23 Ocak 2013 Çarşamba

FİHİ MAFİH 15. FASIL

İnsanda o kadar büyük bir aşk, hırs, arzu ve üzüntü vardır ki yüz binlerce âlem kendisinin malı olsa, bununla huzur bulamaz, rahata kavuşamaz.

Uğraştığı her işte sanatta, tuttuğu her yerde ve öğrendiği yıldız bilgisi, doktorluk ve daha başka şeylerde de sükunet bulmaz, çünkü istediği şeyleri bir türlü elde edememiştir.

Sevgiliye dilarâm, yani gönlü dinlendiren derler.
Gönül onunla dinlenir, huzura kavuşur demektir.

O halde o başka biri ile nasıl sükûnet ve karar bulur?
Bu zevklerin, arzuların hepsi bir merdivene benzer.

Merdiven basamakları oturup kalmaya elverişli değildir, üzerine basıp geçmek için yapılmıştır.

Uzun yolu kısaltmak için ve ömrünü bu merdiven basamaklarında ziyan etmemek için, çabuk uyanan ve durumdan haberi olan kimseye ne mutlu!

Biri:
“ Moğollar mallarımızı alıyorlar, ara sıra da onlar bize mallarını bağışlıyorlar.
Acaba bunun hükmü nasıl olur?” diye sordu.

(Mevlana Hazretleri) Buyurdu ki:
Moğolların aldığı her şey, tıpkı Tanrı’nın hazinesine girmiş gibidir.

Mesela denizden bir testi veya küpü doldurup çıkarırsan, o senin malın olur.

Mademki su testide veya küptedir, buna kimse karışamaz ve senin iznin olmadan su alan herkes gasıp (Kapmış) olur.

Fakat bu su tekrar denize dökülürse, o herkese helaldir ve artık senin malın olmaktan çıkmıştır.

Bu bakımdan bizim malımız onlara haram, onların malı bize helal olur.

                                     *
İslam dininde evlenmemek yoktur.
Topluluk rahmettir.”
(Hadis)

Mustafa (Tanrı’nın salâtı onun üzerine olsun) toplulukla çalıştı.
Çünkü ruhların topluluğunun çok büyük eserleri vardır.
İnsan tek ve yalnızken bu eser hâsıl (Ortaya çıkmaz).

Mescitleri yapmanın sırrı, mahalle halkının orada toplanması, Tanrı’nın rahmeti ve (Elde edilecek faydanın) artmasıdır.

Evlerin ayrı-ayrı olmasının faydası ise (İnsanları) ayırmak ve ayıplarını örtmekten ibarettir.

Camiyi şehir halkının toplanması için yapmışlardır.
Kâbe’yi ziyaret etmeyi de dünyadaki insanların çoğunun, birçok şehirlerden ve iklim bölgelerinden gelip orada toplanmaları için vacip (Mecbur) kıldılar.

                                         *
Biri dedi ki:
Moğollar ilk önce buraya gelince çır-çıplaktılar.
Binek hayvanları öküzdü, silahları odundandı.

Şimdi haşmet ve azamet sahibi oldular, karınları doydu.
En güzel Arap atları ve en iyi silahlar onların elinde bulunuyor.

(Mevlana Hazretleri) Buyurdu ki:
Onların gönülleri kırık ve kuvvetleri yokken, Tanrı yalvarmalarını kabul ve onlara yardım etti.

Şimdi ise bu kadar muhteşem ve kuvvetli oldukları şu anda, halkın (Fakirliği), zayıflığı vasıtasıyla Yüce Tanrı onları yok edecektir, o zaman hepsinin Tanrı’nın inayeti ve yardımı olduğunu, dünyayı bununla zapt ettiklerini, yoksa başarılarının karşılığı olmadığını anlamaları için, halkın zaafı (Düşkünlük, zayıflık) ile onları yok eder.

Önce insanlardan uzak, fakir, çırçıplak ve acınacak bir halde çölde yaşarken, yalnız onlardan bazıları ticaret yapmak için Harezm Vilayetine (Özbekistan, Türkmenistan sınırı içinde Ceyhun nehri kenarlarına) geliyor, alışveriş ediyor, kendileri için elbiselik keten alıyorlardı.

Harezm Şah bunu men ve tüccarları öldürmelerini emrediyordu.
Onlardan haraç alıyor ve tüccarların oraya gitmesini önlüyordu.

Tatarlar, padişahlarının yanına dert yanmaya gittiler ve ”Mahvolduk!” dediler.

Padişahları on günlük bir izin istedi.
Bir mağaranın kovuğuna gitti ve tam bir vecd (Kendinden geçecek derecede İlahi aşka dalma, aşırı heyecan, kederlenme) içinde ibadet etti, Allah’a yalvardı.

Ulu Tanrı’dan:
Senin dileğini, yalvarışlarını kabul ettim.
Dışarı çık.
Ger nereye gidersen, muzaffer ol!” diye bir ses erişti.

(İşte böyle)Tanrı’nın buyruğu ile çıktıklarından, karşılarında bulunanları yendiler ve bütün yeryüzünü kapladılar.

(Biri):
“ Tatarlar da kıyamete inanıyorlar ve: “Elbette bir sorgu sual günü olacak!” diyorlar dedi.

(Mevlana Hazretleri) buyurdu ki:
Yalan söylüyorlar, kendilerini Müslümanlarla bir göstermek istiyorlar.
Yani, biz de biliyoruz ve inanıyoruz demek istiyorlar.

Deveye:
“ Nereden geliyorsun?” diye sormuşlar.

Deve:
“ Hamamdan geliyorum” karşılığını vermiş.
“ Ökçenden (Ayağından) belli !” demişler

Bunun için eğer onlar kıyamet gününe inanıyorlarsa bunun delili hani?
Bu günahlar, zulümler ve kötülükler, üst üste birikmiş, karlar gibi, kat-kat yığılmıştır.

Güneşin karları buzları erittiği gibi, günahları bırakıp Hakk’a dönme (İnâbet) ve pişmanlık duyma güneşi, Tanrı’nın korkusu ortaya çıkıp, o dünyanın ahvali (Durumlar) gerçekleştiği zaman, bu isyan karlarının hepsi erir.

Eğer bir kar veya buz, bu şekilde bulunurken:
“ Ben güneşi gördüm, Temmuz güneşi üzerime ışıklarını saldı” der ve hala kar, buz halinde olursa akıllı bir insan buna inanır mı?

Temmuz güneşi parlasın da karı ve buzu yerinde bıraksın!
Bu imkânsız bir şeydir.

Her ne kadar Ulu Tanrı, iyi ve kötü cüzlerin (Bütünün en küçük parçası) cezası kıyamette verilecektir, diye vaat etse de biz onun örneklerini bu dünyada, her an, her lahza (Göz ucuyla bakmakla) görmekteyiz.

Mesela bir insanın yüreği ferahlasa bu onun, bir insanı sevindirmiş olmasının karşılığıdır.

Bunun gibi üzülürse bu da başkasını üzmüş olmasındandır.
İşte bunlar o dünyanın armağanları, ceza gününün örnekleridir.
Maksat, insanların bu pek az şeylerle çoğunu anlamalıdır.

Mesela bir buğday ambarının ne ve nasıl olduğunu göstermek için, oradan bir avuç buğday alıp göstermeleri gibi.

O kadar büyük ve azametli olmasına rağmen Mustafa’nın (Tanrı’nın salât ve selamı üzerine olsun) bir gece eli ağrıdı.

Ona:
“ Bu Abbas’ın elinin ağrısından ileri geliyor” diye vahiy geldi.
Çünkü Mustafa Abbas’ı esir almış ve bütün esirlerle beraber onun elini de bağlamıştı.

Tanrı’nın emri ile böyle olduğu halde, yine de Muhammed bunun cezasını çekti.

Sende meydana gelen darlık, üzüntü ve hastalıkların hepsi, şimdi aklında kalmamışsa da, yaptığın kötülüklerin ve işlemiş olduğun günahların tesirindendir.

Çok fena işler yaptın fakat ya boş bulunduğundan veya bilgisizliğinden bunu kötü olduğunu bilmiyorsun yahut da dinsiz bir arkadaş sana bunun önemsiz gibi göstermiştir.

Hatta sen bunun günah olduğunun farkında bile değilsin.
Şimdi bunların karşılığında bak bakalım, ne kadar sıkıntın var, ne kadar ferahlık duyacaksın?

Sıkıntı, mutlaka bir günahın cezası, ferahlık ise ibadetin karşılığıdır.
Bunun için Mustafa (Tanrı’nın salât ve selamı üzerine olsun) parmağındaki yüzüğü çevirdiğinden:

“ Seni boş yere vakit geçirmek ve oynamak için yaratmadık!” diye azarlanmıştı.

Sizi boş yere yarattığımızı mı sandınız?”
(Müminin suresi 115) ayetinde buyrulduğu gibi, sen de gününü Tanrı’ya ibadet etmek ve doğru iş işlemekle mi, yoksa günaha girmekle mi? Geçirdiğini kıyasla.

Tanrı Musa’ya (Ona selam olsun) halkla meşgul etti.
Gerçi o, Tanrı’nın emriyle böyle yapıyor ve onunla meşgul oluyordu.

Fakat Tanrı bir hikmetle, onun bir tarafını halkla ve Hızır’ı da tamamen kendisiyle meşgul etti.

Mustafa’yı önce kendisiyle meşgul edip, sonra:
Halkı davet et, düzelt ve onlara öğüt ver!” diye buyurdu.

Mustafa (Tanrı’nın salât ve selamı üzerine olsun):
Ey benim Tanrım!
Ben ne günah işledim ki beni huzurundan kovuyorsun.
Halkı istemiyorum “diye ağlayıp sızladı.

Ulu Tanrı:
Ey Muhammed sen hiç üzülme, seni halk ile uğraşmaya bırakmam.
Onlarla meşgul olurken de benimle olursun.

Bu sırada halk ile meşgul olduğun için başının bir tek tel saçını bile eksiltmem.

Her ne iş yaparsan yine vuslat (Kavuşma) içinde olursun” buyurdu.

Biri:
“ Ezeli hükümler ve Tanrı’nın takdir ettiği şeyler hiç değişir mi? Diye sordu.

(Mevlana Hazretleri) Buyurdu ki:
Tanrı’nın ezelde (Başlangıcı olmayan tarihte):
Kötülüğe karşı kötülük, iyiliğe karşı iyilik olmalıdır” diye verdiği hüküm asla değişmez.

Çünkü Ulu Tanrı Hâkimdir.
Sen kötülük et, iyilik bulursun, nasıl der?

Bir kimse buğday ekip, arpa biçemez ve arpa ekip buğday toplayamaz.
Bu imkânsızdır.

Bu bütün veliler ve nebiler de:
İyiliğin karşılığı iyilik, kötülüğün karşılığı kötülüktür” demişlerdir.

Bir zerre kadar hayır (İyilik yapan) işleyen kimse o hayrın ve zerre kadar kötülük yapan kimse de o kötülüğün cezasını görür.”
(Zilzal suresi 7-8)

Ezeli hüküm hakkında öğrenmek istediğin şeyi söyledik ve etrafıyla anlattık.
Bu asla değişmez.

Yani, bazen iyilik yaparsan karşılığında çok iyilik göremezsin veya ne kadar kötülük yaparsan o kadar kötülük göremezsin.

Fakat mutlaka yaptığın iyiliğin veya kötülüğün cezasını görürsün.
Bu böyle olur ama asıl hüküm değişmez.

Gevezenin biri:
“ Biz Tanrı’nın saadetinden mahrum olan şakinin (Şikâyetçi, mutsuz) ahret saadetine kavuşmuş bulunan said (Uğurlu, mutlu) ve saidin de şaki olduğunu görüyoruz” dedi.

(Mevlana Hazretleri) Buyurdu ki:
Eh! Olabilir.
O şaki (Şikâyetçi, mutsuz), iyilik yaptığından said (Uğurlu, mutlu), o said (Uğurlu, mutlu)  de kötülük işlediğinden yahut kötü şeyler düşündüğünden dolayı şaki (Şikâyetçi, mutsuz)  olmuştur.

Mesela İblis:
Beni ateşten yarattın da onu çamurdan yarattın” diye Âdem’in yaradılışı hakkında itirazda bulunduğundan, meleklerin hocası iken, ebedi olarak Tanrı’nın lanetine uğradı ve bizim huzurumuzdan kovuldu.

Biz de diyoruz ki:
Evet, iyiliğin karşılığı iyilik, kötülüğün cezası kötülüktür.

Biri:
“ Bir kimse, bir gün oruç tutarım diye adadı.
Eğer bu adağını yerine getirmezse bunun kefareti (Karşılığı) var mıdır, yok mudur?” diye sordu.

(Mevlana Hazretleri) Buyurdu ki:
Şafii mezhebi bilginlerinin sözüne göre, kefaret (Karşılığı) vardır.
Çünkü o kimse adağı, yenin olarak kabul eder ve her kim yeminini tutmazsa, onun üzerine kefaret (Karşılığı) vaciptir (Mecbur).

Fakat Ebu Hanife için adak, yemin manasına değildir.
İşte bunun için kefaret (Karşılığı) lazım olmaz.

Adak iki şekildedir:
Biri mutlak (Kesin), diğeri mukayyettir (Şarta bağlı).

Mutlak:
Bir gün oruç tutmalıyım! Sözüdür.

Mukayyet (Şarta bağlı) ise:
Falan gelirse bir gün oruç tutmalıyım! Kaydıdır.

Hikâye:
Bir adam eşeğini kaybetmişti.
Onu bulmak niyetiyle üç gün oruç tuttu ve üç gün sonra eşeğini ölü olarak buldu.

Çok üzüldü ve bu üzüntü içinde yüzünü göğe doğru çevirip:
Eğer bu tuttuğum üç gün oruç yerine, ramazanda altı gün yemezsem insan değilim.

Sen mi benim eşeğimi alır götürürsün? Dedi.

(Biri):
Ettehiyat, Salâvat ve Tayyibat’ın manası nedir diye sordu?”

(Mevlana Hazretleri) Buyurdu ki:
Yani bu, Hakk’a tapmak, kulluk etmek, O’nu gözetmek bizden hâsıl olmuyor, fakat biz onsuz da olmuyoruz.

Öyleyse gerçekte Tayyibat, Salâvat, Ettehiyat bizden olmayıp Tanrı’dandır, O’na hastır, demektir.

Mesela bahar mevsiminde insanlar ziraatla uğraşırlar, kırlara çıkar, yolculuk eder, yapılar yaparlar.

Bütün bunlar baharın bağışı ve vergisidir.
Yoksa hepsi, oldukları gibi evlerinde, kovuklarında mahpus kalırlardı.

O halde gerçekten bu ekip biçmeler, gezmeler ve yiyip içmelerin hepsi bahardandır.

Bahar o insanların velinimetidir.
Buna rağmen insanların gözü yine sebeplerdedir.

Bütün işleri sebeplerden bilirler.
Fakat velilere sebeplerin, sebebi yaratanı bilmelerine ve görmelerine engel olan birer perdeden başka bir şey olmadığı keşif olunmuştur.

Mesela bir kimse perde arkasında konuştuğu zaman perdenin konuştuğu zannederler ve onun sadece bir örtü olduğunu, bir şey yapamadığını bilmezler.

Ancak adam perdenin arkasından çıkınca, onun arada bir bahane olduğunu anlarlar.

Tanrı’nın velileri sebeplerin dışında bulunan, zahir (Belli) olmuş ve yapılmış olan birçok işleri görmüşlerdir.

Mesela dağdan deve çıkmış, Musa’nın asası ejderha olmuş, kaskatı bir taştan on iki tane çeşme akmış, bunun gibi Mustafa (Tanrı’nın salât ve selamı üzerine olsun) da ayı aletsiz olarak, bir işaretle ikiye bölmüş ve Âdem (Selem onun üzerine olsun) annesiz ve babasız olarak dünyaya gelmişti.

İbrahim (Ona selam olsun) için ateşten güller ve güllükler bitmişti
Daha bunlar gibi sonsuz misaller verilebilir.

İşte bu yüzden veliler bunları görünce, sebeplerin arada bahane olduğunu, hakikatte işi başkasının yaptığını, sebeplerin sadece avamın bununla meşgul olmaları için, o işleri yapanın görünmesine engel olan perdeden başka bir şey olmadığını anlarlardı.

Ulu Tanrı Zekeriya’ya (Ona selem olsun):
“ Sana çocuk vereceğim” diye vaat etti.

O.
“ Ben ve karım çok yaşlıyız.
Karım artık çocuk yapamayacak bir durumda.
Ey benim Tanrım böyle bir kadından nasıl çocuk meydana gelir?
(Al-i İmran suresi 40) diye sızladı.

Ona:
“ Ey Zekeriya sakın, ipin ucunu kaybettin!
Ben sana yüz bin kere sebepler dışındaki işleri gösterdiğim halde, sen unuttun ve hala sebeplerin bahaneler olduğunu bilmiyor musun?

Şu anda ben, gözünün önünde senden kadın ve hamilelik olmadan yüz bin çocuk dünyaya getirebilirim
Buna gücüm yeter.

Hatta bir işaret etsem, dünyada olgun, yetişkin ve bilgin insanlar meydana gelir.

Ben ruhlar âleminde seni anasız babasız yaratmadım mı?
Sen var olmadan önce de üzerinde lütuf ve inayetim (İyiliklerim, bağışlarım) yok muydu?
Bunları niçin unutuyorsun?” karşılığını verdi.

Nebilerin, velilerin iyi ve kötü bütün yaratıkların durumları derece ve cevherlerine göre şöyledir:

Mesela kâfirlerin ülkelerinden Müslüman vilayetlerine köleler getirilip satarlar.

Bunların bazısını beş, bazısını on ve on beş yaşında getirirler.
Küçük bir çocukken getirilenler, uzun yıllar Müslümanlar arasında büyütülür, terbiye edilir ve yaşlanırsa, kendi yurtlarının durumunu tamamen unuturlar ve akıllarında oraya ait hiçbir şey kalmaz.

Getirdikleri zaman yaşı biraz daha büyük olursa, az bir şey hatırlar.
Adamakıllı büyükken getirilmişse daha çok şey aklında kalır.

İşte ruhlar da o âlemde Tanrı’nın huzurunda böyle idiler.

(Mesela onlara) Tanrı:
“ Ben sizin Tanrı’nız değil miyim? “ demiş.

Onlar da: “ Evet” cevabını vermişlerdir.

(Bunların) yiyecekleri, giyecekleri Tanrı’nın harfsiz ve sessiz olan kelamıydı.

Bazıları vardı ki bunlar çocukken getirdiklerinden bu kelamı duyunca, o ahvali hatırlayamazlar ve kendilerini o kelama yabancı bulunur.

Bunlar tamamıyla küfür ve dalalete gark olmuş, ruhları perdelenmiş olanlar güruhudur (Değersiz insan topluluğu).

Bazıları ise, (O âlemi) birazcık hatırlarlar, o tarafın kaynaşması, havası onlarda ara sıra kendisini gösterir ki bunlar Müminlerdir.

Bazıları da vardır ki o kelamı işittikleri zaman, o hal nazarlarında aynen eskiden olduğu gibi, belirir ve perdeler tamamen aradan kalkmış olup, tekrar o âleme kavuşurlar.

İşte bunlar veliler ve nebilerdir.

Ben Yarana:
İçinizde mana gelinleri yüz gösterip, sırlar açıklayınca sakın ha!
Yabancılara bunu söylemeyin, anlatmayın ve bizim sözümüzü de herkese demeyin
Diye vasiyet ediyorum.

Çünkü hikmeti ehli olmayana vermeyin, bunu yaparsanız o hikmete zulmetmiş olursunuz.

Onu ehlinden de nen etmeyin, o zaman da onlara kötülük etmiş olursunuz.”
(Hadis)

Senin eline bir güzel veya bir sevgili geçse ve:
“ Beni kimseye gösterme, ben seninim” diye evine gizlense, sen onu pazarlarda dolaştırıp:

“ Gel de şu güzele bak!” diye herkese gösterirsen doğru olur mu?
Yakışık alır mı?

Esasen bu, sevgilinin de hiçbir zaman hoşuna gitmez.
Senden nefret edip, onlara gider.
Yüce Tanrı bu sözleri onlara haram etmiştir.

Cehennemdekiler cennetliklere:
Ulu Tanrı’nın size vermiş olduğu yiyeceklerden ve bağışlamış olduğu şeylerden sadaka verin.

Ve biz kulların gönlünü almak için bir şeyler bağışlayın.
Toprağın, cömertlerin kâsesinin artığından nasibi vardır(Mısra)

Biz ateş içinde yanıyoruz, eriyoruz, o meyvelerden bize biraz (Verseniz) veya cennetin o tatlı suyundan birazcık canımıza serpseniz ne olur sanki?
(Araf suresi 50) dediler.

Cennettekiler:
Tanrı bunu size haram etmiştir.
Bu nimetin tohumu öbür dünyada idi, siz bunu orada ekmediniz, çalışmadınız.

Bu tohum, doğruluk, iman ve iyi işlerdi.
Şu halde burada ne toplayacaksınız?

Eğer biz onu lütfen size saçarsak, Tanrı bunu size haram etmiş olduğundan, boğazınızı yakar, gırtlağınıza takılır kalır, aşağı inmez.

Kesenize koysanız keseniz yırtılır, o da yere düşer.” Karşılığını verdiler.

Mustafa’nın (Tanrı’nın salât ve selamı üzerine olsun) huzuruna iki yülü adamlardan ve yabancılardan bir gurup geldi.

Peygamber ashaba (Yakınlar) dinin sırlarını anlatıyor, eshab (Yakınlar) da Mustafa’nın methiyle meşgul oluyorlardı.

Peygamber ashabına (Yakınlarına)  işaret ederek:
Kaplarınızın ağızlarını kapayınız
(Hadis) buyurdu.

Bu testilerin, kâselerin, tencerelerin ve küplerin ağızlarını kapatınız, kapalı tutunuz.

Çünkü pis ve zehirli hayvanlar vardır, Allah esirgesin!
Bunlar testilerinize düşmesinler, siz bilmeden ondan su içersiniz, o zaman size zararı dokunur.

(Mevlana Hazretleri onlara bu şekilde:
Yabancılardan hikmeti gizleyiniz, onların önünde dilinizi tutunuz, ağzınızı kapatınız.
Çünkü onlar faredir.
Bu hikmete layık değillerdir,” buyurmuştur.

(Mevlana Hazretleri) Yine buyurdu ki:
O, bizim yanımızdan giden Emir, sözümüzü anlamamakla beraber, kendisini şöyle böyle Hakk’a davet ettiğimizi biliyordu.

(Biz de) onun yalvarışını, tasdik yerine başını sallamasını, aşk ve sevgisini, (Söylediğimizi) anladığının alameti olarak kabul edelim.

Mesela bu, şehre gelince ezan sesi duyan köylü, ezanın manasını etraflıca bilmese de, bununla ne demek istendiğini anlar.

                     ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Bütün işaretlerin bir Tanrı’da birleşmek ve insanlar olarak bir araya gelmek için uğraşmamız lazım geldiğini öğrendik.

2.   Sözü görünüş doğrularsa inanç oluşacağını öğrendik.

3.   Dinin özel bilgilerinin yabancılara açıklanmaması gerektiğini öğrendik.

                                     *
RAVLİ

Popüler Yayınlar