Uğraştığı her işte sanatta,
tuttuğu her yerde ve öğrendiği yıldız bilgisi, doktorluk ve daha başka şeylerde
de sükunet bulmaz, çünkü istediği şeyleri bir türlü elde edememiştir.
Sevgiliye dilarâm, yani gönlü dinlendiren derler.
Gönül onunla dinlenir, huzura
kavuşur demektir.
O halde o başka biri ile
nasıl sükûnet ve karar bulur?
Bu zevklerin, arzuların hepsi bir merdivene benzer.
Merdiven basamakları oturup
kalmaya elverişli değildir, üzerine basıp geçmek için yapılmıştır.
Uzun yolu kısaltmak için ve
ömrünü bu merdiven basamaklarında ziyan etmemek için, çabuk
uyanan ve durumdan haberi olan kimseye ne mutlu!
Biri:
“ Moğollar mallarımızı
alıyorlar, ara sıra da onlar bize mallarını bağışlıyorlar.Acaba bunun hükmü nasıl olur?” diye sordu.
(Mevlana Hazretleri) Buyurdu ki:
Moğolların aldığı her şey,
tıpkı Tanrı’nın hazinesine girmiş gibidir.
Mesela denizden bir testi
veya küpü doldurup çıkarırsan, o senin malın olur.
Mademki su testide veya
küptedir, buna kimse karışamaz ve senin iznin olmadan su alan herkes gasıp
(Kapmış) olur.
Fakat bu su tekrar denize
dökülürse, o herkese helaldir ve artık senin malın olmaktan çıkmıştır.
Bu bakımdan bizim malımız
onlara haram, onların malı bize helal olur.
*
“ İslam
dininde evlenmemek yoktur.Topluluk rahmettir.”
(Hadis)
Mustafa (Tanrı’nın salâtı
onun üzerine olsun) toplulukla çalıştı.
Çünkü ruhların topluluğunun
çok büyük eserleri vardır.İnsan tek ve yalnızken bu eser hâsıl (Ortaya çıkmaz).
Mescitleri yapmanın sırrı,
mahalle halkının orada toplanması, Tanrı’nın rahmeti ve (Elde edilecek
faydanın) artmasıdır.
Evlerin ayrı-ayrı olmasının
faydası ise (İnsanları) ayırmak ve ayıplarını örtmekten
ibarettir.
Camiyi şehir halkının toplanması için yapmışlardır.
Kâbe’yi ziyaret etmeyi de
dünyadaki insanların çoğunun, birçok şehirlerden ve iklim bölgelerinden gelip
orada toplanmaları için vacip (Mecbur) kıldılar.
*
Biri dedi ki:Moğollar ilk önce buraya gelince çır-çıplaktılar.
Binek hayvanları öküzdü, silahları odundandı.
Şimdi haşmet ve azamet sahibi
oldular, karınları doydu.
En güzel Arap atları ve en
iyi silahlar onların elinde bulunuyor.
(Mevlana Hazretleri) Buyurdu ki:
Onların gönülleri kırık ve
kuvvetleri yokken, Tanrı yalvarmalarını kabul ve onlara
yardım etti.
Şimdi ise bu kadar muhteşem
ve kuvvetli oldukları şu anda, halkın (Fakirliği),
zayıflığı vasıtasıyla Yüce Tanrı onları yok edecektir, o zaman hepsinin
Tanrı’nın inayeti ve yardımı olduğunu, dünyayı bununla zapt ettiklerini, yoksa
başarılarının karşılığı olmadığını anlamaları için, halkın zaafı (Düşkünlük,
zayıflık) ile onları yok eder.
Önce insanlardan uzak, fakir, çırçıplak ve acınacak bir halde çölde yaşarken, yalnız onlardan bazıları ticaret yapmak için Harezm Vilayetine (Özbekistan, Türkmenistan sınırı içinde Ceyhun nehri kenarlarına) geliyor, alışveriş ediyor, kendileri için elbiselik keten alıyorlardı.
Harezm Şah bunu men ve
tüccarları öldürmelerini emrediyordu.
Onlardan haraç alıyor ve
tüccarların oraya gitmesini önlüyordu.
Tatarlar, padişahlarının
yanına dert yanmaya gittiler ve ”Mahvolduk!” dediler.
Padişahları on günlük bir
izin istedi.
Bir mağaranın kovuğuna gitti
ve tam bir vecd (Kendinden geçecek derecede İlahi aşka
dalma, aşırı heyecan, kederlenme) içinde ibadet etti, Allah’a yalvardı.
Ulu Tanrı’dan:
“ Senin
dileğini, yalvarışlarını kabul ettim.Dışarı çık.
Ger nereye gidersen, muzaffer ol!” diye bir ses erişti.
(İşte böyle)Tanrı’nın buyruğu
ile çıktıklarından, karşılarında bulunanları yendiler ve bütün yeryüzünü
kapladılar.
(Biri):
“ Tatarlar da kıyamete
inanıyorlar ve: “Elbette bir sorgu sual günü olacak!” diyorlar dedi.
(Mevlana Hazretleri) buyurdu ki:
Yalan söylüyorlar,
kendilerini Müslümanlarla bir göstermek istiyorlar.Yani, biz de biliyoruz ve inanıyoruz demek istiyorlar.
Deveye:
“ Nereden geliyorsun?” diye
sormuşlar.
Deve:
“ Hamamdan geliyorum”
karşılığını vermiş.“ Ökçenden (Ayağından) belli !” demişler
Bunun için eğer onlar kıyamet
gününe inanıyorlarsa bunun delili hani?
Bu günahlar, zulümler ve
kötülükler, üst üste birikmiş, karlar gibi, kat-kat yığılmıştır.
Güneşin karları buzları
erittiği gibi, günahları bırakıp Hakk’a dönme (İnâbet) ve pişmanlık duyma güneşi, Tanrı’nın
korkusu ortaya çıkıp, o dünyanın ahvali (Durumlar)
gerçekleştiği zaman, bu isyan karlarının hepsi erir.
Eğer bir kar veya buz, bu
şekilde bulunurken:
“ Ben güneşi gördüm, Temmuz
güneşi üzerime ışıklarını saldı” der ve hala kar, buz halinde olursa akıllı bir
insan buna inanır mı?
Temmuz güneşi parlasın da
karı ve buzu yerinde bıraksın!
Bu imkânsız bir şeydir.
Her ne kadar Ulu Tanrı, iyi
ve kötü cüzlerin (Bütünün en küçük parçası) cezası kıyamette verilecektir, diye vaat etse de biz
onun örneklerini bu dünyada, her an, her lahza (Göz
ucuyla bakmakla) görmekteyiz.
Mesela bir insanın yüreği ferahlasa bu onun, bir insanı
sevindirmiş olmasının karşılığıdır.
Bunun gibi üzülürse bu da başkasını üzmüş
olmasındandır.
İşte bunlar o dünyanın
armağanları, ceza gününün örnekleridir.Maksat, insanların bu pek az şeylerle çoğunu anlamalıdır.
Mesela bir buğday ambarının
ne ve nasıl olduğunu göstermek için, oradan bir avuç buğday alıp göstermeleri
gibi.
O kadar büyük ve azametli
olmasına rağmen Mustafa’nın (Tanrı’nın salât ve selamı üzerine olsun) bir gece
eli ağrıdı.
Ona:
“ Bu Abbas’ın elinin
ağrısından ileri geliyor” diye vahiy geldi.Çünkü Mustafa Abbas’ı esir almış ve bütün esirlerle beraber onun elini de bağlamıştı.
Tanrı’nın emri ile böyle
olduğu halde, yine de Muhammed bunun cezasını çekti.
Sende meydana gelen darlık, üzüntü ve hastalıkların hepsi, şimdi aklında
kalmamışsa da, yaptığın kötülüklerin ve işlemiş olduğun
günahların tesirindendir.
Çok fena
işler yaptın fakat ya boş bulunduğundan
veya bilgisizliğinden bunu kötü olduğunu
bilmiyorsun yahut da dinsiz bir arkadaş sana bunun önemsiz
gibi göstermiştir.
Hatta sen bunun günah
olduğunun farkında bile değilsin.
Şimdi bunların karşılığında
bak bakalım, ne kadar sıkıntın var, ne kadar ferahlık duyacaksın?
Sıkıntı, mutlaka bir günahın
cezası, ferahlık ise ibadetin karşılığıdır.
Bunun için Mustafa (Tanrı’nın
salât ve selamı üzerine olsun) parmağındaki yüzüğü çevirdiğinden:
“ Seni boş yere vakit
geçirmek ve oynamak için yaratmadık!” diye azarlanmıştı.
“ Sizi
boş yere yarattığımızı mı sandınız?”
(Müminin suresi 115) ayetinde
buyrulduğu gibi, sen de gününü Tanrı’ya ibadet etmek ve
doğru iş işlemekle mi, yoksa günaha girmekle mi? Geçirdiğini kıyasla.
Tanrı Musa’ya (Ona selam
olsun) halkla meşgul etti.
Gerçi o, Tanrı’nın emriyle
böyle yapıyor ve onunla meşgul oluyordu.
Fakat Tanrı bir hikmetle,
onun bir tarafını halkla ve Hızır’ı da tamamen kendisiyle meşgul etti.
Mustafa’yı önce kendisiyle
meşgul edip, sonra:
“ Halkı
davet et, düzelt ve onlara öğüt ver!” diye buyurdu.
Mustafa (Tanrı’nın salât ve
selamı üzerine olsun):
“ Ey
benim Tanrım!Ben ne günah işledim ki beni huzurundan kovuyorsun.
Halkı istemiyorum “diye ağlayıp sızladı.
Ulu Tanrı:
“ Ey
Muhammed sen hiç üzülme, seni halk ile uğraşmaya bırakmam.Onlarla meşgul olurken de benimle olursun.
Bu sırada halk ile
meşgul olduğun için başının bir tek tel saçını bile eksiltmem.
Her ne iş yaparsan
yine vuslat (Kavuşma) içinde olursun”
buyurdu.
Biri:
“ Ezeli hükümler ve Tanrı’nın
takdir ettiği şeyler hiç değişir mi? Diye sordu.
(Mevlana Hazretleri) Buyurdu ki:
Tanrı’nın ezelde (Başlangıcı
olmayan tarihte):“ Kötülüğe karşı kötülük, iyiliğe karşı iyilik olmalıdır” diye verdiği hüküm asla değişmez.
Çünkü Ulu Tanrı Hâkimdir.
Sen kötülük et, iyilik
bulursun, nasıl der?
Bir kimse buğday ekip, arpa
biçemez ve arpa ekip buğday toplayamaz.
Bu imkânsızdır.
Bu bütün veliler ve nebiler
de:
“ İyiliğin
karşılığı iyilik, kötülüğün karşılığı kötülüktür” demişlerdir.
Bir zerre kadar
hayır (İyilik yapan) işleyen kimse o hayrın ve zerre kadar kötülük
yapan kimse de o kötülüğün cezasını görür.”
(Zilzal suresi 7-8)
Ezeli hüküm hakkında öğrenmek
istediğin şeyi söyledik ve etrafıyla anlattık.
Bu asla değişmez.
Yani, bazen iyilik yaparsan
karşılığında çok iyilik göremezsin veya ne kadar kötülük yaparsan o kadar
kötülük göremezsin.
Fakat mutlaka yaptığın
iyiliğin veya kötülüğün cezasını görürsün.
Bu böyle olur ama asıl hüküm
değişmez.
Gevezenin biri:
“ Biz Tanrı’nın saadetinden
mahrum olan şakinin (Şikâyetçi, mutsuz) ahret saadetine
kavuşmuş bulunan said (Uğurlu, mutlu) ve saidin
de şaki olduğunu görüyoruz” dedi.
(Mevlana Hazretleri) Buyurdu ki:
Eh! Olabilir.O şaki (Şikâyetçi, mutsuz), iyilik yaptığından said (Uğurlu, mutlu), o said (Uğurlu, mutlu) de kötülük işlediğinden yahut kötü şeyler düşündüğünden dolayı şaki (Şikâyetçi, mutsuz) olmuştur.
Mesela İblis:
“ Beni
ateşten yarattın da onu çamurdan yarattın” diye Âdem’in yaradılışı
hakkında itirazda bulunduğundan, meleklerin hocası iken, ebedi olarak Tanrı’nın
lanetine uğradı ve bizim huzurumuzdan kovuldu.
Biz de diyoruz ki:
Evet, iyiliğin
karşılığı iyilik, kötülüğün cezası kötülüktür.
Biri:
“ Bir kimse, bir gün oruç
tutarım diye adadı.Eğer bu adağını yerine getirmezse bunun kefareti (Karşılığı) var mıdır, yok mudur?” diye sordu.
(Mevlana Hazretleri) Buyurdu ki:
Şafii mezhebi bilginlerinin
sözüne göre, kefaret (Karşılığı) vardır.Çünkü o kimse adağı, yenin olarak kabul eder ve her kim yeminini tutmazsa, onun üzerine kefaret (Karşılığı) vaciptir (Mecbur).
Fakat Ebu Hanife için adak,
yemin manasına değildir.
İşte bunun için kefaret
(Karşılığı) lazım olmaz.
Adak iki şekildedir:
Biri mutlak (Kesin), diğeri
mukayyettir (Şarta bağlı).
Mutlak:
Bir gün oruç tutmalıyım!
Sözüdür.
Mukayyet (Şarta bağlı) ise:
Falan gelirse bir gün oruç
tutmalıyım! Kaydıdır.
Hikâye:
Bir adam eşeğini kaybetmişti.Onu bulmak niyetiyle üç gün oruç tuttu ve üç gün sonra eşeğini ölü olarak buldu.
Çok üzüldü ve bu üzüntü
içinde yüzünü göğe doğru çevirip:
Eğer bu tuttuğum üç gün oruç
yerine, ramazanda altı gün yemezsem insan değilim.
Sen mi benim eşeğimi alır
götürürsün? Dedi.
(Biri):
Ettehiyat, Salâvat ve
Tayyibat’ın manası nedir diye sordu?”
(Mevlana Hazretleri) Buyurdu ki:
Yani bu, Hakk’a tapmak,
kulluk etmek, O’nu gözetmek bizden hâsıl
olmuyor, fakat biz onsuz da olmuyoruz.
Öyleyse gerçekte Tayyibat, Salâvat,
Ettehiyat bizden olmayıp Tanrı’dandır, O’na
hastır, demektir.
Mesela bahar mevsiminde
insanlar ziraatla uğraşırlar, kırlara çıkar, yolculuk eder, yapılar yaparlar.
Bütün bunlar baharın bağışı
ve vergisidir.
Yoksa hepsi, oldukları gibi
evlerinde, kovuklarında mahpus kalırlardı.
O halde gerçekten bu ekip
biçmeler, gezmeler ve yiyip içmelerin hepsi bahardandır.
Bahar o insanların
velinimetidir.
Buna rağmen insanların gözü yine sebeplerdedir.
Bütün işleri sebeplerden
bilirler.
Fakat velilere sebeplerin, sebebi yaratanı bilmelerine ve görmelerine engel
olan birer perdeden başka bir şey olmadığı keşif olunmuştur.
Mesela bir kimse perde
arkasında konuştuğu zaman perdenin konuştuğu zannederler ve onun sadece bir
örtü olduğunu, bir şey yapamadığını bilmezler.
Ancak adam perdenin
arkasından çıkınca, onun arada bir bahane olduğunu anlarlar.
Tanrı’nın velileri sebeplerin
dışında bulunan, zahir (Belli) olmuş ve yapılmış olan birçok işleri görmüşlerdir.
Mesela dağdan deve çıkmış,
Musa’nın asası ejderha olmuş, kaskatı bir taştan on iki tane çeşme akmış, bunun
gibi Mustafa (Tanrı’nın salât ve selamı üzerine olsun) da ayı aletsiz olarak,
bir işaretle ikiye bölmüş ve Âdem (Selem onun üzerine olsun) annesiz ve babasız
olarak dünyaya gelmişti.
İbrahim (Ona selam olsun)
için ateşten güller ve güllükler bitmişti
Daha bunlar gibi sonsuz
misaller verilebilir.
İşte bu yüzden veliler
bunları görünce, sebeplerin arada bahane olduğunu,
hakikatte işi başkasının yaptığını, sebeplerin sadece avamın bununla meşgul
olmaları için, o işleri yapanın görünmesine engel olan perdeden başka bir şey
olmadığını anlarlardı.
Ulu Tanrı Zekeriya’ya (Ona
selem olsun):
“ Sana çocuk vereceğim” diye
vaat etti.
O.
“ Ben ve karım çok yaşlıyız.Karım artık çocuk yapamayacak bir durumda.
Ey benim Tanrım böyle bir kadından nasıl çocuk meydana gelir?
(Al-i İmran suresi 40) diye sızladı.
Ona:
“ Ey Zekeriya sakın, ipin
ucunu kaybettin!Ben sana yüz bin kere sebepler dışındaki işleri gösterdiğim halde, sen unuttun ve hala sebeplerin bahaneler olduğunu bilmiyor musun?
Şu anda ben, gözünün önünde
senden kadın ve hamilelik olmadan yüz bin çocuk dünyaya getirebilirim
Buna gücüm yeter.
Hatta bir işaret etsem,
dünyada olgun, yetişkin ve bilgin insanlar meydana gelir.
Ben ruhlar âleminde seni
anasız babasız yaratmadım mı?
Sen var olmadan önce de
üzerinde lütuf ve inayetim (İyiliklerim, bağışlarım) yok muydu?Bunları niçin unutuyorsun?” karşılığını verdi.
Nebilerin, velilerin iyi ve
kötü bütün yaratıkların durumları derece ve cevherlerine göre şöyledir:
Mesela kâfirlerin
ülkelerinden Müslüman vilayetlerine köleler getirilip satarlar.
Bunların bazısını beş,
bazısını on ve on beş yaşında getirirler.
Küçük bir çocukken
getirilenler, uzun yıllar Müslümanlar arasında büyütülür, terbiye edilir ve
yaşlanırsa, kendi yurtlarının durumunu tamamen unuturlar ve akıllarında oraya
ait hiçbir şey kalmaz.
Getirdikleri zaman yaşı biraz
daha büyük olursa, az bir şey hatırlar.
Adamakıllı büyükken
getirilmişse daha çok şey aklında kalır.
İşte ruhlar da o âlemde
Tanrı’nın huzurunda böyle idiler.
(Mesela onlara) Tanrı:
“ Ben sizin Tanrı’nız değil miyim? “ demiş.
Onlar da: “ Evet” cevabını
vermişlerdir.
(Bunların) yiyecekleri,
giyecekleri Tanrı’nın harfsiz ve sessiz olan kelamıydı.
Bazıları vardı ki bunlar
çocukken getirdiklerinden bu kelamı duyunca, o ahvali hatırlayamazlar ve
kendilerini o kelama yabancı bulunur.
Bunlar tamamıyla küfür ve
dalalete gark olmuş, ruhları perdelenmiş olanlar güruhudur (Değersiz insan topluluğu).
Bazıları ise, (O âlemi)
birazcık hatırlarlar, o tarafın kaynaşması, havası onlarda ara sıra kendisini
gösterir ki bunlar Müminlerdir.
Bazıları da vardır ki o
kelamı işittikleri zaman, o hal nazarlarında aynen eskiden olduğu gibi, belirir
ve perdeler tamamen aradan kalkmış olup, tekrar o âleme kavuşurlar.
İşte bunlar veliler ve
nebilerdir.
Ben Yarana:
“ İçinizde
mana gelinleri yüz gösterip, sırlar açıklayınca sakın ha!Yabancılara bunu söylemeyin, anlatmayın ve bizim sözümüzü de herkese demeyin”
Diye vasiyet ediyorum.
“ Çünkü
hikmeti ehli olmayana vermeyin, bunu yaparsanız o hikmete zulmetmiş olursunuz.
Onu ehlinden de nen
etmeyin, o zaman da onlara kötülük etmiş olursunuz.”
(Hadis)
Senin eline bir güzel veya
bir sevgili geçse ve:
“ Beni kimseye gösterme, ben
seninim” diye evine gizlense, sen onu pazarlarda dolaştırıp:
“ Gel de şu güzele bak!” diye
herkese gösterirsen doğru olur mu?
Yakışık alır mı?
Esasen bu, sevgilinin de
hiçbir zaman hoşuna gitmez.
Senden nefret edip, onlara
gider.Yüce Tanrı bu sözleri onlara haram etmiştir.
Cehennemdekiler cennetliklere:
“ Ulu Tanrı’nın size vermiş olduğu yiyeceklerden ve bağışlamış olduğu şeylerden sadaka verin.
Ve biz kulların gönlünü almak için bir şeyler bağışlayın.
Toprağın, cömertlerin kâsesinin artığından nasibi vardır(Mısra)
Biz ateş içinde
yanıyoruz, eriyoruz, o meyvelerden bize biraz (Verseniz) veya cennetin o tatlı
suyundan birazcık canımıza serpseniz ne olur sanki?
(Araf suresi 50) dediler.
Cennettekiler:
“ Tanrı
bunu size haram etmiştir.Bu nimetin tohumu öbür dünyada idi, siz bunu orada ekmediniz, çalışmadınız.
Bu tohum, doğruluk,
iman ve iyi işlerdi.
Şu halde burada ne
toplayacaksınız?
Eğer biz onu lütfen
size saçarsak, Tanrı bunu size haram etmiş olduğundan, boğazınızı yakar,
gırtlağınıza takılır kalır, aşağı inmez.
Kesenize koysanız
keseniz yırtılır, o da yere düşer.”
Karşılığını verdiler.
Mustafa’nın (Tanrı’nın salât
ve selamı üzerine olsun) huzuruna iki yülü adamlardan ve yabancılardan bir
gurup geldi.
Peygamber ashaba (Yakınlar)
dinin sırlarını anlatıyor, eshab (Yakınlar) da Mustafa’nın methiyle meşgul
oluyorlardı.
Peygamber ashabına
(Yakınlarına) işaret ederek:
“ Kaplarınızın
ağızlarını kapayınız”(Hadis) buyurdu.
Bu testilerin, kâselerin,
tencerelerin ve küplerin ağızlarını kapatınız, kapalı tutunuz.
Çünkü pis ve zehirli
hayvanlar vardır, Allah esirgesin!
Bunlar testilerinize
düşmesinler, siz bilmeden ondan su içersiniz, o zaman size zararı dokunur.
(Mevlana Hazretleri onlara bu şekilde:
“ Yabancılardan
hikmeti gizleyiniz, onların önünde dilinizi tutunuz, ağzınızı kapatınız.Çünkü onlar faredir.
Bu hikmete layık değillerdir,” buyurmuştur.
(Mevlana Hazretleri) Yine buyurdu ki:
O, bizim yanımızdan giden
Emir, sözümüzü anlamamakla beraber, kendisini şöyle böyle Hakk’a davet
ettiğimizi biliyordu.
(Biz de) onun yalvarışını,
tasdik yerine başını sallamasını, aşk ve sevgisini, (Söylediğimizi) anladığının
alameti olarak kabul edelim.
Mesela bu, şehre gelince ezan
sesi duyan köylü, ezanın manasını etraflıca bilmese de, bununla ne demek
istendiğini anlar.
***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİMaarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA
***
Neler öğrendik:
1.
Bütün işaretlerin
bir Tanrı’da birleşmek ve insanlar olarak bir araya gelmek için uğraşmamız
lazım geldiğini öğrendik.
2.
Sözü görünüş
doğrularsa inanç oluşacağını öğrendik.
3.
Dinin özel
bilgilerinin yabancılara açıklanmaması gerektiğini öğrendik.
*
RAVLİ