok olmuştur.

İstiğrak, Yüce Tanrı’nın evliyayı kendisinden korkutması ve korkunun Hak’tan, güvenin Hak’tan, sevinç ve eğlencenin Hak’tan, yemek ve uykunun Hak’tan olduğunu ona keşfettirmesidir.

Yalnız bu, halkın aslan, kaplan ve zalimlerden korkmasına benzemeyen bir korkudur.

Ulu Tanrı ona uyanık ve gözü açıkken mahsus olan bir şekil gösterir; bu, ya aslan, ya kaplan veya ateş şekli, bu âlemden olmayıp gayb-âleminin şekilleridir, musavver olmuştur (Düşünülmüş, tasarlanmış, şekil almış) demesi ve gerçeğin onda belli olması için gösterir.

Bunun gibi kendi suretini büyük bir güzellik içinde bağlar, bahçeler, nehirler, huriler, köşkler, yiyecek şeyler, şaraplar, Hil’atlar (Süslü giysi), Burak’lar şehirler, evler ve türlü-türlü acayiplikler halinde gösterir.

O veli bunların gerçekten bu âlemden olmadığını bilir.

Tanrı onları onun gözüne gösterir; ona tasavvur (Akıl ve düşünce ile şekillendirme, göz önüne getirmek) ettirir ve böylece onda korkunun Tanrı’dan olduğu yakini hâsıl (Tanrı’dan gösterilmiş) olur.

Güven Tanrı’dandır.
Bütün rahatlıklar ve müşahedeler (Allah âlemini görme) O’ndandır.
İşte bu yüzden onun bu korkusu, halkın korkusuna benzemez.

Çünkü bunlardan görünen Allah’tır, fakat bu tespit olunamaz.
Tanrı, hepsinin kendisinden olduğunu ona açıkça göstermiştir.

Feylesof bunu bilir, fakat delil ile bilir.
Hâlbuki delil daimi değildir ve delilden meydana gelen güzelliğin, zevkin ömrü kısadır, baki (Ebedi) olmaz.

Sen ona delili gösterinceye kadar, kendini memnun olmuş ve taptaze hissetmediği halde, delili anlattıktan sonra, biraz önce duyduğu hararet ve memnunluk kalmaz.

Yani bir davacıya, delil söyleyinceye kadar, o dava hoş, yeni ve hareretli gelir.
Fakat delil gösterdikten sonra bütün bunlar kaybolur.

Mesela bir adam delille bu evi bir yapan olduğunu bildiği gibi, yine bir delille evi yapan ustanın gözü olduğunu, kör olmadığını, kudretli olup aciz olmadığını, var olup yok olmadığını, diri olup ölü olmadığını ve bu ev yapılmadan önce mevcut olduğunu delille bilir.

Fakat bütün bunları bildiği halde, delil devamlı olmadığı için, çabucak hepsini unutur.

Yalnız arif olanlar, evi yapanı tanıdıkları, ona hizmet ettikleri ve onu aynü’l-yakın (Bir şeyi gözüyle görüp, aslını, esasını, içyüzü bilmek) ile gördüklerinden, onunla beraber yiyip içtiklerinden, kaynaştıklarından evi yapan usta, hiçbir zaman onların gözlerinin önünden gitmez ve tasavvurlarından (Akıl ve düşüncesindeki şekil) kaybolmaz.

İşte bu yüzden böyle bir kimse Hak’ta yok olur.
Artık onun için günah, günah sayılmaz ve suç, suç olmaz.
Çünkü o Tanrı’ya yenilmiş ve O’da yok olmuştur.

 Bir padişah kölelerine:
“ Misafir geliyor.
Her biriniz elinize birer kadeh alınız” diye emretti ve kendine en yakın olan kölesine de:

“ Bir kadeh al!” emrini verdi.
O köle padişahın yüzünü görünce kendinden geçti, başı döndü ve kadeh elinden düşüp kırıldı.

Bunu gören diğer köleler:
“ Demek ki böyle yapmak lazım!” diyerek, bile-bile kadehleri yerlere attılar.

Padişah hepsini: “ Niçin böyle yaptınız?” diye payladı.

Onlar:
“ En yakınınız olan köle de böyle yaptı” cevabını verdiler.

Padişah:
“ Ey aptallar! Onu ben yaptım, o yapmadı” dedi.

Bu yapılan hareketlerin hepsi, görünüşte birer günahtır.
Fakat bu bir kölenin yaptığı bizzat taâti (İbadet).

Hatta bütün günahların ve sevapların üstünde idi.
Onların hepsinden maksat o köle olup, diğer köleler padişahın buyruğu idiler.

Bunun için padişahın o kölesinin buyruğu sayılırlardı.
Çünkü o köle padişahın aynıdır, kölelik onda suretten başka bir şey değildir ve o padişahın güzelliği ile dolmuştur.

Ulu Tanrı:
Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım
(Kutsi Hadis) buyuruyor.

(Bu aynı zamanda) Ben Hakk’ım! demektir.
Yani, felekleri kendim için yarattım, (Demek) başka bir dil ve başka bir işaretle “ Ben Hakk’ım! Demektir.

Büyüklerin sözleri eğer yüz türlü olsa, mademki Hak ve yol birdir öyle ise, söz iki olamaz.

Her ne kadar görünüşte iki söz birbirine benzer ve uygun görünmese de mana bakımından bir olur.

Ayrılık görünüştedir.
Mana itibariyle hepsi birleşmiştir.

Mesela bir emir çadır dikilmesini emretse, biri ip büker, biri bez dokur, bir diker, biri yıkar, biri iğne geçirir.

Bütün bu hareketler görünüşte türlü-türlü ayrı-ayrı iseler de man bakımından birdirler.
Çünkü bunların hepsi bir iş yapıyor demektir.

Bu dünyanın ahvaline de dikkatle bakarsan aynen böyledir.
Hepsi Tanrı’nın kulluğunu yapar.

Tanrıya karşı gelen fasık, Salih, karşı koyan, itiat eden, şeytan ve melek, hepsinin Tanrı’ya kulluk ettiği görülür.

Mesela bir padişah kölelerinden sebatlı (Sözünde ve kararında duran) olanı olmayandan, vefa göstereni, vefasızdan ayırmak, sözünü duranı, sözünde durmayandan üstün kılmak için, türlü sebep ve vasıtalarla onları denemek, sınamak ister.

(Bunlardan) sebatlı olanın olmayandan meydana çıkması için, vesveseli heyecanlı birine ihtiyaç vardır.

Eğer (Bunlar) olmazsa, onun sebatı (Sözünde ve kararında duran) nasıl anlaşılır?

O halde vesveseli ve heyecanlı (Olan) padişahın köleliğini yapar.
Böyle yapmasını padişah istemiştir.

Tanrı sebatlı (Sözünde ve kararında duran) olanı, olmayandan ayırt etmek için bir rüzgâr gönderdi.

Bununla sivrisineği ağaçtan ve bağdan uzaklaştırmak ister.
Böylece sivrisinek gidip sabit olan kalır.

Bir Melik (Adamlarından) hain olanın ve kendisine güvenilebilenin ortaya çıkması için cariyesine:
“ Kendini süsle ve git benim kölelerime göster!” diye emretti.

Her ne kadar cariyenin bu hareketi görünüşte günah gibi gözükse de gerçekte, sadece padişahın kulluğunu yerine getirmektir.

Bu Tanrı erleri kendilerinin bu âlemde Tanrı’nın kulluğunu iyi veya kötü olarak yerine getirdiklerini, Tanrı’nın taâtiyle meşgul olduklarını delilsiz, hatta perdesiz ve örtüsüz olarak gördüler.

Bu hususta Kuran’da:
Yedi gök ile yer ve bunların bütün içindekiler, O’nun şanını tenzih ederler.

Hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ederek şanını tenzih (Her türlü eksik ve noksandan uzak bulunduğunu ve insan özelliğinde olmadığı) etmesin.

Fakat siz onun (Zat-ı Kibriya’yı) (Kişiliğindeki ululuğu) tespih ve tenzih etmesini anlayamazsınız.

Yüce Tanrı hiç şüphe yok ki halimdir (yumuşak huylu), yarlıgayıcıdır (Bağışlayıcıdır)”
(İsra suresi 44) buyrulmuştur.

Binaenaleyh onlar için bizzat bu dünya kıyamet sayılır.
Çünkü kıyametin manası, herkesin Tanrı’nın kulluğunu (Sevgiyle bağlanarak hizmet etmek) yerine getirmesiyle başka bir iş ile meşgul olmasından ibarettir.

“ Onlar bu manayı, perde kalksa da yakînim (Sağlam bilgi ile iyi ve kesin olarak bilme) artmaz.” Sözünde olduğu gibi, bu âlemde görüyorlar.

Âlim (Bilgin) kelimesinin manası, lügatte ariften daha üstün ve daha manalıdır.

Çünkü Tanrı’ya âlim denilir.
Fakat arif demek caiz (uygun) değildir.

Arifin manası, bilmezken sonradan öğrenmiş kimse demektir ve bu da Tanrı hakkında söylenmemelidir.

Fakat örf ve adet bakımından kullanışına göre manası çoktur.

Çünkü arif, örf ve adet gereğince, âlemi delilsiz olarak, gözü ile görmüş ve muayene etmiştir.
İşte örfte arif böyle olan kimseye derler.

Âlim’in yüz zahitten (Dini kurallara titizlikle uyan) iyi olduğunu söylerler.
Âlim, yüz zahitten nasıl iyi olabilir?

Nihayet bu zahit de ilimle zahit olmuştur.
İlimsiz züht ( Dünyanın her türlü zevkine karşı koyarak kendini ibadete verme) mümkün olamaz.

Züht nedir?
Dünyadan yüz çevirmek, tâat (İbadet) ve ahrete teveccüh (Yönelme) etmektir.

Bunun için, onun dünyayı, dünyanın çirkinliklerini, sebatsızlığını (Yerinde durmayışını) ve ahretin güzelliklerini, sebatlı baki oluşunu bilmesi gerekir.

Mesela: Nasıl itaat edeyim ve ne gibi bir tâatte (İbadet) bulunayım? Diye çalışması ve ceht (Çalışıp çabalama) göstermesi hep ilimdir.

Öyleyse ilimsiz züht (Her türlü zevke karşı koyarak ibadet etmek) olamaz.
Bu itibarla o zahit, hem âlim hem zahittir.
Ve bu, bir âlim yüz zahitten iyidir, sözü gerçektir.

Bu, yukarda adı geçen ilim ve zühtten başka bir ilim daha vardır ki o, Tanrı’nın zatına mahsus olan ilimdir.

İşte bu ikinci ilim o züht ve ilmin bir semeresidir.
İkinci bir ilme de sahip olan böyle bir âlim, yüz zahitten değil, yüz bin zahitten daha iyi olur.

Tanrı bunu dilediğine verir.

Bu şunun gibidir:
Mesela bir adam bir ağaç dikse, ağaç meyve verse, bu meyve veren bir tek ağaç, meyve vermeyen yüz ağaçtan daha iyidir.

Çünkü belki diğer ağaçlar meyve veremezler.
Vermelerine engel olan birçok afetler olabilir.

Kâbe’ye ulaşmış bir hacı, henüz çölde ulaşmak için dolaşan ve erişip erişmeyeceğinden şüpheli olan hacılardan daha iyidir.

Yalnız (Kâbe’ye ulaşan) hakikatte ermiştir.
Bir hakikat ise yüz şüpheden evladır (Daha uygun, daha layık, daha iyi, üstün).

Emin-i Nâib:
“ Erişmeyenin de ümidi vardı” dedi.

Mevlana buyurdu ki:
Ümitli olanla erişen arasında, korku ile güven arasındaki kadar büyük bir fark mevcuttur.

Bu farkı söylemeye ne lüzum var?
Onu herkes bilir.

Bahis konusu olan güvendir
Güvenden güvene pek büyük farklar vardır.

Mesela Muhammed’in (Tanrı’nın selam ve salâtı onun üzerine olsun) diğer nebilerden üstünlüğü, bu güven bakımındandır.
Yoksa bütün nebiler güven içinde olup korkudan kurtulmuşlardır.

Fakat Kuran’da:
Tanrı’nın rahmetini onlar mı dağıtıyorlar?

Bu dünya hayatında, onların maişetlerini aralarında dağıtan, birini diğerine iş gördürmek için, birinin derecesini diğerinden üstün kılan biziz.

Tanrı’nın rahmeti onların topladıkları yığınlardan hayırlıdır.”
(Zuhruf suresi 32) buyrulduğu gibi, güvende de birtakım dereceler vardır.

Yalnız, korku ve korkunun dereceleri hakkında bir alamet gösterilebilir.
güvenin derecelerinin ise alameti yoktur.

Herkes Tanrı’nın yolunda ne bezlediyor (Hoşa giden nazik söz, latife, şaka yollu söylenen söz) diye korku âlemine bakılırsa, kiminin vücudunu, kiminin malını ve canını feda ettiği, kiminin oruç tuttuğu, kiminin tutmadığı görülür.

Biri on rekât, biri yüz rekât namaz kılar.
Binaenaleyh bunların menzilleri tasavvur edilebilir ve muayyendir.
Göstermek de mümkün olur.

Bu tıpkı, mesela Konya’dan Kayseri’ye kadar olan Kıymaz, obruk, Sultan vesaire gibi menzillerin belli oluşu gibidir.

Fakat Antalya’dan İskenderiye’ye kadar olan deniz menzillerinin alameti yoktur.

Onu ancak kaptanlar bilirler ve kara ahalisine bundan bir şey söylemezler.
Esasen onlar da bunu anlamazlar.

Emir:
“ Böyle söylemenin ne faydası olur.
Onlar hepsini bilseler ve birazını bilseler, onu anlar ve tahmin ederler.” Dedi.

Mevlana buyurdu ki:
Evet, farz edelim bir kimse gündüze ulaşmak azmiyle karanlık bir gecede uyanık kalsa, gündüze nasıl gideceğini bilmese de, mademki gündüzü beklemektedir, ona yaklaşır.

Yahut bir kimse bir kervanın arkasına takılıp gitse, nereye geldiğini, nereden geçtiğini ve ne kadar yol aldığını bilmez.

Fakat gün doğunca bu gitmenin faydasını görür ve bir yere ulaşır.
Her kim Tanrı uğruna iki gözünü kaparsa, onun zahmeti ziyan olmaz ve O’nun için

Her kim zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görecektir.
(Zilzal suresi 7)

Yalnız insanın içi karanlık ve perdeli olduğundan, ne kadar ilerlediğini şimdi göremez, sonunda anlar.

“ Dünya ahretin tarlasıdır”
(Hadis) buyrulduğu gibi, insan burada ne ekerse orada, onun ürünlerini toplar.

İsa (Selam onun üzerine olsun) çok gülerdi.
Yahya (Selam onun üzerine olsun) çok ağlardı.

Yahya İsa’ya:
“ Sen Tanrı’nın ince hilelerinden güven içinde bulunduğundan mı böyle gülüyorsun?” deyince,

İsa:
“ Sen (de) Tanrı’nın ince, latif ve garip lütuflarından haberin olmadığı için mi bu kadar ağlıyorsun?” dedi.

Tanrı’nın velilerinden bu hadisede hazır bulunan bir veli, Tanrı’dan:
“ Bu ikisinden hangisinin makamı daha yücedir?” diye sordu.

Bana iyi niyet besleyen daha üstündür
(Kutsi Hadis) cevabı erişti.

Yani, ben, kulumun beni zannının bulunduğu yerdeyim demektir.
Her kulun içinde benim bir hayalim ve suretim vardır.
O beni nasıl tahayyül (Hayalinde canlandırma) ederse, ben o hayaldeyim.

Ben (Tanrı’nın bulunduğu) o hayalin bendesiyim (Sevgi ile bağlanarak hizmet ederim).

Hakk’ın bulunmadığı gerçekten sıkılırım.
Ey benim kullarım!
Hayallerinizi temizleyiniz ki orası benim makamım ve yerimdir.

Şimdi sen kendini dene ve gülmekten, ağlamaktan, oruç ve namazdan, yalnızlık (Halvet) ve beraberlikten, bunun gibi daha başka şeylerden hangisi sana daha faydalı ve hangi yoldan senin durumun daha çabuk düzelir ve bunlar arasında hangisi senin ilerlemeni daha çok sağlarsa, sen o işi yap.

Müftüler her ne kadar fetva verseler de sen âlimin vereceği fetvaya bak.
Senin içinde bir mana mevcuttur.

Git onu göster ki kendine uygun olanı seçip alsın.
Mesela bir doktor, hastanın yanına geldiği zaman, onun iç doktorundan sorar.

Senin içinde bir doktorun vardır ve bu da senin mizacındır.

(Mizaç: Soya çekimle olmayan, töresel etkenlerin oluşturmadığı, yaradılış olarak kalıcı sahip olunan kişilik, yani Tanrı’nın o kişiye ait özel özellikleri)

Bir şeyi ya kabul eder, yahut etmez.
Bunun için dışarıdan gelen doktor:

“ Falan şeyi yediğin zaman nasıl oldun?
Kendini hafif mi, ağır mı hissettin?

Uykun nasıldı?” diye ondan sorup, içindeki doktorun verdiği bilgiye göre, bir teşhis kor.

İşte bunun için esas olan o iç doktorudur.
Yani insanın mizacıdır.

Bu doktor zayıflayıp mizaç bozulunca, zafiyetten (Güçsüzlük, zayıflık, dermansızlık) birçok şeyleri tamamen aksine görür ve yanlış araz (İşaret, alamet) gösterir.

Şekere acı, sirkeye tatlı der.
Bu bakımdan hasta kendisine (İç doktoruna) yardım etmesi ve mizacının evvelki haline gelmesi için, harici bir doktora muhtaç olmuştur.

Bundan sonra o, kendini yine kendi doktoruna gösterir ve ondan direktif alır.

Bunun gibi insanın öyle manevi bir mizacı vardır ki o zayıflayınca, iç duygularının söylediği ve gördüğü her şey aksine olur.

Veliler bu mizacın iyileşmesi ve dinin kudret bulması için yardım eden doktorlardır.

Çünkü Peygamberler bile:
“ Bana eşyayı olduğu gibi göster”
(Hadis) diye Tanrı’ya yalvarmıştı.

İnsan büyük bir şeydir ve içinde her şey yazılıdır, fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz ki insan içindeki o ilmi okuyabilsin.

Bu perdeler ve karanlıklar, bu dünyadaki türlü-türlü meşguliyetler, insanın dünya işlerinde aldığı çeşitli tedbirleri ve gönlün sonsuz arzularıdır.

İnsan bu kadar perdeler olmasına rağmen, yine bir şey okuyabiliyor ve o bilgiden haberli olabiliyor.

Şimdi bak, insan bu karanlıklar ve perdeler kalksa artık neler öğrenmez ve neler bilmez ve kendiliğinden ne türlü bilgiler ortaya çıkarmaz?

Bu terzilik, mimarlık, marangozluk, kuyumculuk, müneccimlik, doktorluk ve daha başka sanatlar, sayısız işler hep insanın içinden meydana gelmiş, taştan ve kesekten (Toprak parçası) hâsıl olmamıştır.

İnsana, ölüyü mezara gömmesini bir karganın öğrettiğini söylerler.
Bu da insandan kuşa aksetmiştir, ona bunu insanın arzusu yaptırmıştır.

Hayvan, insanın bir parçası değil midir?
O halde parça bütününe nasıl öğretebilir?

Mesela bir adam sol eliyle yazı yazmak ister,kalemi eline alır,kalbi kuvvetli olmasına rağmen, yazarken eli titrer, fakat kalbinin emriyle yazar.

                                               *
(Bazıları:
“ Emir (Muineddin Pervane) geldiği zaman, Mevlana büyük ve mühim sözler söylüyor” (Dediler)

Mevlana buyurdu ki:
(Emir gelince) Söz kesilmiyor, çünkü o söz ehlidir ve daima sözü çeker.
Söz de ondan ayrılmak istemiyor.

Mesela kışın eğer ağaçlar yapraklanmaz ve meyva vermezse, onların çalışmadıklarını zannetme, her zaman çalışırlar.

Yalnız kış, biriktirme, yaz ise harcama zamanıdır.
Herkes harcananı görür, fakat biriktireni görmez.

Mesela bir adam ziyafet verip masraf etse, hepsi bunu görür.
Ama bu ziyafet için, o azar-azar biriktirdiği şeyi kimse görmemiştir.

Esas olan birikendir.
Kendisine bağlı olduğumuz bir kimse ile zaman-zaman konuşuruz.

Onunla konuştuğumuz zaman, o varken veya yokken, hatta dövüşürken bile onunla beraberiz.
Kaynaşmış ve birbirimize karışmışız.

Mesela birbirimizi yumruklasak bile, yine onunla konuşuruz.
Daima bir ve birbirimize bağlı olduğumuzdan, sen o birbirimize vurduğumuz yumruğu, yumruk olarak bilme, onun içinde üzüm vardır.

İnanmazsan aç bak, orada ne kadar değerli mücevherler olduğunu göreceksin.

Başkaları da nazımla ( Ölçülü, kafiyeli mısradan oluşan yapıt, koşuk) veya nesirle (Düz yazı) incelikler, hakaik (Doğru olan asıllar, şüphesiz bulunan şeyler, hakikatler, gerçeklikler) ve marifetler (Ustalıklar) söylüyorlar, hâlbuki Emir’in meyli, alakası bize doğrudur.

Yoksa maarif, dekayik (İnce ve anlaşması güç ve dikkate muhtaç olan şeyler) ve vaazlar için değil.

Çünkü her yerde bu bilgiler ve inceliklerden vardır ve bizdekinden de az değildir.

Şu halde onun beni sevmesi, beni görmek istemesi, bunlardan ötürü değildir.

O bende, başkalarında olmayan bir şey görmektedir, başkalarında gördüğü şeyden tamamen ayrı bir nur görüyor.

Rivayet ederler ki:
Bir padişah Mecnun’u çağırıp ona:
“ Sana ne oldu ve neyin var da kendini böyle rüsva ettin?

Aileni terk ettin, harap oldun.
Leyla da ne oluyor, sanki ne gözeliği var?

Gel sana güzelleri, sevimlileri göstereyim, onları sana feda edeyim, bağışlayayım.” Dedi.

Mecnun ve güzelleri bir araya getirip ona gösterdiği vakit Mecnun başını öne eğip boyuna yere bakıyordu.

Padişah:
“ Hiç olmazsa başını kaldır da bak!” diye onu azarladı.

Mecnun:
“ Korkuyorum, Leyla’nın aşkı kılıcını çekti, eğer başımı kaldırırsam, başımı uçuracak” dedi.

O, Leyla’nın aşkına öyle dalmıştı ki Leyla’dan başkasına bakmak onun için öldürücü bir kılıçtı.

Başka güzellerin de gözleri, dudakları ve burunları vardı.
Onda ne görmüştü ki bu hale gelmişti?

                     ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954

                     ***
İSTİĞRAK:

Allah’a ulaşmak, bağ kurmak ve bu bağ kurulunca de Allah’ın tesir etmesiyle tat, zevk ve hazın bütün vücudu kaplamasıdır.

Kişinin duyu yollarından birinden alacağı tadın, lezzetin, verdiği zevkten etkilenip bütün vücudunun kendisini bilmeyecek kadar dalgınlık göstermesiyle olur.

Bu halin dervişânesi ve arifânesi olur.
Dervişane olan:
Zikir yoluyla elde edilir.

Arifanesi olan:
Yaptığımız davranışın tesiriyle; Allah korkusuyla ağlamak, Allah’ın kudretinin eserlerinden ders almak suretiyle seyretmek, Allah’ı özlemek, Kuran okumak veya okunan yere gidip dinlemekle hislenerek veya,

Bir Tanrı erini ziyaret edip görmekle oluşan sevgi ve sığınmadan dolayı eminlik, bunlardan sonra anlatılması çok zor olan bir zevk halinin vücudu kaplaması ile kendimizden geçiştir.

Tanrı erlerinin 3 hali vardır.

1.   Hal: Kendi elinde olmadan, dilemeden gelir ve gider. (Zayıf duraktır.)

2.   Hal: Erin dilediğinde gelir ve gider. Kişi o hali istiyorsa o hal oluşur. (Orta duraktır)

3.   Hal: Hal ve kişi aynı olmuştur (Kutup).(Tamam olmuş, kanmış duraktır.)

Bilgin anlayamaz.
Kişi iki âlemde de ululuğa ulaşmıştır.
İyi ve kötü eşit olmuştur.

Hakk’a kavuşmuştur (sonsuz gidiş).
Gerçeklik ve buluşma âlemine kavuşmuştur.
İddia ve dava ortadan kalkmıştır.

Sözleri kendinden değil, Tanrıdandır.
İyiden kötüden kurtulmuştur.
Korku ve ümidin ötesinde iyi-kötü gibi zıt davranışlara bakmazlar.

Zıtlardan hareket eden yol bulamaz.
Her şey aslına gider, tortu olanlar kalır.

Baştan gelmek için başa gitmek gerekir.

Halk anlamaz.
Halkın anlayışları o hali kavrayamaz.
Bu anlamlı davranışlar açıklanmaz, insandan böyle bir söz doğmaz.

                                      ***
Neler öğrendik:

1.   İstiğrakın kişinin duyu ve his yönünden iradesinin Allah’a geçmesi ve bundan tad, zevk ve hoşluğun tüm vücudu kaplaması olduğunu öğrendik.

2.   İstiğrak halinde gördüklerimizin anlamamız ve kavramamız için dünyada tanıdıklarımız ve tanıdığımız varlıklar üzerinden gösterilip verilmek istenen bilginin, verildiğini öğrendik.

3.   Halkın korkusu ile Tanrı korkusunun farklı olduğunu öğrendik.

4.   Halk ölümden korkar, Allah’tan korkan O’nun sevgisinden mahrum kalacağından korkar.

5.   Kendinden geçişin kişini isteğiyle olmadığını, bunu Tanrı’nın yaptığını öğrendik.

6.   Yerinde sebatla duran, sözünde duran olmasını bilmek için muhakkak sınama sonunda karar verilmesi gerektiğini öğrendik.

7.   Bilerek yapan, bilgisiyle başkalarının yararlandığı kimsenin çok kıymetli olduğunu öğrendik.

8.   Sonuç alınmış gerçeğin kıymetli olduğunu öğrendik.

9.   Allah’a bilgi ile bağlılığın korkudan eminlik oluşturduğunu öğrendik.

10.                  Allah yolunda yapılanların boşa gitmeyeceğini öğrendik.

11.                  Allah’ı nasıl hayal edersek Allah’ın o hayalde olduğunu, fakat o hayale bağlılıktan gönlümüzü temizlememiz, hakikaten Allah’ın kendisini göstereceği yer olan gönlümüzü bu hayalden temizleyip hazırlamamız gerektiğini öğrendik.

12.                  İlerlememizi sağlayan, daha faydalı olan, durumuzu daha çabuk düzelten işi yapmamız gerektiğini öğrendik.

13.                  Âlimlerin kişiye özel önerilerde bulunacağından daha önemsememiz gerektiğini öğrendik.

14.                  Müftülerin önerileri genel olduğundan âlimin önerisini hayata geçirmeye çalışmamızın faydalı, durumumuzu daha çabuk düzelten, ilerlememizi sağlayan öneriler olduğunu öğrendik.

15.                   Her şeyi yaratıldığı, yapıldığı gibi görmemiz, kabul etmemiz gerektiğini, başka anlamlar yüklememizle, sanılarımızla düşünce bozukluğuna uğradığımızı, yanlış tanımlarla ruh sağlığımızı bozduğumuzu öğrendik.

İşte böyle yaren,

Allah’ın kendi büyüklüğünden bize bağışladıklarının farkına vararak buna göre çalışmamız ve davranmamız gerektiğini öğrendik.

                                     *
RAVLİ

Popüler Yayınlar