27 Ocak 2013 Pazar

FİHİ MAFİH 20. FASIL

(Mevlana) Buyurdu ki:
Gece gündüz kavga edip bir kadının huyunu güzelleştirmek ve düzeltmek istiyorsun.

Onun pisliğini kendinle temizliyorsun.
Kendini onunla temizlemen, onu kendinle temizlemeden iyidir.

Sen onun vasıtasıyla iyileş, güzelleş, ona doğru git.
İmkânsız olsa bile, onun dediği şeyi kabul et.

Kıskançlık her ne kadar erkeklerin vasıflarından ise de bu huyu bırak, o (Başka) erkeklerin sıfatlarını sana söylese de kıskanma.

Çünkü sendeki iyi vasıflarla (Nitelikler), sonra kötü vasıflar (Nitelikler) meydana gelir.

Bu bakımdan Peygamber (Tanrı’nın selam ve salâtı onun üzerine olsun) :
Müslümanlıkta bekârlık yoktur.”
(Hadis) buyrulmuştur.

Rahipler yalnız oturur ve dağlarda yaşarlar.
Evlenmezler ve dünyayı terk ederler.

Aziz ve Yüce olan Tanrı Peygambere çok ince bir yol gösterdi.
O yol nedir?

Kadınların kaprislerine (Ani, değişken, düşüncesizce istek, gereksiz isteklerde bulunarak huysuzluk etmek), kötülüklerine tahammül etmek ve onların söyledikleri imkânı olmayan şeyleri dilemek ve ona karşı sert muamelede bulunmak suretiyle, kendini iyileştirmek ve düzeltmek için evlenmektir.

Tanrı ona (Peygambere).
Sen en yüksek ahlak üzeresin” buyurmuştur.

İnsanların kötülüklerine katlanmak, tıpkı kendi pisliğini onlara sürmek suretiyle kendini temizlemek gibidir.

Senin huyun tahammülle iyi olur, onlarınki ise zulüm ve kötü muameleden dolayı bozulur, kötüleşir.

Şimdi mademki bunu öğrendin, artık kendini temizle ve onları, pisliklerini temizlediğin bir kez parçası olarak bil.

Nefsinle başa çıkamazsan da kendi aklına şu dersi ver ve de ki:
Farz edelim o aramızda nikâh olmayan serseri bir sevgilidir.

Şehvetime yenilince onun yanına giderim.
İşte bu suretle hamiyeti (Onuru) ve kıskançlığı içinden çıkar at.

Nefsini terbiye edip, sende mücahede (Uğraşı, savaş) ve tahammül (Yükü üstüne alma, dayanma, katlanma) zevki meydana gelinceye ve böyle onların imkânsız bulunan şeylerinden, sende türlü-türlü haller hâsıl (Görününceye kadar) oluncaya kadar, bunu bu şekilde kabul etmeğe çalış.

Sonra da kendi kendine verdiğin bu ders olmadan da kendi mücahedenin (Uğraşı ve savaşın) ve eski haline esef (Acıma, keder, hüzün, gam, tasa) etmenin müridi (Öğrencisi) olursun.

Çünkü artık kendi faydalarını açıkça onda görürsün.

Rivayet ederler ki:
Peygamber (Tanrı’nın selam ve salâtı üzerine olsun) ashabı ile savaştan dönmüştü ki:

Bu gece şehrin kapısında uyuyun, yarın şehre gireriz” diye davul çalmalarını emretti.

(Ona):
Ey Tanrı’nın elçisi buna sebep ne?” dediler.

O buyurdu ki:
Karılarınızı yabancı erkeklerle görürseniz üzülürsünüz, bundan bir karışıklık ve gürültü çıkar.”

Eshabdan biri (Verilen emri) işitmeyip gitti ve karısını yabancıyla gördü.

İşte Peygamber’in yolu, (Âlem-i Muhammed) yüz gösterinceye kadar, (Yani şeriatın ruhu insanda hâsıl (Ortaya çıkıncaya) oluncaya kadar kıskançlığı, hamiyeti (Onuru) terk etmek, kadının masrafı, giyim sıkıntısı gibi yüz binlerce sayısız, sınırsız zahmete katlanmak ve sıkıntı çekmektir.

İsa’nın (Ona selam olsun) yolu, yalnız kalmak (Halvet) ve şehveti körleştirmek için çalışmaktı.

Muhammed’inki ise, insanların ve kadınların zahmetine (Sıkıntı, eziyet, rahatsızlık, güç, yorgunluk veren) katlanmak, tasalarını (Üzüntü veren düşünmeye zorlayan hallerini) çekmekti.

Mademki Muhammed’in yolunda gidemiyorsun, hiç olmazsa İsa’nın yolunu tut ki büsbütün mahrum kalmayasın.

Eğer yüz tokat yemekten bir lezzet duyuyorsan, bunun semeresini (Sonucunu) ya gözünle görür yahut:

Mademki buyurmuşlar, haber vermişlerdir, o halde böyle bir şey vardır.

Bir zaman bekleyeyim de haber verdikleri o semere (Sonuç) bana da erişsin!” diye gayb’e (Göze görünmeyen âleme) inanırsın.

Bundan sonra:
Çektiğim bu zahmetlerden eğer şimdi bir şey elde etmemiş olsam da sonunda hazinelere kavuşacağım” deyip buna gönül bağladığından dolayı hazinelere erersin.

Hatta istediğinden ve beklediğinden fazlasına kavuştuğunu görürsün.
Bu söz şimdi tesir etmezse de, daha çok olgunlaştığın zaman sana pek çok tesir eder.

Kadın ne oluyor, dünya ne oluyor? (O zaman anlarsın)
Sen desen de, demesen de o kendi bildiği gibidir.

Ve bildiğinden şaşmaz.
Söylemekle ona tesir edilmez, hatta daha kötü olur.

Mesela bir ekmek al, koltuğunun altına koy ve insanların görmesine mani ol.

Eğer sen:
“ Ben bunu insanlara vermeyeceğim.

Vermek şöyle dursun göstermeyeceğim bile!” dersen, ekmek ucuzluğundan, bolluğundan sokaklara atılmış olsa ve köpekler bile onu yemese, sen böyle sen böyle mani olmaya başlayınca bütün insanlar onu görmek isteyip senin arkanda dolaşır, dururlar ve:

“ Biz elbette o sakladığın ve görmemizi istemediğin ekmeği görmek isteriz!” diye, ya birini araya kor yalvarırlar yahut da onu zorla almak isterler.

Sen o ekmeği bilhassa, bir yıl yeninde saklasan, göstermemek ve vermemekte aşırı gitsen, insanların da buna karşı istediği ve alakası haddini aşar.

Çünkü insanlar men(Yasak) edildikleri şeye karşı haris (Lüzumundan fazla istekli) olurlar.

Sen ne kadar kadına:
Kendini sakla, örtün!” diye emretsen, kendini gösterme arzusu onda o nispette fazlalaşır.

Halk da gizlendiğinden dolayı o kadını görmek temayülü (İsteğin tutku haline gelmesi) o kadar artar.

Şu halde sen oturmuş, iki taraftan bu görmek ve görünmek arzusunu, rağbetini arttırıyor ve bununla da onu ıslah ettiğini zannediyorsun.

Bu yaptığın şey fesatçılığın ta kendisidir.

Onda eğer kötü bir iş yapmamak cevheri varsa, sen mani olsan da olmasan da, o güzel yaradılışına, temiz ve iyi huyuna uyacaktır.

Sen merak etme.
Aklını, işini, gücünü karıştırma, bunun aksine de olsa, o yine kendi bildiği yolda gidecektir.

Ona mani olmak, muhakkak ki rağbetini artırmaktan başka bir şeye yaramaz.

Bu adamlar:
“ Biz Şemseddin Tebrizi’yi gördük, evet efendi, biz onu gördük! Diyorlar.
Ey ahlaksızlar!

Onu nerede gördünüz.
Bir evin damı üzerinde duran deveyi görmeyen adam:

“ Ben iğne deliğini gördüm ve ona iplik geçirdim!” diyor.
Ne güzel söylemişler o hikâyeyi!

İki şeye güleceğim geliyor:

Biri, zencinin parmaklarının ucunu siyaha boyaması, diğeri de bir körün dışarıyı seyretmek için pencereden başını dışarıya çıkarmasıdır.

İşte onlar da tıpkı böyledirler.
İç gözleri kör olanlar, bu vücut penceresinden başlarını çıkarırlar.

Sanki ne görecekler?
Akıllı bir adamın yanında onların takdir veya inkâr etmelerinin ne değeri olur?

Akıllıya göre her ikisi de birdir.
Çünkü her ikisi de görmemişler ve saçmalıyorlar.

Önce görme hassası (Gücü) hâsıl (ortaya çıkarmalı) etmeli, ondan sonra bakmalıdır.

Görme hassası (Gücü) hâsıl (Meydana çıksa) olsa bile, ona lazım olmadıkça nasıl görebilir.

Dünyada pek çok gören, vasıl (Ulaşan, kavuşan) olmuş bulunan veliler vardır.

Bunların ötesinde başka veliler de bulunur ve bunlara, Hakk’ın gizlediği, göstermediği (Mesturan-ı Hak) adını verirler.

Veliler:
“ Ey Tanrı’mız!
O gizlediklerinden birini bize göster!” diye ağlayıp sızlamadıkça, yalvarmadıkça onların kendilerini gösterilmesi lazım gelmez.

Dış gözleri olmakla beraber, onu göremezler.
Bu serseriler pek kötü oldukları ve kendileri lüzum hissetmedikçe hiç kimse onların yanına gidemediği, onları göremediği halde Hakk’ın gizlediklerini, kendileri istemedikten sonra kim görebilir?

Bu iş pek kolay değildir, melekler bile bundan aciz kalmışlardır.
Biz ise sana hamd ederek seni takdis, seni tenzih ediyoruz” demişler.
(Bakara suresi 30)

Biz de aşığız, ruhaniyiz, sırf nuruz.
O insanoğulları bir avuç aç, obur ve kan dökücüden ibarettir.
Kan dökerler”
“Bakara 30) ayeti bunlar hakkında inmiştir.

Bunların hepsi, insanın kendi üzerine titremesi (Kendinden korkması) içindir.

Ruhani olan meleklerin ne malı, ne mevkii ve ne de perdeleri vardır.

Onların besini sırf nurdur, Tanrı’nın Cemaline olan aşkları ise, yegâne aşklarıdır ve uzağı gören keskin gözleri, bir insanın:

“ Ben kimim, nereden bileyim?
Eyvah!

Diye kendinden korkup, kendi üzerine titremesi, hatta bir nur vurduğu ve bir zevk baş gösterdiği zaman:

“ Buna layık mıyım?” diyerek Tanrı’ya binlerce defa teşekkür etmesi için, ikrarla (Kabul etme) inkâr (reddetme) arasında dolaşır.

Siz şimdi Şemseddin’in (Tebrizi) sözünden daha çok zevk alacaksınız.
Çünkü insan vücudu gemisinin yelkeni imandır.

Yelken olunca, rüzgâr onu muazzam bir yere götürür, olmayınca söz havadan ibarettir.

Âşıkla maşuk (Sevilen) arasında tam bir teklifsizlik (Aralarında sınır olmaması) bulunması ne güzel şey!

Bu teklif tekellüfler (Gösterişli bir hale koyma), çekinmeler yabancılar içindir.

Aşığa aşktan başka her şey haramdır.
Bu sözü daha iyi anlatırdım.

Fakat şimdi zamansız olur.
(Suyun) Gönül havuzuna ulaşması, akması için çok çalışması, dereler aşması lazımdır.

Yoksa ya konuşan ya da dinleyen sıkılır.
“ Sözün tesir etmiyor.” Diye bahane bulur.

Milletin bezginliğini (Yaşama ve iş görme isteğinin kaybolmasını) gidermeyen hatip iki para etmez.

Hiçbir âşık sevgilisinin güzelliği hakkında delil göstermez ve kimse de aşığın gönlünde, maşukunun kinine delalet eden bir delil göstermez.

İşte bunun için burada delilin bir faydası olmadığı anlaşılmış oluyor.
Burada sadece aşk talibi olmak lazım gelir.

Şimdi bu beyitte mübalağa etmiş olsak da aşk hakkında mübalağa edilmiş olmaz:

Ey senin suretin binlerce manadan daha güzel olan (Sevgili)!”
Buyurduğu gibi, müridin şeyhin sureti için kendi manasına feda etmiş olduğunu görüyoruz.

Çünkü bir şeyhe gelen mürit (Öğrenci), kendi manasından geçip, şeyhe muhtaç olmuş bulunan kimsedir.

Bahaeddin:
(Bunlar) Şeyhin sureti için manadan olmuyorlar, kendi manalarını, belki şeyhin manası için terk ediyorlardır.”
Diye sordu.

Mevlana buyurdu ki:
Bu böyle olmamalıdır.
Çünkü eğer böyle olursa, o zaman her ikisinin de şeyh olması lazımdır.

Şimdi içinde bir nur hâsıl (Oluşturman) etmen için çalışıp çabalaman gerekir.
Bu nurla, seni perişan eden bu ateşten, kurtulur ve güven içinde kalırsın.

İçinde böyle bir nur hâsıl olan kimsenin gönlünde emirlik, vezirlik, mansıbı gibi dünya halleri, bir yıldırım gibi parlayıp geçer.

Bunun için dünya ehlinin içinde de Tanrı korkusu, evliya âleminin şevki kabilinden gayb (Var ve etkili ama görünmeyen) âleminin ahvali (Oluşlar, bulunuşlar, durumlar) parlar ve bir yıldırım gibi gelip geçer.

O zaman Hak ehli Tanrı’nın olur ve Tanrı’ya yönelirler.
O’nunla meşgul ve O’nun rahmetine katılmıştır.

Şehvet gibi dünyaya ait hevesler baş gösterir, fakat karar bulmaz, geçip gider.

Dünya ehli ahretle ilgili hallerde bunun tamamen aksine olur.

                     ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Kadını değiştirmeye, düzeltmeye uğraşmamız gerektiğini, onları olduğu gibi kabul etmemiz gerektiğini öğrendik.

2.   Yüksek ahlaka evli olmakla ve evliliği devam ettirmekle elde edilebileceğini öğrendik.

3.   Kadınını tahammül etmenin görünenden daha fazla görünmeyen faydaları olduğunu öğrendik.

4.   Kadına sözle tesir edilemeyeceğini öğrendik.

5.   İnsanın kendi üzerine titremesi, kazanımlarını kaybederim korkusu ile kan döktüklerini öğrendik.

6.   Kalp gözü veya gönül gözü olmayanın övgüsü veya yergisinin aynı olduğunu, yani değersiz olduğunu öğrendik.

7.   İmanı olanların Şemsi Tebrizi’nin sözlerinden zevk alacaklarını öğrendik.

8.   Öğretene bağlanıp bu konuda öğrendiğimiz her ne varsa yok etmemiz, öğretenle bütünleşmemiz gerektiğini öğrendik.

9.   Hak ehlinin hakka gittiğini, dünya işlerinden soğuduğunu öğrendik.

10.                  Dünyayı sevenlerin de Tanrı’dan soğuduklarını öğrendik.

 

İşte böyle yaren,

Hikâye ederler ki:
Yunus Emre’nin şeyhi Taptuk Emre’ye bir şeyler sormak için birkaç derviş evine gelmişler.

Kapıyı çalmışlar.
Kapıyı Taptuk Emre’nin hanımı açmış, ne istiyorsunuz diye sormuşlar.

Dervişler Taptuk Ermeyi arıyoruz soru soracağız demişler.
Hanım:

“Ne bileyim nerdedir, onun çobanı mıyım?” demiş ve kapıyı hızla çarparak kapatmış.

Dervişler biraz ilerde bahçede uğraşan kişileri görmüşler.
Onlara soralım diye yaklaşmışlar ve sormuşlar.

Ağacın etrafını belleyen Taptuk Emre aradığınız benim buyurun ne soracaksanız sorun demiş.

Dervişler anlayamadıkları şeyleri sormuşlar cevaplarını almışlar.

Taptuk:
“Başka sorunuz yoksa siz yolunuza ben işime döneyim” demiş.

Dervişler birkaç adım gittikten sonra tekrar durmuşlar.
Taptuk:

“Ne bekliyorsunuz” diye sormuş.

Dervişler sizi sormak için evinize geldiğimiz zaman hanımınız bizi azarladı ve kapıyı yüzümüze çarptı, ağrımıza gitti demişler.

Bunu üzerine Taptuk:
“ Siz benim hanımınla birkaç dakika karşılaştınız ve tahammül edemediniz.
Oysaki o benim kırk yıllık hanımım.

Nasıl Taptuk olunduğunu görüp anladınız mı?

Güle, güle demiş.  
(Not: Taptuk Emre Tanrı aşkını bulan demektir)         

                                                *
RAVLİ

Popüler Yayınlar