“ Sizi görmeyi çok istiyoruz, yalnız halkın işleri ile uğraştığınızı bildiğim için, zahmet vermek, rahatsız etmek istemiyoruz” dedi.
O(Muineddin Pervane):
“ Bu bize düşerdi.Dehşet geçti.
Bundan sonra ziyaretinize geliriz” dedi.
Bunun üzerine Mevlana buyurdu
ki:
Fark yok, hepsi bir demektir.Sıkıntılarla nasılsınız?
Sizde o lütuf var ki hepsi
bir oluyor, hayırlar ve iyi işlerle uğraştığınızı bildiğimizden tabii daima
size müteveccihiniz ( karşı sevgisi ve iyi düşünceleri olan).
Şimdi şundan bahsediyorduk:
Mesela bir adamın
geçindirecek kimseleri (Evlat ve eşi) olsa, bir başkasının da olmasa, olandan
alıp, bu olmayana verirler.
Görünüşüne bakanlar:
“ Çoluğu çocuğu olandan alıp
olmayana veriyorsun” derler, hâlbuki iyice bakarsan, çoluk çocuk sahibi bizzat
odur.
Bunun gibi gönül ehli ve
cevher ( Başkasına muhtaç olmayan, kendisi tek başına
ayrı bir varlık olan) sahibi olan biri, bir adamı dövüp onun kafasını,
ağzını, burnunu kırsa, herkese dövülenin mazlum olduğunu söyler.
Gerçekte döven mazlumdur
(Haksızlık, eziyet) görmüştür.
Zalim, hiçbir hayırlı ve
faydalı iş yapmayan kimsedir.
O dayak yiyen ve kafası
kırılan zalim, bu döven hiç şüphe yok ki mazlumdur.
Çünkü bu cevher sahibidir ve
Tanrı’da fani (Yok) olmuştur.
Onun yaptığı her şey
Tanrı’nın yaptığıdır.Tanrı’ya zalim demezler.
Mesela Mustafa (Tanrı’nın
selâm ve selâtı onun üzerine olsun) öldürdü, kan döktü ve yağma etti.
Bütün bunlara rağmen onlar
zalim, o ise mazlumdu.
Yine mesela, cevher sahibi
mağripli (Batılı) Mağripte ikamet (Batıda oturmakta) etmektedir.
Bir şarklı (Doğulu) mağribe (Batıya)
geldi.
Garip olan mağriplidir.
Fakat şarktan (Doğudan) gelen
niçin garip olsun?
Çünkü bütün âlem bir evden, o
eve gitmiş yahut evin şu köşesinden bu köşesine geçmiş demektir.
Fakat nihayet hepsi bu evde
değildir ve o cevher sahibi olan mağripli eve dışarıdan gelmiştir.
Peygamber:
“ İslam
garip olarak zuhur etti”(Hadis) diyor.
Hâlbuki “ Şarktan (Doğudan) gelen
gariptir” dememiştir.
İşte bunun gibi Mustafa (Tanrı’nın
selâm ve selâtı onun üzerine olsun) bozguna uğrayınca da, bozguna uğrattığı
zaman da mazlumdu.
Çünkü her iki durunda da hak
onun elindedir.
Mazlum, haklı
bulunan kimsedir.
Mustafa’nın esirlere yüreği
yandı.
Ulu Tanrı onun hatırı için,
ona vahiy gönderdi ve esirlere:
“ Siz
şimdi zincirler ve bağlar içinde bulunduğunuz halde bile, eğer hayır
dilerseniz, Yüce Tanrı sizi bu durumdan kurtarır ve elinizden giden şeyleri,
size tekrar verir, hatta fazlasıyla bile!
Rıdvan (Razı olmak, hoşnut olmak) ve Gufran (Affetme, merhamet etme,
yarlıgama) ahrette bulunan iki hazinedir.
Biri sizin elinizden çıkmış
olan, öbürü ise ahretin hazinesidir. “ de buyurdu.
Bir kimse:
“ Kul bir amel (Şeriatın emirlerini yerine getirmek) işlediği zaman Tevfik
(Uygunlaştırmak) be hayır (İyilik, iyi, faydalı, yararlı) bu amelden mi hâsıl (Ortaya çıkan) olur,
Yoksa bu Tanrı’nın atâsından
(Bağışlama, bahşiş) mıdır?” diye sordu.
Mevlana buyurdu ki:
Tanrı’nın bağışı ve
tevfikidir (Uygunlaştırmasıdır) .
Yalnız Ulu Tanrı pek çok
lütufkâr olduğundan onu kula isnat (Bir şeyi, birisi
yaptı deme) eder ve her ikisi için de:
“ Bu her ikisi de
sendendir” buyurur.
“ Bir
kimse, kendileri için istediklerinin karşılığı olarak göz aydınlığı olmak üzere
saklanmış olan nimetleri bilemez”
(Secde suresi 17)
(Soruyu soran):
“ Mademki Tanrı’nın böyle bir
lütfü vardır, o halde her kim arzu eder ve gerçek bir talepte bulunursa
maksadına erer mi, istediği olur mu?” dedi.
Mevlana buyurdu ki:
Fakat bu bir başsız (Öndersiz) olmaz.
Musa (Tanrı’nın selamı onun
üzerine olsun) Tanrı’ya itaat ettiği zaman, Tanrı denizinde onun için yollar
peyda etmiş, Musa ve ahalisi, denizden toz koparıp geçmişler, fakat karşı
koymaya başlayınca, falanca çölde senelerce kalmışlardır.
İşte o zaman önder onları düzeltmeye uğraşır ve ona bağlı olup
olmadıklarına, itaat edip etmediklerine bakar.
Mesela birkaç asker bir
emirin hizmetinde bulunur ve onun buyruklarını yerine getirirlerse, emir de aklını
onların işinde kullanır ve onların iyiliği için çalışır.
Fakat itaat etmezlerse, aklını onların ihtiyaçlarını temin için niçin
kullansın?
Akıl insanın vücudunda bir
emir gibidir.
Mademki vücut riayetleri (İdare altında bulunanlar) ona bağlıdır, o halde bütün
işler yolunda gidecektir.
Fakat eğer ona itaat etmezlerse hepsi bozulur.
Görmüyor musun ki sarhoşluk başa vurunca, bu elden, ayaktan ve vücut riayetlerinden (İdare altında bulunanlar) ne yolsuzluklar meydana geliyor ve ertesi gün ayıldığı, kendine geldiğ zaman:
“ Ah!
Ben ne yaptım, neye vurdum,
niçin küfrettim?” diyor.
Binaenaleyh önderi olan ve
köylüleri, o öndere uyan, bağlı bulunan köyün işleri, her zaman yolunda gider.
Akıl da, ahali kendi emri
altında bulunduğu zaman onların işlerini düzeltmeye çalışır.
Mesela:
Gideyim!Diye düşündüğü zaman, ayak emrinde olmalıdır ki gidebilsin, yoksa gitmeyi düşünmez.
Böylece akıl vücutta emir
olup, diğer varlıklar ki bunlar da halktır, hepsi kendi akıllarına, bilgilerine
görüş ve bilişlerine rağmen, o veliye nispetle sırf vücut sayılırlar ve akıl
onlar arasında velidir.
Eğer halk
akla itaat etmezse onların durumu daima perişanlık ve pişmanlık içindedir.
Gerektiği gibi muti
olurlarsa, onun her yaptığına itaat eder, kendi akıllarına başvurmazlar.
Çünkü belki kendi akıllarıyla
onu anlayamazlar.
İşte bunun için ona baş
eğmeleri gerekir.
Mesela küçük bir çocuğu terzi
dükkânına verdikleri zaman çocuğun ustasına itaat etmesi lazımdır.
Usta ona ilinti verirse
ilintilemeli, teyel alması lazım gelirse teyel almalıdır.
İşte terzilik öğrenmek istiyorsa kendi tasarrufunu bırakıp, ustanın emri
altına girmelidir.
Yüce Tanrı sırf onun
inayetinin (Dikkati ve gayreti) eseri olan yüz bin
zahmet ve riyazetten (Açlıkla nefsi terbiye etmekten)
daha üstün bulunan inayet (İyilik, lütuf, bağış)
istiyoruz.
“ Kadir
gecesi bin aydan hayırlıdır”
( Kadir suresi 3)
Tanrı tarafından olan bir
cezbe (Tanrı’nın kulunu kendine çekişi), bütün
insanların ibadetlerinden daha hayırlıdır
(Hadis) sözü birdir.
Yani bir işte O’nun inayeti (Tanrı yardımı)
hâsıl (Ortaya çıkarsa) olursa, insan yüz bin defa çalışmaktan hâsıl (Ortaya
çıkan) olan işi meydana getirir.
Daha fazla çalışması iyidir,
hoştur, faydalıdır, ama O’nun inayeti (İyilik, lütuf, bağış) yanında ne değeri olabilir?
(Biri)
“İnayet gayret verir mi?Diye sordu.
O dedi ki:
Niçin vermesin?İnayet (Tanrı yardımı) gelince, gayret de gelir.
İsa(Ona selam olsun) ne gibi
bir gayret gösterdi de beşikte:
“ Ben
Allah’ın kuluyum.Bana kitap verildi”
((Meryem suresi 30) dedi.
Buyurdu ki:
Tanrı’nın elçisi Muhammed de
çalışmadan mı (Mu makama ulaştı) oldu?
(O şu cevabı verdi):
Ulu Tanrı gönlünü (Göğsünü)
Müslümanlığa açtığı için…”(Zümer suresi 22)
Evvel olan fazldır (Kalıcı üstünlük, erdem, iyilik).
Bir insan içinde bulunduğu
delaletten kurtulursa, bu sırf Hakk’ın fazlı ve atâsıdır (Bağışlaması, bahşişi).
Yoksa onunla beraber olan
diğer yarana (Dostlara) bu hal niçin vaki
olmamıştır?
O fazl (Kalıcı üstünlük, erdem, iyilik) ve mükâfattan sonra
bir ateş kıvılcımı gibi sıçrayan bu hal peyda olur.
İlk önce çıkan kıvılcım
atâdır (Bağışlaması, bahşişi).
Fakat pamukla kıvılcımı
besler ve ateşini artırırsan, bundan sonra fazl (Kalıcı
üstünlük, erdem, iyilik) ve ceza (Karşılık)
hâsıl (Görünen) olur.
Bir insan Kuran’da:
“ Zaten
insan da zayıf yaratılmıştır”( Nisa suresi 28) buyrulmuş olduğu gibi başlangıçta ufak ve zayıftır.
Fakat o zayıf ateşi beslerseniz
bir âlem olur, cihanı yakar, o küçük ateş büyür ve muazzam bir şey olur.
Bu hususta Kuran’da:
“ Sen
en yüksek ahlak üzeresin”(Kalem suresi 4) buyrulmuştur.
“ Mevlana sizi pek çok
seviyor” dedim.
Buyurdu ki:
Ne benim ziyaretim, ne de konuşmam bir dostluk nispetindedir (Ölçüsündendir, bağlılıktan değil).
Ben aklıma geleni söylüyorum.
Tanrı isterse bu
azıcık sözü de faydalı kılar ve göğüslerinizin içine yerleştirir.
Bundan fevkalade
büyük faydalar hâsıl (Görülür) eder.Tanrı istemezse, yüz bin söz söylenmiş de olsa, bunların hiçbiri kalbimizde yer etmez, geçip gider ve unutulur.
Mesela bir ateş kıvılcımı bir
elbiseye düşünce, Tanrı isterse kıvılcım büyür, tutuşur.
İstemezse yüz kıvılcım da
düşse, söner ve hiçbir tesir yapmaz.
“ Göklerle
yerin orduları Tanrı’nındır”
(Fetih suresi 4)
Bu sözler,
Tanrı’nın ordusudur.
Tanrının komutasıyle kaleleri
alırlar.
O, eğer binlerce askere:
“ Gidin, falan kaleye
görünün, fakat almayın” buyurursa, onlar da böyle hareket ederler.
Bir tek atlıya da:
O kaleyi zapt et! Dese bu tek
atlı kale kapısını açar ve kaleyi zapt eder.Tanrı sivrisineği Nemrud’a musallat (Üzerine gönderdi) ve onu helak etti (Öldürdü).
“Arifin
indinde bir para ile altın ve aslan ile kedi eşittir.”
Denildiği gibi, eğer Ulu
Tanrı isterse, bir para, bin dinarla yapılacak işi görür, hatta daha fazlasını.
Bin dinardan bereketi kaldırsa, bu bir paranın göreceği işi göremez
Nemrud’a sivrisineğin yaptığı
gibi, eğer insana bir kedi musallat etse, onu yok eder.
Fakat öldürmek istemezse,
aslanı bile musallat etse aslan ondan korkar yahut onun eşeği olur.
Mesela dervişlerden bazısı
aslana binerler.
Tanrı ateşin İbrahim’e (Ona
selam olsun) yakmasına izin vermediğinden, ateş İbrahim için soğuk bir madde ve
güvenilir bir yer oldu, yeşillik, güllük gülistan haline geldi.
Arifler bütün bunların Tanrı’dan olduğunu bildikleri için, onların indinde
hepsi eşittir.
Tanrı’dan ümit
ederiz ki siz de bizim bu sözlerimizi candan dinleyesiniz.
Sözün faydası işte
budur.
İçerde bulunan hırsız yardım
edip kapıyı açmadıkça, dışarıdan gelen hırsız kapıyı açamaz.
Bunun gibi içerden bir kabul ve tasdik eden olmadıkça, bin söz söylesen
de faydası olmaz.
Mesela bir ağacın kökünde
içten gelme bir nemlilik, canlılık olmasa, sen ona bin selin suyunu döksen yine
faydasızdır.
Evvela kökünde içten gelme
bir ıslaklık ve dirilik olmalıdır ki suyun ona yardımı dokunsun.
(Bu dünyada) Eğer yüz
binlerce nur görseler de nurun aslından başkasına değer vermezler.
Bütün âlem nur kaplamış olsa,
gözde bir nur olmadıkça, hiçbir zaman o nuru göremez.
Bunda esas olan nefisteki o kabiliyettir.
Nefis başka, ruh
başkadır.
Görmüyor musun ki nefis,
insan uykuda iken, nerelere gider.
Hâlbuki ruh vücutta kalır.
Dolaşan nefistir ve başka bir
şey olur.
(Biri):
“ Ali’nin nefsini bilen
Tanrı’yı da bilir, dedikleri bu nefis midir?” diye sordu.
O.
“ Bu nefistir, denilse bunu
da yabana atmamak lazımdır.Biz eğer o nefsi anlatırsak, bunu anlayacaktır.
Çünkü o, bu nefsi bilmiyor.” Dedi.
Mesela eline küçük bir ayna
alsan, ayna iyi, büyük veya küçük de gösterse aynı şey olur.
Bu söylemekle anlaşılır şey değildir.
Söylemekle ancak bu kadar olur.
Onda bir şüphe meydana gelir.
Bu dünya ve dünyada olan
güzel, hoş şeyler, insanın hayvanlık tarafının nasibidir.
Hayvanlığını kuvvetlendirir.
Esas olan insanlık tarafı ise
günden güne eksilir.
İnsan konuşan hayvandır
derler.O halde (o) iki şeyden ibarettir.
Bu dünyada onun hayvanlık
tarafının yiyeceği, bu şehvet verici şeyler ve arzulardır.
Özünün, yani insan olan
tarafının besini ise bilgi, hikmet (Kontrol) ve Tanrı’nın Cemalidir (Yüzü).
İnsanın hayvanlık tarafı
Hak’tan (Kaçmak), insanlık tarafı ise dünyadan kaçmaktır.
“ O
sizi yarattı, kiminiz kâfir, kiminiz mümindir”
(Teğabün suresi 2)
Bu vücutta iki şahsiyet daima
savaşmaktadır.
Bakalım talih kimin yüzüne
gülecek ve kime yar (Sevgili) olacaktır.
Hiç şüphe yok ki bu dünya
kıştır.
Cemadata niçin cemad
diyorlar?
Hepsi cansız ve donmuş olduğu
için.
Bu dağların, taşların
büründükleri varlık elbisesi tamamen donmuş ve cansızdır.
Mademki bir kış yoktur, o
halde onlar için donmuş ve cansızdırlar?
Âlemin (Dünya) manası
mücerrettir (Soyulmuş, çıplak, tek).
Göze görünmez, yalnız tesiri
vasıtasıyla anlaşılır.
Bu âlem, onda her şeyin
donmuş ve cansızlaşmış olduğu bir kış mevsimi gibidir.
(Fakat bu) nasıl bir kıştır?
(Bu) Akli bir kıştır., hissi
değildir.
O ilahi hava esince, tıpkı
temmuzun sıcağında, bütün donmuş, cansız şeylerin erimesi gibi, dağlar da
erimeye başlar ve âlem su olur.
Kıyamet günü de o hava
gibidir, zuhur edince hepsi erir.
Yüce Tanrı bu kelimeleri
bizim askerimiz yapar
Düşmana karşı koymak ve
düşmanı yok etmek için sizin etrafınıza bir set çekerler.
Fakat esas içerdekiler düşman
olur, dışarıdakiler bir şey değil.
Ne olabilir?
Görmüyor musun, o kadar
binlerce kâfir bir tek kâfirin esiridir.
Ve o hepsinin padişahıdır.
Nefsi kâfir de düşmanların
esiridir
O halde anladık ki burada rol oynayan düşüncedir.
Böyle zayıf, bulanık bir
düşünceye binlerce kişi, hatta alem esir olursa, sonsuz düşüncelerin bulunduğu
yerde, onun büyüklüğü ve şanı nasıl olmalıdır?
Bunlar alemleri nasıl kaplar
ve elde eder, düşmanları nasıl yok ederler?
Sınırsız, sayısız yüz
binlerce insanların, sonu olmayan ve sahraları bir baştan öbür başa kadar
kaplayan bir ordunun bir adama esir olduğunu açıkça görüyoruz.
Bu adam ise değersiz bir
düşüncenin esiridir.
Bütün bunlar bir tek
düşünceye esir olursa, o çok büyük, eşiz, tehlikeli, kutlu ve yüce düşünceler
karşısında acaba ne yaparlar?
O halde anlamış olduk ki iş düşüncelerinin elindedir ve suretler, düşüncelere bağlıdır, onların aletidir.
Bunlar, düşünce olmaksızın hiçbir işe yaramazlar, cemadat
(Cansızlar) sayılırlar.
Şu halde; her şeyi suretten
(Görünenden) bilen, gören de cemad olur ve onun mana âlemine yolu yoktur.
Görünüşte ihtiyar ve yüz
yaşında olsa bile buluğa ermemiş bir çocuktur.
Peygamber:
“ Biz küçük savaştan büyük
savaşa döndük”(Hadis) buyurmuştur, yani biz suretlerle savaşıyor ve dış düşmanlarımızla dövüşüyorduk.
Şimdi ise düşünceler
ordularıyla savaşıyoruz.
İyi düşüncelerin,
kötü düşünceleri bozguna uğratması, vücut illerinden çıkarıp atması için
savaşıyoruz.
İşte en büyük savaş ve dövüş
budur.
Binaenaleyh, çalışan düşüncelerdir.
Bunlar arada vücut olmadan
faaliyette bulunur ve rol oynarlar.
Mesela faal olan akıl, hiçbir
alet olmadan, bu gökleri döndürüyor ve bize, alete ihtiyacı olmadığını
gösteriyor.
ŞİİR:
Sen bir cevhersin (Başkasına muhtaç olmayan, tek başına varlık olan) ve iki âlem senin ârazındır (İşaretler, alametler).
Bu cevheri (Başkasına muhtaç olmayan, tek başına varlık
olan) , ârazdan (İşaretler, alametler) istersen, ararsan ayıp olur.
İlmi gönülden
arayan kimseye ağla,
Aklı canından
ayıran kimseye gül.
Mademki ârazdır, (İşaret, alamet) ârazla kalmamak gerekir.
Çünkü bu cevher (Başkasına muhtaç olmayan, tek başına varlık olan) misk
torbası gibidir.
Dünya ve dünya zevkleri,
lezzetleri de misk kokusuna benzer.
Bu koku âraz (İşaretler, alametler) olduğu için kalmaz.
Her kim bununla yetinmeyip,
bunu (Dünya zevklerini) aramayıp da miski ararsa iyi eder,
fakat herkim misk kokusu ile kanaat ederse kötüdür.
Çünkü elinde kalmayacak bir
şeye el atmıştır.
Koku, miskin sıfatıdır.
Bu dünyada misk bulundukça,
koku da vardır.
Fakat dünyaya çevirirse, o
zaman bu koku ile yaşayanlar ölürler, koku miskle beraber bulunduğundan,
kokunun gittiği yere giderler.
İşte bu yüzden talihli olan insan, bu koku kendisine gelen ve onun aynı olan
kimsedir.
Bundan sonra misk o insan
için artık yol olmaz.
Esasen miskin zatında baki (Ebedi)
kalır ve aynen misk olur.
Sonradan bu âleme koku
ulaştırır.
Dünya ondan hayat bulur.
Onda kendisinden sadece eski
ismi kalmıştır.
Mesela, bir at veya bir
hayvan tuzlukta çürüyüp tuzlaşsa, onda atlıktan, isimden başka bir şey
kalmamış, tuz denizi olmuştur.
Bu adın onun işine ve
tesirine ne zararı olabilir?
Onu tuz olmaktan alıkoymaz.
Tuz madenine de başka bir ad
taksan tuzluktan çıkar mı?
Çıkmaz.
İşte bunu için insanın,
Tanrı’nın nuru ve aksinden başka bir şey olmayan bu dünya zevklerinden ve
güzelliklerinden geçmesi ve bu kadarla yetinmesi lazımdır.
Her ne kadar bu Tanrı’nın
lütfu ve güzelliğinin nuru ise de ölümsüz değildir.
Onun ölümsüzlüğü Tanrı’ya
nispetledir, halka nispetle değil, tıpkı güneşin evlerde parlayan ışığı
gibidir.
Bu evleri aydınlatan ışık,
her ne kadar güneşin o ışığı ve nuru ise de güneşe bağlı
ve onunla beraberdir.
Güneş batınca o ışık ve
aydınlık da kalmaz.
Ayrılık korkusu kalmaması
için güneş olmak lazımdır.
Bir amel (Şeraitin emirlerini yerine getirmek) bir de ilim
mevcuttur.
Bazı kimselerin ameli (Şeraitin emirlerini yerine getirmek) vardır, fakat ilmi yoktur.
Bazılarının da ilmi vardır ama ameli yoktur.
Eğer bir kimsede bu her ikisi
birden bulunuyorsa, o tam ve başarılı bir insan olur.
Bunun benzeri aynen şöyledir:
Mesela, bir adam yol yürüyor, fakat bunun gideceği yol olup olmadığını bilmeden, körü körüne yürüyor.
Sonunda karşısına mamur bir
yer çıkıyor veya bir horoz sesi duyuyor.
(Birde) yolu bilerek yürüyor, bu
alamete, nişana ihtiyacı olmuyor.
Nerede öteki adam ve nerede
bu?
O halde ilim her şeyden üstündür.
***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
***
Neler öğrendik:
1.
Ziyaret edilenle
ziyarete gidenin aynı mesafede olduğunu öğrendik.
2.
Olandan alıp
olmayana veren kişinin gerçekte asıl o şeyin sahibi olduğunu öğrendik.
3.
Hayırlı ve
faydalı iş yapmayanı dövdüklerinden dövenin Tanrı emriyle bu işi
gerçekleştirdiğini öğrendik.
4.
Dünyanın bir ev
olduğunu, gelip gidenlerin olduğunu öğrendik.
5.
Haklı bulunan
kimseye mazlum dendiğini öğrendik.
6.
Yanlış iş yapana
zor kullanılarak doğru davranışa mecbur etmenin doğru bir davranış olduğunu
öğrendik.
7.
Yaratılmış
olanları affetmenin, merhamet etmenin, bağışlamanın, Allah’ın verdiklerine razı
olmak ve hoşnut olmanın Allah’ın da bize böyle davranacağı ümidini taşıyarak
ahret hazinelerine sahip olabileceğimizin müjdesini Peygamberimizin mübarek
ağzından söylendiğini öğrendik.
8.
Her şeyi Allah
yaptığını ama bu yapılanın şerefini çalışıp uğraşana verdiğini öğrendik.
9.
Öndere bağlanıp
itaat etmenin getirisinin diğer uğraşılardan daha fazla olduğunu öğrendik.
10.
Allah’ın peşinen
verdiğinin çok kıymetli olduğunun farkına varmak ve bu verilen nimete karşılık
vermek gerektiğini öğrendik.
11.
Allah’ın
bereketli kılmasını istememiz gerektiğini öğrendik.
12.
Kendi gözümüzde
nur oluşturmadıkça başka nurlu şeyleri göremeyeceğimizi öğrendik.
13.
Nefsimizin
isteklerle her yere gittiğini öğrendik.
14.
Güzel bir koku
işareti alırsak bunun zevkiyle uğraşmak yerine bu kokunun kaynağına gitmek
gerektiğini öğrendik.
İşte böyle yaren,
Yol Allah’tan geldik yine
Allah’a gideceğiz.
Ölmeden önce geldiğimiz yere
gidersek eksikliklerimizi görür ve tamamlar, bu yolculukta gerekenleri yola
çıkmadan temin ederiz.
Ölmeden önce ölen, bu
yolculuğu tamamlayan büyüklerimiz bize yolu tarif ettiler, yolu aydınlattılar,
yolculuğumuzun selametle tamamlamamız için gerekenleri bize bildirdiler.
Bu zorlu yolda gidip gelen,
yolu kolaylaştıran, esas zorlukları çeken ve bize bilgi veren büyüklerimizin
ilmine sahip çıkmamız gerekiyor.
Bize düşen bu ilim
sahiplerinden bu yolu öğrenmek ve yoldan gitmek gerekiyor.
Bilgiler her yerden gelir ama
bizim çok dikkat etmemiz gereken yolu belli, gidilecek
belli yeri ve durumu tarif eden ve açıklayan olmalıdır.
*
RAVLİ