24 Ocak 2013 Perşembe

FİHİ MAFİH 16. FASIL

Buyurdu ki:
Sevilen kimse güzeldir.
Bunun aksi olamaz.
Yani, her güzel sevilmez, her güzelin sevilmesi lazım gelmez.

Güzellik, sevilmiş olmanın, sevimliliğin bir cüz’üdür (Parçası).
Sevimli olmak asıldır.
O olunca güzellik elbette olur.

Bir şeyin Cüz’ü, küllünden (Parça ait olduğu bütünden) ayrı olamaz ve her zaman cüz, külli ile bir arada bulunur.

Mecnun zamanında da güzeller vardı ve onlar Leyla’dan daha güzeldi.
Fakat Mecnun bunlara sevgi göstermemişti.

Ona: “ Leyla’dan daha güzelleri var, sana bunları getirelim” dediler.
O: “ Ben Leyla’yı dış güzelliği ve görünüşü bakımından sevmiyorum.

O görünüşten ibaret değildir.
Leyla benim elimde bir kadeh gibidir.

Ben o kadehten şarap içiyorum ve bu şaraba aşığım.
Sizin gözünüz sadece kadehte, içindeki şaraptan haberiniz yoktur.” Dedi.

Bana eğer mücevherlerle süslü, altın bir kadeh verseler, fakat içinde sirke veya şaraptan başka bir şey bulunsa, bu benim ne işime yarar?

Hâlbuki içinde şarap bulunan eski, kırık bir kabak, benim için o kadehten ve bunun gibi yüzlerce kadehten daha iyidir.

Şarabı, kadehten anlamak için aşk ve şevk (Şiddetli arzu, keyif, neşe, sevinç) lazımdır.

Mesela, on gündür bir şey yememiş bir açla, günde beş öğün yemek yiyen bir tok, her ikisi de ekmeğe bakarlar, tok olan ekmeğin dışını şeklini, aç ise canını, özünü görür.

Çünkü bu ekmek kadeh, onun tadı ise kadehteki şarap gibidir.
Bu şarap iştah ve şevk gözüyle görülebilir.

Bunun için sen de kendinde şevk (Şiddetli arzu, keyif, neşe, sevinç) ve iştah hâsıl et ki, sadece dışı gören bir insan olmayıp Kevn ü mekânda (Dünyada) her zaman sevgiliyi göresin.

Bu insanların sureti kadehlere benzer ve bu bilgiler, ilimler de o kadehin üzerindeki resimler, nakışlar gibidir.

Kadeh kırılınca bu şekillerin ve resimlerin kalmadığını görmüyor musun?
O halde değer, kadeh gibi olan vücutlardaki şaraptadır (İçteki değer) ve bu şarabı içen kimse (Ebedi hayatı içine alan) kalan iyi şeyler olduğunu görür.
(Kehf suresi 61-64)

Soru soranın iki girişi düşünmesi lazım gelir.
Biri, şunu kesin olarak bilmeli ve demelidir ki:

Ben bu söylediğim şeyde yanıldım.
Bu benim bildiğimden başka bir şey daha vardır.

İkincisi, bundan iyi ve bundan üstün olan ve bilinmeye değen bir söz ve hikmet (Kontrol) vardır, fakat ben bunları bilmiyordum, şimdi öğrendim (Demelidir).

Soru sormak bilginin yarısıdır, sözünü bunun için söylediklerini öğrenmiş olduk.

Herkes bir kimseye yüzünü çevirmiştir ve herkesin istediği Hakk’tır.
Bu ümitle ömürlerini harcarlar.

Fakat bu arada kime isabet ettiğini ve kimin yüzünde padişahın Çevgeninin izi bulunduğunu bilmesi (Allah’ın yönlendirdiğini, bu yöne ittiğini gösteren) için bir ayırıcı lazımdır ki o, bir diyici ve birleyici (Allahın birliğine inanan) olsun.

Böyle bir insan, suda boğulmuştur ve su onda tasarruf edip (sahip olup), onun su üzerinde bir tasarrufu (Sahip olması) yoktur.

Yüzücü ile boğulan bir kimsenin her ikisi de sudadır.
Fakat boğulanı su götürür ve yüzücüyü kendi gücü, kuvveti taşır, kendi ihtiyarı (Seçimi) ile hareket eder.

İşte bunun için suya batmış olan bir kimsenin her yaptığı iş ve söylediği her söz, kendinden olmayıp sudandır.
O arada bahanedir.

Mesela duvardan bir ses geldiğini işitirsen, bunu duvarın söylemediğini bilirsin.

Duvarın arkasına gizlenmiş olan biri, sanki duvar konuşuyormuş gibi gösteriyor.

Evliya da aynen böyledir.
Onlar ölmeden önce ölmüşler, duvar ve kapı hükmü almışlardır.
Kendilerinde varlıklarından kıl ucu kadar bir şey kalmamıştır.

Tanrı’nın kudreti elinde bir siper (Kalkan) gibidirler.
Siperin hareket etmesi, kendiliğinden değildir.

İşte Ene’l Hak (Ben Allah’ım) sözünün manası bu olmalıdır.

Siper:
Ben arada yoğum, hareket Tanrı’nın eliyle hâsıl(Ortaya çıkıyor) oluyor” diyor.

Bu siperi Hak olarak görünüz ve Tanrı ile pençeleşmeyiniz (Savaşmayın, dövüşmeyin).

Çünkü böyle bir siperi yaralamak isteyenler, gerçekte Tanrı ile dövüşmüş ve kendilerini O’na vurmuş olurlar (Allah’ın öfkesini harekete geçirirler).

Âdem zamanından şimdiye kadar, onların başına neler geldiğini duymuşsunuzdur.

Firavun, Şeddad, Nemrud ve Âd kavmi, Lût ve Semud vesairenin başına neler geldi?

Bu siperler itaat ve ibadet eden ile baş kaldırıp karşı koyandan, düşmanın evliyadan ayırt edilebilmesi için her devirde kaimdirler (Geçerli, etkili).

Bazısı veli, bazısı nebi suretinde görünürler.
İşte bunun için her veli halkın hüccetidir (Delili, şahidi, senedi).

Halkın yeri ve derecesi, ona olan bağlılığı, ilgisi ölçüsünde olur, düşmanlık ederlerse Tanrı’ya etmiş, dostlukta bulunurlarsa Tanrı ile dost olmuş olurlar.

Onu gören beni görmüştür.
Ona kasteden bana kastetmiştir.
 (K.K.)Buyrulduğu gibi.

Tanrı’nın (has) kulları Tanrı’nın hareminin mahremidirler.
Tıpkı hadımlar gibi.

Tanrı bu hadımların bütün şehvet ve varlık damarlarını, kötülük etme köklerini tamamen kesmiş ve temizlemiştir.

Böylece o hadımlar dünyanın mahdumu (Oğlu) ve o köleler, dünyanın efendisi, sırların mahremi (Kendisine sır söylenen) olurlar.

Kuran’da:
Ona ancak temiz olanlar dokunabilir
(Vakıa suresi 79) buyrulmuştur.

(Mevlana) Buyurdu ki:
Eğer o, arkasını büyüklerin türbesine karşı çevirmişse, bunu onları inkâr etmiş olduğu yahut bilmediği için yapmamıştır, yüzünü onların ruhuna doğru çevirmiştir de ondan.

Bizim ağzımızdan çıkan bu söz onların canıdır.
Eğer gövdeye arkalarını dönüp, ruha yüzlerini çevirirlerse bunun ne zararı var?

Benim bir huyum var, kimsenin benden incinmesini istemiyorum.

Sema ederken bazı kimseler bana çarpıyor ve yarandan bazısı, onların bu hareketine mani oluyorlar, işte bu benim hiç hoşuma gitmiyor ve yüz kere:

“ Benim yüzümden hiç kimseye bir şey demeyin!” dedim.
Ben buna razıyım, yanıma gelen yaranın sıkılmaması, üzülmemesi için o kadar gönül almaya çalışıyorum ve onları meşgul etmek, oyalamak için şiir söylüyorum.

Yoksa ben nerede, şiir söylemek nerede!
Vallahi ben şiirden bıktım, usandım ve benim indimde bundan daha kötü bir şey yoktur.

Mesela bir adam, misafirinin canı işkembe çorbası istediği ve bu onun iştahını açacağı için, eline pislikli bir işkembeyi almış karıştırıp duruyor.

Benim için de başkaları arzu ettiğinden dolayı onunla alakadar olmak lazım geldi.

Mesela yine bir adam falan şehrin ahalisine ne gibi bir kumaş lazımdır, onlar nasıl kumaş alırlar?

Diye baktıktan sonra, hatta bu malların en aşağısı, en bayağısı da olsa, yine o kumaştan alıp satarlar.

Fazıllar((Erdemli), muhakkikler (Soruşturarak gerçeği arayıp meydana çıkaranlar), akıllı, uzak görüşlü ve derin düşünceli insanlar yanıma geldikleri zaman onlara gerçek, nadir, nefis ve ince şeylerden bahsetmek için, ilimler öğrendim, zahmetler çektim.

Ulu Tanrı’nın kendisi de böyle istedi.
Bütün o bilgileri burada topladı ve o zahmetleri buraya getirdi.

Böylece beni bu işlerle uğraşmak zahmetine de burada soktu.
Fakat ne yapalım ki bizim yurdumuzda ve bizim milletimiz arasında insanı şairlikten daha çok utandıracak bir iş yoktur.

Eğer biz, o memlekette kalmış olsaydık, oradakilerin huylarına, yaratılışlarına uygun bir halde yaşar ve ders vermek, kitap yazmak, vaaz etmek ve züht-ü takvada (Her türlü zevke karşı koyarak kendini ibadete vermek, Allah korkusuyla dinin yasak ettiği şeylerden kaçınmak) etmek bulunmak, zahiri (Görünen) şeylerle meşgul olmak gibi, onların istediği şeylerle uğraşırdık.

Emir Pervane bana:
“ Asıl olan amel’dir” dedi
(Amel: Allah emirlerini bağlılıkla, doğrulukla, inanmakla yerine getirmek)

Ben de ona dedim ki:
Nerede amel ehli, hani amel isteyen?
Gelsin de ona ameli göstereyim.

Sen şimdi söz istiyorsun ve bir şey duymak için kulak kesilmişsin, eğer söylemeyecek olursam üzüleceksin.

Amel iste biz de sana gösterelim.
Bu dünyada ameli gösterebileceğimiz bir mert istiyoruz.

Amel’e müşteri bulamayıp, söze bulduğumuzdan, sözle meşgulüz.
Sen amel’den ne anlarsın?
Çünkü amil (Amel eden) değilsin

Amel amel edenle, ilim ilimle anlaşılır, suret suretle, mana da mana ile bilinir.

Sen bu yolun yolcusu olmadığından ve (İçini doldurmamış) boş bulunduğundan, biz yolda ve amelde olsak da bunu nasıl göreceksin?

Bu amel namaz ve oruç mudur?
Bunlar amelin suretidir (Görünen tarafı).
O, içteki manadır.

Âdem zamanından Mustafa’nın (Tanrı’nın selam ve salâtı üzerine olsun) zamanına kadar, namaz ve oruç bu şekilde değildi.

Fakat amel vardı, o halde bu suret, amel olur mu?
Amel insandaki manadır.

Mesela sen:
“ İlaç tesirini gösterdi /Amel etti)” dediğin zaman, orada amelin sureti yoktur.
O ancak ondaki manadır.

Şu adam falan şehrin âmilidir (vali), dedikleri vakit suretten bir şey görmezler, fakat onunla ilgili olan işler vasıtasıyla, ona âmil (Bilgisiyle o işi yapan) derler.

Öyleyse amel, halkın bundan anlamış olduğu şey değildir.
Onlar amel’in bu görünen şey olduğunu sanırlar.

İçi, dışı bir olmayan bir adam amel’in görünüşü yerine getirirse, bunun ona hiç faydası olur mu? (Olmaz)

Çünkü onda bağlılık, doğruluk ve inanmanın manası yoktur.
Her şeyin aslı sözdür.

Senin sözden haberin yok, hem de bunu küçümsüyorsun.
Söz, amel ağacının meyvesidir.
Çünkü o (Söz) amelden doğar.

Ulu Tanrı âlemi sözle yarattı ve “Ol deyince o da olur”.
(Yasin suresi 82)

İman kalptedir.
Fakat onu sözle ifade etmezsen faydası olmaz.
Namaz da fiildir.
Eğer Kuran okumazsan, o namazın sahih olmaz.

(Sahih: Gerçek, doğru, katışıksız, kusursuz, ayıpsız olmak)

Sen şimdi sözün itibarı yoktur, demekle bu sözle, aksini söylemiş oluyorsun.

Çünkü mademki sözün değeri yoktur, biz bu söz muteber (İnanılır, güvenilir) değildir, sözünü duyduğumuz zaman sen bunu da sözle söylemiyor musun?

Biri:
“ Biz hayır işlediğimiz iyi ve doğru işler yaptığımız için, eğer Tanrı’dan bir karşılık ve iyilik umarsak bunun bize bir zararı olur mu olmaz mı?” Diye sordu.

Mevlana buyurdu ki:
Vallahi ümitli ve imanlı olmak lazımdır.
İşte korku ve ümit (Havf-ü reca) de budur.

Biri benden:
“ Ümit güzel, hoş bir şey, fakat korku ne oluyor?” Diye sordu.

Ona cevap olarak dedim ki:
Bana korkusuz bir ümit yahut ümitsiz bir korku göstersene!

Bunlar birbirinden ayrı olmadığı halde böyle bir şeyi nasıl soruyorsun?
Mesela biri buğday ekerse, elbette buğday biteceğini ümit eder,  fakat yine de Allah esirgesin!

Bir afet, bir engel çıkıp (Zarar vermesin).” Diye, içinde bir korku da vardır.
Bununla anlaşılmış oldu ki korkusuz ümit yoktur.
Ümitsiz bir korku yahut korkusuz bir ümit asla tasavvur olunamaz.

(İnsan) ümitli olur da karşılık ve ihsan beklemezse, o işte mutlak surette, daha hararetli olur, daha ciddi davranır.

Ümit, beklemek onun kanadıdır, kanatları ne kadar kuvvetli ve sağlam olursa, o kadar yükseklere uçabilir.

Eğer ümidi olmazsa tembelleşir, kendisinden bir hayır beklenmediği gibi, kullukta da bulunamaz.

Mesela bir hasta acı ilaçları içer ve birçok tatlı şeyleri terk eder.
Eğer onun sağlığa kavuşmak ümidi olmasaydı, buna nasıl tahammül ederdi?

İnsan konuşan bir hayvandır.
İnsan, hayvanlıktan ve söz söylemekten mürekkeptir (iki veya daha çok birleşmesinden meydana gelen).

Hayvanlık onda daimidir, ayrılmaz.
Söz de böyledir, her zaman onda mevcuttur.

İnsan görünüşte bir söz söylemezse de içinden konuşur, her zaman konuşkandır.

Tıpkı çamur karışmış bir seylâp (Sel suyu) gibidir.
Bu seylâb’ın temiz olan suyu onun sözü (Nutku), o çamur da hayvanlık tarafıdır.

Fakat bu çamur onda ârızidir (Gelip geçici).

Görmüyor musun insanların çamurları ve kalıpları gitmiş, çürümüş bir eser kalmamış olduğu halde, onların iyi kötü (Bütün) sözleri, hikâyeleri ve bilgileri kalmıştır.

Gönül ehli (Olan insan) bir küldür (Bütündür).
Sen onu görünce, hepsini görmüş olursun.

Çünkü avın hepsi, yaban merkebinin içindedir, derler.
Dünyadaki bütün yaratıklar onun cüz’leridir (Tümün parçaları) ve o küldür (Tümdür).

Beyit:
Bütün iyi ve kötü şeyler, dervişin cüz’üdür.(Böyle olmazsa)
O, derviş, değildir.

İşte kesin olarak, o küllü (Tümü) gördüğünden, bütün âlemi ve ondan sonra her kimi görürsen, onu tekrar görmüş olursun.

Onların sözü, bu küllün (Tümden gelen) sözleri içinde bulunmaktadır ve onların sözünü işittiğin için, bundan sonra işiteceğin her söz, tekrardan ibaret olur.

Beyit:
Kim onu bir yerde görürse,
Sanki her insanı ve her yeri görmüş olur.

Şiir:
Ey Tanrı’nın kitabının nüshası olan sen!
Ve ey Şahlığın Cemalinin aynası olan sen!

Alemde senin dışında olan bir şey yoktur..
Her istediğini kendinden iste (Ara)

Çünkü her şey sensin.

                     ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Güzelliğin bir çekiciliği olduğunu, sevimliliğin de ayrı bir çekicilik olduğunu öğrendik.

2.   Güzelliğin sevimlilikten geldiğini öğrendik.

3.   Açlıkla (Gereksinim duyma) bakanın canı özü gördüğünü öğrendik.

4.   Toklukla (Doymuş) bakanın dışa ve şekle baktığını öğrendik.

5.    Ebedi hayatı vereni bulup, içyüzünü öğrenerek içimizde yer etmesini sağlamamız gerektiğini öğrendik.

6.   Şarap diyerek, şarap üzerinden anlatılanın kişiye zevk ve sarhoşluk vermesini anlatmak için şarap dendiğini öğrendik.

7.   Soru sorma bilmediğimiz bir şey olmalıdır.

8.   Başkasını imtihan etmek için sorduğumuz sorudan bile öğreneceğimiz çok şeyler olduğunu öğrendik.

9.   Soru bizim ne seviyede olduğumuzu gösterdiğinden düşünerek soru sormamız lazım geldiğini öğrendik.

10.                  Allah’ın birliğine inanan, bunun izlerini taşıyan, karışıklığı ayırmasını bilen, doğruyu olduğu gibi söyleyen birine öğrenmek için soru sorulması lazım geldiğini öğrendik.

11.                  Allah’ın rahmetine batmış bir kişinin sözlerinin kendi sözü olmayıp o rahmetin yani Allah yardımından gelen sözler olduğunu öğrendik.

12.                  Evliyaların vücudunun bir duvar ve kapı olduğunu, o söylüyormuş gibi Allah’ın ondan seslendiğini, o kapıdan İlahi âleme giriş yapıldığını öğrendik.

13.                  Evliya ile uğramanın, dövüşmenin, savaşmanın aslında Allah’la yapmak olduğunu sonucuna katlanmaları gerektiğini öğrendik.

14.                  Herkesin farklı istekleri olduğunu, büyüklerin bu istekleri onlar için yaptıklarını öğrendik.

15.                  Allah’ın emirlerini yalnız görünenler olarak kısıtlı tutmamamız, başkasının da görmeyeceği emirleri de yerine getirmemiz gerektiğini öğrendik.

16.                  Gerçek, doğru, katışıksız, kusursuz, ayıpsız olarak Allah’ın emirlerini yerine getirmek için çalışmamız gerektiğini öğrendik.

17.                  Sözün değerini bilmemiz gerektiğini öğrendik.

18.                  Hayvanlık ve sözün insanda daima bulunduğunu öğrendik.

19.                  Dervişin tümden gelen sözleri söylediğini, sözü ne tarafa götürürsek götürelim tüme gideceğini, bütünlüğünü koruyacağını öğrendik.

İşte böyle yaren,

Allah’ın bizi mükemmel olarak yarattığının farkına varmalıyız.
Allah’ın yüz aynası olmamız için çalışmamız, kendimizden istememiz, kendimizde aramamız gerekiyor, çünkü aradığımız istediğimiz her ne ise bizde olduğunu, görünür hale getirmemiz gerektiğini öğrendik, anladık.

                                      *
RAVLİ

 

Popüler Yayınlar