28 Ocak 2013 Pazartesi

FİHİ MAFİH 21. FASIL

Şerif-i Pay–Suhte (Ayağı yanık Şerif) der ki:
O mukaddes olan ve nimetler bağışlayan (Tanrı) dünyadan müstağnidir (İhtiyacı yok), hepsinin canıdır, fakat kendisi candan müstağnidir (İhtiyacı yok). 

Senin vehminin ( Sıkıntı, yersiz korku, şüphe, tereddüt) ihata (Kavrayan, kuşatan) ettiği her şey onun kıble (Tarafı) yönüdür.
O ise (Yönden) müstağnidir (İhtiyacı yok).

Bu söz çok saçma!
Ne padişahı ve ne de kendini övmektir.

Ey sersem adam!
O senden müstağni (İhtiyacı yok) olunca bundan ne zevk alıyorsun.

Bu, dostların değil düşmanların hitabıdır.
Çünkü düşman:

“ Ben senden müstağniyim (İhtiyacı yok) , sana muhtaç değilim” der.
Sen şimdi ateşli bir âşık olan şu Müslüman’a bak!

Zevk halinde sevgilisinin kendisinden müstağni (İhtiyacı yok) olduğunu söylüyor.

Bu tıpkı şuna benzer:
Mesela bir külhancı (Şehir hamamının suyunu ısıtan) külhana oturup:

“ Sultan benden müstağnidir (İhtiyacı yok), bana ihtiyacı yoktur ve bütün külhancılardan vazgeçmiştir” derse ve padişah kendisinden vaz geçmiş olursa, acaba bunun külhancı için zevki neresinde?

Evet, külhancı eğer:
“ Ben külhanın damındaydım.
Sultan geçiyordu.
Kendisini selamladım.

Bana pek çok baktı, yanımdan geçtiği halde yine bakıyordu” derse bu gerçekten zevkli bir sözdür, fakat padişah külhancılardan vazgeçmiştir, demek ne biçim padişahı övmektir ve külhancı için bunun ne zevki olur?

Senin vehminin (Sıkıntı, yersiz korku, şüphe, tereddüt) kavrayamadığı her şey…

Ey sersem herif, senin gibi bir adamın vehminden (Sıkıntı, yersiz korku, şüphe, tereddüt), afyondan (Uyuşukluk verme) başka ne geçer!

Senin vehminle (Sıkıntı, yersiz korku, şüphe, tereddüt), hayalinle herkesin ne alakası var!

Eğer sen kendi vehminden (Sıkıntı, yersiz korku, şüphe, tereddüt) onlara bahsedecek olursan bundan sıkılıp kaçarlar.

Vehim nedir ki Tanrı ondan müstağni (İhtiyacı yok) kalmasın?
İstiğna ayeti bizzat kâfirler hakkında inmiştir.

Hâşâ (Olmaz öyle şey) ki bu hitap müminler için olsun!
Onun istiğnası (Aza kanaat etme, tok gözlülük) sabit olmuştur.

Yalnız eğer sende değerli bir hal varsa, o zaman senin aziz ve şanlı oluşundan dolayı, senden müstağni (İhtiyacı yok) olması ayrı bir mesele…

Şeyh-i Mahalle:
“ Önce görmek, sonra işitip söylemek (Gelir).
Mesela herkes sultanı görür, fakat onunla konuşan ancak, onun has adamıdır.
“ diyordu.

Mevlana buyurdu ki:
Bu yanlış, saçma ve talihsizliktir.

Çünkü Musa (Selam ona olsun) önce konuştu, işitti, sonra Tanrı’nın Didarına (Yüzüne) talip oldu.

Söz söylemek makamı Musa’nın, görmek makamı ise Muhammed’indir.
O halde bu söz nasıl doğru olabilir ve nasıl olur? Dedi.

Buyurdu ki:
Biri Mevlana Şemseddin Tebrizi’nin (Tanrı onun ruhunu takdis etsin) yanında:
“ Ben kesin bir delille Tanrı’nın varlığını ispat ettim” dedi.

Ertesi sabah Mevlana Şemseddin buyurdu ki:
Dün gece melekler gelmiş:

“ Allah ona ömür versin!
Bu dünyadakiler hakkında kusur etmedi ve Tanrı’ya şükürler olsun ki bizim Tanrı’mızı ispat etti” diye o adama dua ediyorlardı.

Ey zavallı adamcağız, Tanrı’nın varlığı sabittir buna delil istemez.
Eğer bir iş yapmak istiyorsan, kendini derecen ve makamınla onun önünde ispat et.

Yoksa O delilsiz olarak sabittir.
Hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ederek şanını tenzih (Her türlü eksik ve noksandan uzak) etmesin
(İsra suresi 44) bunda şüphe yoktur.

Fakihler (Mollalar) akıllıdır ve kendi fenlerinde her şeyi yüzde yüz görürler.
Fakat bunlarla o âlem arasına Yecuzu (Caiz “ Uygundur) Lâyecuz (Caizdeğildir ‘Uygun değildir’) kaydında bulunduklarından, bir duvar çekmişlerdir.

Eğer bu duvar onlara perde vazifesini görmezse, onlar hiç okuyup öğrenemezler ve bütün bu işleri de yüz üstü kalır.

Büyük Mevlana (Tanrı onun aziz olan ruhunu takdis etsin) bunun benzerini buyurmuştur:

O Alem deniz gibidir.
Bu dünya köpüğe benzer.

Aziz ve Yüce olan Tanrı bu köpük parçasını bayındır kılmak istediğinden birçok insanların arkalarını denize çevirmiştir.

Onlar eğer bununla meşgul olmazlarsa birbirini yok ederler.
Bu yüzden o köpük parçası da yıkılır, harap olur.

O halde bu, padişah için kurulan bir çadırdır.
Bir milleti, bir çadırı onarıp yapmak için meşgul ederler.

Biri der ki:
“Eğer bu ipi takmasaydım çadır dik durur muydu?”

Öbürü:
“Eğer çivi (Kazık)yapmasaydım ipleri nereye bağlarlardı?”

Böylece herkes bilir ki bunların hepsi o şahın kölesidir ve bunlar da çadır da oturup sevgililerini seyredeceklerdir.

Eğer çuhacı vezirlik için, çuhacılığı bırakırsa bütün dünya çırçıplak kalır.
İşte bunun için ona işine karşı öyle bir zevk bağışlamışlardır ki o, bu zevkle her şeye razı olur ve sevinç duyar.

Şu halde o ulusu, bu bir köpük parçası gibi olan dünyaya düzen vermek âlemi de velinin nizamı için yaratmışlardır.

Ne mutlu o kimseye ki âlemi onun işlerini nizama koymak için var etmişlerdir!
Yoksa âleme düzen vermek için yaratılmış olanlara değil.

Aziz ve Celil olan Tanrı her birine işinde bir sevinç ve zevk bağışlar.
Çünkü o adamın yüz yıllık ömrü olsa, aynı işi yaptığı halde, işine karşı duyduğu aşk daha çok artar ve kendisine işinin incelikleri ilham oldukça, bundan daha büyük bir zevk ve tad alır.

Hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ederek şanını tenzih etmesin
(İsra suresi 44)

İpi yapanın ayrı, çadır direğini yapan marangozun ayrı, kazık yapanın ayrı, çadır bezini dokuyan dokumacının ayrı ve çadırda oturup eğlenen, içen velilerin ise ayrı bir tespihi vardır.

İşte bu topluluk bizim yanımıza geliyor.
Eğer susacak olursak incinirler.

Bir şey söylesek, onlara göre söylemek lazım geldiğinden, o zaman biz inciniriz.

Çünkü gidip:
“ Bizden sıkıldı, usandı ve bizden kaçıyor” diye dedikodu ederler.
Odun tencereden nasıl kaçar?
Kaçsa - kaçsa tencere kaçar.

Çünkü ateşe dayanamaz.
Odunun ve ateşin kaçması kaçma değildir.
Belki onun zayıf olduğunu gördüğü için ondan uzaklaşır.

İşte bu yüzden bütün hallerde tencere kaçmaktadır.
Bizim kaçmamız da onların kaçmasıdır.,

Biz aynayız.
Onlarda bu kaçma olunca bu bizde görülür ve biz onlar için kaçıyoruz.
Ayna (İnsanların) onda kendilerini seyrettiği şeydir.

Onlar bizi sıkılmış bir halde görüyorlarsa bu, kendi sıkıntılarıdır.
Onun için buraya sığmaz.
Onun burada işi ne?

Hamamda şeyh Selehaddin’e büyük bir alçak gönüllülük gösterdim.
Şeyh de bana karşı fevkalade mütevazı hareket etti.

Onun bu hareketi karşısında dert yandım ve içime şöyle geldi:
Tevazu’nun hududunu aşıyorsun.

Yavaş-yavaş tevazu göstermek daha iyidir.
Önce onun elini yıka, sonra ayağını, sonra da azar-azar görünmez hale getir.

O zaman buna alışır ve zahmete sokmak, hizmete karşılık hizmet etmek hissi duymaz.

Çünkü sen bu şekilde, onu alçak gönüllülüğe yavaş-yavaş alıştırmış olursun.
İşte dostluğu ve düşmanlığı da böyle tedricen (Derece-derece, yavaş-yavaş, azar-azar) göstermek lazımdır.

Mesela düşman olan birine önce azar-azar öğüt verirsin.
Dinlemezse döversin, yine aldırış etmezse onu kendinden uzaklaştırırsın.

Kur’ân da buyrulmuştur ki:
Serkeşlik (Dik başlı, başkaldıran, inatçı, itaatsiz) etmelerinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın, onları dövün
(Nisa suresi ayet 34) 

Dünyanın işleri böyle yürür.
Baharın barışını ve dostluğunu görmüyor musun?

Başlangıçta azar-azar sıcaklık gösterir, sonraları artırır.
Ağaçlara bak.

Sıcaklık yavaş-yavaş geldiği zaman önce gülümser, sonra azar-azar yaprak ve meyvelerden elbiseler giyerler.

Dervişler gibi hepsini birden ortaya kor ve varlarını yoklarını feda ederler.
İşte bunun için dünya ve ahret işlerinde de kerkim acele gösterir ve mübalağa ederse, bu iş ona müyesser (Kolay) olmaz.

Riyazet (Açlıkla nefsini terbiye etmek) isteyen için şu yolu göstermişlerdir:

Bir batman ( 7,375 kg.) ekmek yiyebiliyorsa, her gün bir dirhem azaltacak olursa gitgide, aradan bir veya iki yıl geçmeden, ekmek yarım batmana inmiş olur.

Bunu öyle yapar ki vücudu bu azalmanın farkında olmaz.
Bunun gibi ibadet, taat, halvet ve namaza teveccüh (Yakınlık duyma, hoşlanma, sevgi, kolay elde ediş, yönelme, çevrilme, doğrulma) etmek de aynen böyledir.

İnsan önce yalnız namaz kılmazsa nasıl Tanrı yoluna girer?
Evvela, bir zaman beş vakit namazını kılıp, sonradan artırır.
Bunun sonu gelmez….

                     ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Allah’ı ispat etmek için uğraşmamak gerektiğini öğrendik.

2.   Kendimizi Allah önünde kendi derece ve makamımızı ispat etmeye uğraşmamız gerektiğini öğrendik.

3.   Allah’ın dünyayı güzelleştirmek için her yarattığına görev verdiğini ve bunun için uğraşıldığını öğrendik.

4.   Allah’ın herkese işine karşı zevk bağışladığını, kişinin zevkle her şeye razı olarak ve sevinç içinde çalıştığını öğrendik.

5.   Gönül aynasını temiz edenlerin karşılarında olan kişinin istek, dilek ve huylarının o aynada görüldüğünü öğrendik.

6.   Alçak gönüllülüğü yavaş-yavaş göstermek gerektiğini öğrendik.

7.   Dostluğu ve düşmanlığı göstermek için yavaş davranmak gerektiğini öğrendik.

8.   Dünya ve ahret işlerinde acelecilik etmemek gerektiğini öğrendik.

9.   Namazı yalnız kılarak Tanrı yoluna girmemiz gerektiğini öğrendik.

 İşte böyle yaren,

Var olanı göremeyene ne kadar uğraşsan yine göremeyecektir, görse bile ne olduğunu anlayamayacaktır.

O halde başkasına bir şey ispat etmek uğraşmak yerine, kendi gelişmemizi, düzeltmemizi, temizliğimizi yapmalıyız.

Bunların da Tanrı’nın istediği gibi olmasına çalışmalıyız.

Gerçeği göremeyen aydınlık bir göze sahip olmayanın, anlattığını yaşamayanın anlatımları konunun başında anlatılanlar gibi anlaşılmayan, kabul edilmeyen sözler olacağını öğrendik, anladık.

 Yavaş-yavaş, azar-azar önerisinin her adım atmadan önce ne sonuç getireceğini düşünülmesi ve tepkilere göre ayar yapabilecek durumu kaybetmemek içindir.

Sözün sonunu baştan söylemek, kesin tavır almak, kazanılacakları yok eder, ilişkiyi ya bozar ya da devam ettirmeye olanak bırakmaz.

                              *
RAVLİ

Popüler Yayınlar