21 Ocak 2013 Pazartesi

FİHİ MAFİH 12. FASIL

(Mevlana):
“ Sizi görmeyi çok istiyoruz, yalnız halkın işleri ile uğraştığınızı bildiğim için, zahmet vermek, rahatsız etmek istemiyoruz” dedi.

O(Muineddin Pervane):
“ Bu bize düşerdi.
Dehşet geçti.
Bundan sonra ziyaretinize geliriz” dedi.

Bunun üzerine Mevlana buyurdu ki:
Fark yok, hepsi bir demektir.
Sıkıntılarla nasılsınız?

Sizde o lütuf var ki hepsi bir oluyor, hayırlar ve iyi işlerle uğraştığınızı bildiğimizden tabii daima size müteveccihiniz ( karşı sevgisi ve iyi düşünceleri olan).

Şimdi şundan bahsediyorduk:
Mesela bir adamın geçindirecek kimseleri (Evlat ve eşi) olsa, bir başkasının da olmasa, olandan alıp, bu olmayana verirler.

Görünüşüne bakanlar:
“ Çoluğu çocuğu olandan alıp olmayana veriyorsun” derler, hâlbuki iyice bakarsan, çoluk çocuk sahibi bizzat odur.

Bunun gibi gönül ehli ve cevher ( Başkasına muhtaç olmayan, kendisi tek başına ayrı bir varlık olan) sahibi olan biri, bir adamı dövüp onun kafasını, ağzını, burnunu kırsa, herkese dövülenin mazlum olduğunu söyler.

Gerçekte döven mazlumdur (Haksızlık, eziyet) görmüştür.
Zalim, hiçbir hayırlı ve faydalı iş yapmayan kimsedir.

O dayak yiyen ve kafası kırılan zalim, bu döven hiç şüphe yok ki mazlumdur.

Çünkü bu cevher sahibidir ve Tanrı’da fani (Yok) olmuştur.
Onun yaptığı her şey Tanrı’nın yaptığıdır.
Tanrı’ya zalim demezler.

Mesela Mustafa (Tanrı’nın selâm ve selâtı onun üzerine olsun) öldürdü, kan döktü ve yağma etti.

Bütün bunlara rağmen onlar zalim, o ise mazlumdu.
Yine mesela, cevher sahibi mağripli (Batılı) Mağripte ikamet (Batıda oturmakta) etmektedir.

Bir şarklı (Doğulu) mağribe (Batıya) geldi.
Garip olan mağriplidir.

Fakat şarktan (Doğudan) gelen niçin garip olsun?
Çünkü bütün âlem bir evden, o eve gitmiş yahut evin şu köşesinden bu köşesine geçmiş demektir.

Fakat nihayet hepsi bu evde değildir ve o cevher sahibi olan mağripli eve dışarıdan gelmiştir.

Peygamber:
İslam garip olarak zuhur etti
(Hadis) diyor.

Hâlbuki “ Şarktan (Doğudan) gelen gariptir” dememiştir.
İşte bunun gibi Mustafa (Tanrı’nın selâm ve selâtı onun üzerine olsun) bozguna uğrayınca da, bozguna uğrattığı zaman da mazlumdu.

Çünkü her iki durunda da hak onun elindedir.
Mazlum, haklı bulunan kimsedir.

Mustafa’nın esirlere yüreği yandı.
Ulu Tanrı onun hatırı için, ona vahiy gönderdi ve esirlere:

Siz şimdi zincirler ve bağlar içinde bulunduğunuz halde bile, eğer hayır dilerseniz, Yüce Tanrı sizi bu durumdan kurtarır ve elinizden giden şeyleri, size tekrar verir, hatta fazlasıyla bile!

Rıdvan (Razı olmak, hoşnut olmak) ve Gufran (Affetme, merhamet etme, yarlıgama) ahrette bulunan iki hazinedir.

Biri sizin elinizden çıkmış olan, öbürü ise ahretin hazinesidir. “ de buyurdu.

Bir kimse:
“ Kul bir amel (Şeriatın emirlerini yerine getirmek) işlediği zaman Tevfik (Uygunlaştırmak) be hayır (İyilik, iyi, faydalı, yararlı) bu amelden mi hâsıl (Ortaya çıkan) olur,

Yoksa bu Tanrı’nın atâsından (Bağışlama, bahşiş) mıdır?” diye sordu.

Mevlana buyurdu ki:
Tanrı’nın bağışı ve tevfikidir (Uygunlaştırmasıdır) .

Yalnız Ulu Tanrı pek çok lütufkâr olduğundan onu kula isnat (Bir şeyi, birisi yaptı deme) eder ve her ikisi için de:
  Bu her ikisi de sendendir” buyurur.

Bir kimse, kendileri için istediklerinin karşılığı olarak göz aydınlığı olmak üzere saklanmış olan nimetleri bilemez
(Secde suresi 17)

(Soruyu soran):
“ Mademki Tanrı’nın böyle bir lütfü vardır, o halde her kim arzu eder ve gerçek bir talepte bulunursa maksadına erer mi, istediği olur mu?” dedi.

Mevlana buyurdu ki:
Fakat bu bir başsız (Öndersiz) olmaz.

Musa (Tanrı’nın selamı onun üzerine olsun) Tanrı’ya itaat ettiği zaman, Tanrı denizinde onun için yollar peyda etmiş, Musa ve ahalisi, denizden toz koparıp geçmişler, fakat karşı koymaya başlayınca, falanca çölde senelerce kalmışlardır.

İşte o zaman önder onları düzeltmeye uğraşır ve ona bağlı olup olmadıklarına, itaat edip etmediklerine bakar.

Mesela birkaç asker bir emirin hizmetinde bulunur ve onun buyruklarını yerine getirirlerse, emir de aklını onların işinde kullanır ve onların iyiliği için çalışır.

Fakat itaat etmezlerse, aklını onların ihtiyaçlarını temin için niçin kullansın?
Akıl insanın vücudunda bir emir gibidir.

Mademki vücut riayetleri (İdare altında bulunanlar) ona bağlıdır, o halde bütün işler yolunda gidecektir.

Fakat eğer ona itaat etmezlerse hepsi bozulur.

Görmüyor musun ki sarhoşluk başa vurunca, bu elden, ayaktan ve vücut riayetlerinden (İdare altında bulunanlar) ne yolsuzluklar meydana geliyor ve ertesi gün ayıldığı, kendine geldiğ zaman:

“ Ah!
Ben ne yaptım, neye vurdum, niçin küfrettim?” diyor.

Binaenaleyh önderi olan ve köylüleri, o öndere uyan, bağlı bulunan köyün işleri, her zaman yolunda gider.

Akıl da, ahali kendi emri altında bulunduğu zaman onların işlerini düzeltmeye çalışır.

Mesela:
Gideyim!
Diye düşündüğü zaman, ayak emrinde olmalıdır ki gidebilsin, yoksa gitmeyi düşünmez.

Böylece akıl vücutta emir olup, diğer varlıklar ki bunlar da halktır, hepsi kendi akıllarına, bilgilerine görüş ve bilişlerine rağmen, o veliye nispetle sırf vücut sayılırlar ve akıl onlar arasında velidir.

Eğer halk akla itaat etmezse onların durumu daima perişanlık ve pişmanlık içindedir.

Gerektiği gibi muti olurlarsa, onun her yaptığına itaat eder, kendi akıllarına başvurmazlar.

Çünkü belki kendi akıllarıyla onu anlayamazlar.
İşte bunun için ona baş eğmeleri gerekir.

Mesela küçük bir çocuğu terzi dükkânına verdikleri zaman çocuğun ustasına itaat etmesi lazımdır.

Usta ona ilinti verirse ilintilemeli, teyel alması lazım gelirse teyel almalıdır.
İşte terzilik öğrenmek istiyorsa kendi tasarrufunu bırakıp, ustanın emri altına girmelidir.

Yüce Tanrı sırf onun inayetinin (Dikkati ve gayreti) eseri olan yüz bin zahmet ve riyazetten (Açlıkla nefsi terbiye etmekten) daha üstün bulunan inayet (İyilik, lütuf, bağış) istiyoruz.

Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır
( Kadir suresi 3)

Tanrı tarafından olan bir cezbe (Tanrı’nın kulunu kendine çekişi), bütün insanların ibadetlerinden daha hayırlıdır
(Hadis) sözü birdir.

Yani bir işte O’nun inayeti (Tanrı yardımı) hâsıl (Ortaya çıkarsa) olursa, insan yüz bin defa çalışmaktan hâsıl (Ortaya çıkan) olan işi meydana getirir.

Daha fazla çalışması iyidir, hoştur, faydalıdır, ama O’nun inayeti (İyilik, lütuf, bağış) yanında ne değeri olabilir?

(Biri)
“İnayet gayret verir mi?
Diye sordu.

O dedi ki:
Niçin vermesin?
İnayet (Tanrı yardımı) gelince, gayret de gelir.

İsa(Ona selam olsun) ne gibi bir gayret gösterdi de beşikte:
Ben Allah’ın kuluyum.
Bana kitap verildi
((Meryem suresi 30) dedi.

Buyurdu ki:
Tanrı’nın elçisi Muhammed de çalışmadan mı (Mu makama ulaştı) oldu?

(O şu cevabı verdi):
Ulu Tanrı gönlünü (Göğsünü) Müslümanlığa açtığı için…”
(Zümer suresi 22)

Evvel olan fazldır (Kalıcı üstünlük, erdem, iyilik).
Bir insan içinde bulunduğu delaletten kurtulursa, bu sırf Hakk’ın fazlı ve atâsıdır (Bağışlaması, bahşişi).

Yoksa onunla beraber olan diğer yarana (Dostlara) bu hal niçin vaki olmamıştır?

O fazl (Kalıcı üstünlük, erdem, iyilik) ve mükâfattan sonra bir ateş kıvılcımı gibi sıçrayan bu hal peyda olur.

İlk önce çıkan kıvılcım atâdır (Bağışlaması, bahşişi).

Fakat pamukla kıvılcımı besler ve ateşini artırırsan, bundan sonra fazl (Kalıcı üstünlük, erdem, iyilik) ve ceza (Karşılık) hâsıl (Görünen) olur.

Bir insan Kuran’da:
Zaten insan da zayıf yaratılmıştır
( Nisa suresi 28) buyrulmuş olduğu gibi başlangıçta ufak ve zayıftır.

Fakat o zayıf ateşi beslerseniz bir âlem olur, cihanı yakar, o küçük ateş büyür ve muazzam bir şey olur.

Bu hususta Kuran’da:
Sen en yüksek ahlak üzeresin
(Kalem suresi 4) buyrulmuştur.

“ Mevlana sizi pek çok seviyor” dedim.

Buyurdu ki:
Ne benim ziyaretim, ne de konuşmam bir dostluk nispetindedir (Ölçüsündendir, bağlılıktan değil).
Ben aklıma geleni söylüyorum.

Tanrı isterse bu azıcık sözü de faydalı kılar ve göğüslerinizin içine yerleştirir.
Bundan fevkalade büyük faydalar hâsıl (Görülür) eder.

Tanrı istemezse, yüz bin söz söylenmiş de olsa, bunların hiçbiri kalbimizde yer etmez, geçip gider ve unutulur.

Mesela bir ateş kıvılcımı bir elbiseye düşünce, Tanrı isterse kıvılcım büyür, tutuşur.
İstemezse yüz kıvılcım da düşse, söner ve hiçbir tesir yapmaz.

Göklerle yerin orduları Tanrı’nındır
(Fetih suresi 4)

Bu sözler, Tanrı’nın ordusudur.
Tanrının komutasıyle kaleleri alırlar.

O, eğer binlerce askere:
“ Gidin, falan kaleye görünün, fakat almayın” buyurursa, onlar da böyle hareket ederler.

Bir tek atlıya da:
O kaleyi zapt et! Dese bu tek atlı kale kapısını açar ve kaleyi zapt eder.
Tanrı sivrisineği Nemrud’a musallat (Üzerine gönderdi) ve onu helak etti (Öldürdü).

Arifin indinde bir para ile altın ve aslan ile kedi eşittir.”
Denildiği gibi, eğer Ulu Tanrı isterse, bir para, bin dinarla yapılacak işi görür, hatta daha fazlasını.

Bin dinardan bereketi kaldırsa, bu bir paranın göreceği işi göremez
Nemrud’a sivrisineğin yaptığı gibi, eğer insana bir kedi musallat etse, onu yok eder.

Fakat öldürmek istemezse, aslanı bile musallat etse aslan ondan korkar yahut onun eşeği olur.

Mesela dervişlerden bazısı aslana binerler.

Tanrı ateşin İbrahim’e (Ona selam olsun) yakmasına izin vermediğinden, ateş İbrahim için soğuk bir madde ve güvenilir bir yer oldu, yeşillik, güllük gülistan haline geldi.

Arifler bütün bunların Tanrı’dan olduğunu bildikleri için, onların indinde hepsi eşittir.

Tanrı’dan ümit ederiz ki siz de bizim bu sözlerimizi candan dinleyesiniz.
Sözün faydası işte budur.

İçerde bulunan hırsız yardım edip kapıyı açmadıkça, dışarıdan gelen hırsız kapıyı açamaz.

Bunun gibi içerden bir kabul ve tasdik eden olmadıkça, bin söz söylesen de faydası olmaz.

Mesela bir ağacın kökünde içten gelme bir nemlilik, canlılık olmasa, sen ona bin selin suyunu döksen yine faydasızdır.

Evvela kökünde içten gelme bir ıslaklık ve dirilik olmalıdır ki suyun ona yardımı dokunsun.

(Bu dünyada) Eğer yüz binlerce nur görseler de nurun aslından başkasına değer vermezler.

Bütün âlem nur kaplamış olsa, gözde bir nur olmadıkça, hiçbir zaman o nuru göremez.
Bunda esas olan nefisteki o kabiliyettir.

Nefis başka, ruh başkadır.
Görmüyor musun ki nefis, insan uykuda iken, nerelere gider.

Hâlbuki ruh vücutta kalır.
Dolaşan nefistir ve başka bir şey olur.

(Biri):
“ Ali’nin nefsini bilen Tanrı’yı da bilir, dedikleri bu nefis midir?” diye sordu.

O.
“ Bu nefistir, denilse bunu da yabana atmamak lazımdır.
Biz eğer o nefsi anlatırsak, bunu anlayacaktır.
Çünkü o, bu nefsi bilmiyor.” Dedi.

Mesela eline küçük bir ayna alsan, ayna iyi, büyük veya küçük de gösterse aynı şey olur.

Bu söylemekle anlaşılır şey değildir.
Söylemekle ancak bu kadar olur.

Onda bir şüphe meydana gelir.

 Bizim dediğimiz şudur:
Bir alem vardır, biz onu aramalıyız.

Bu dünya ve dünyada olan güzel, hoş şeyler, insanın hayvanlık tarafının nasibidir.
Hayvanlığını kuvvetlendirir.

Esas olan insanlık tarafı ise günden güne eksilir.
İnsan konuşan hayvandır derler.
O halde (o) iki şeyden ibarettir.

Bu dünyada onun hayvanlık tarafının yiyeceği, bu şehvet verici şeyler ve arzulardır.

Özünün, yani insan olan tarafının besini ise bilgi, hikmet (Kontrol) ve Tanrı’nın Cemalidir (Yüzü).

İnsanın hayvanlık tarafı Hak’tan (Kaçmak), insanlık tarafı ise dünyadan kaçmaktır.

O sizi yarattı, kiminiz kâfir, kiminiz mümindir
(Teğabün suresi 2)

Bu vücutta iki şahsiyet daima savaşmaktadır.
Bakalım talih kimin yüzüne gülecek ve kime yar (Sevgili) olacaktır.

Hiç şüphe yok ki bu dünya kıştır.
Cemadata niçin cemad diyorlar?

Hepsi cansız ve donmuş olduğu için.
Bu dağların, taşların büründükleri varlık elbisesi tamamen donmuş ve cansızdır.

Mademki bir kış yoktur, o halde onlar için donmuş ve cansızdırlar?
Âlemin (Dünya) manası mücerrettir (Soyulmuş, çıplak, tek).

Göze görünmez, yalnız tesiri vasıtasıyla anlaşılır.
Bu âlem, onda her şeyin donmuş ve cansızlaşmış olduğu bir kış mevsimi gibidir.

(Fakat bu) nasıl bir kıştır?
(Bu) Akli bir kıştır., hissi değildir.

O ilahi hava esince, tıpkı temmuzun sıcağında, bütün donmuş, cansız şeylerin erimesi gibi, dağlar da erimeye başlar ve âlem su olur.

Kıyamet günü de o hava gibidir, zuhur edince hepsi erir.
Yüce Tanrı bu kelimeleri bizim askerimiz yapar

Düşmana karşı koymak ve düşmanı yok etmek için sizin etrafınıza bir set çekerler.

Fakat esas içerdekiler düşman olur, dışarıdakiler bir şey değil.
Ne olabilir?

Görmüyor musun, o kadar binlerce kâfir bir tek kâfirin esiridir.
Ve o hepsinin padişahıdır.

Nefsi kâfir de düşmanların esiridir
O halde anladık ki burada rol oynayan düşüncedir.

Böyle zayıf, bulanık bir düşünceye binlerce kişi, hatta alem esir olursa, sonsuz düşüncelerin bulunduğu yerde, onun büyüklüğü ve şanı nasıl olmalıdır?

Bunlar alemleri nasıl kaplar ve elde eder, düşmanları nasıl yok ederler?
Sınırsız, sayısız yüz binlerce insanların, sonu olmayan ve sahraları bir baştan öbür başa kadar kaplayan bir ordunun bir adama esir olduğunu açıkça görüyoruz.

Bu adam ise değersiz bir düşüncenin esiridir.
Bütün bunlar bir tek düşünceye esir olursa, o çok büyük, eşiz, tehlikeli, kutlu ve yüce düşünceler karşısında acaba ne yaparlar?

O halde anlamış olduk ki iş düşüncelerinin elindedir ve suretler, düşüncelere bağlıdır, onların aletidir.

Bunlar, düşünce olmaksızın hiçbir işe yaramazlar, cemadat (Cansızlar) sayılırlar.

Şu halde; her şeyi suretten (Görünenden) bilen, gören de cemad olur ve onun mana âlemine yolu yoktur.

Görünüşte ihtiyar ve yüz yaşında olsa bile buluğa ermemiş bir çocuktur.

Peygamber:
“ Biz küçük savaştan büyük savaşa döndük”
(Hadis) buyurmuştur, yani biz suretlerle savaşıyor ve dış düşmanlarımızla dövüşüyorduk.

Şimdi ise düşünceler ordularıyla savaşıyoruz.

İyi düşüncelerin, kötü düşünceleri bozguna uğratması, vücut illerinden çıkarıp atması için savaşıyoruz.

İşte en büyük savaş ve dövüş budur.
Binaenaleyh, çalışan düşüncelerdir.

Bunlar arada vücut olmadan faaliyette bulunur ve rol oynarlar.
Mesela faal olan akıl, hiçbir alet olmadan, bu gökleri döndürüyor ve bize, alete ihtiyacı olmadığını gösteriyor.

ŞİİR:
Sen bir cevhersin (Başkasına muhtaç olmayan, tek başına varlık olan) ve iki âlem senin ârazındır (İşaretler, alametler).

Bu cevheri (Başkasına muhtaç olmayan, tek başına varlık olan)   , ârazdan  (İşaretler, alametler) istersen, ararsan ayıp olur.

İlmi gönülden arayan kimseye ağla,
Aklı canından ayıran kimseye gül.

Mademki ârazdır, (İşaret, alamet)  ârazla kalmamak gerekir.
Çünkü bu cevher (Başkasına muhtaç olmayan, tek başına varlık olan) misk torbası gibidir.

Dünya ve dünya zevkleri, lezzetleri de misk kokusuna benzer.
Bu koku âraz (İşaretler, alametler) olduğu için kalmaz.

Her kim bununla yetinmeyip, bunu (Dünya zevklerini) aramayıp da miski ararsa iyi eder, fakat herkim misk kokusu ile kanaat ederse kötüdür.

Çünkü elinde kalmayacak bir şeye el atmıştır.
Koku, miskin sıfatıdır.

Bu dünyada misk bulundukça, koku da vardır.
Fakat dünyaya çevirirse, o zaman bu koku ile yaşayanlar ölürler, koku miskle beraber bulunduğundan, kokunun gittiği yere giderler.

İşte bu yüzden talihli olan insan, bu koku kendisine gelen ve onun aynı olan kimsedir.

Bundan sonra misk o insan için artık yol olmaz.
Esasen miskin zatında baki (Ebedi) kalır ve aynen misk olur.

Sonradan bu âleme koku ulaştırır.
Dünya ondan hayat bulur.

Onda kendisinden sadece eski ismi kalmıştır.
Mesela, bir at veya bir hayvan tuzlukta çürüyüp tuzlaşsa, onda atlıktan, isimden başka bir şey kalmamış, tuz denizi olmuştur.

Bu adın onun işine ve tesirine ne zararı olabilir?
Onu tuz olmaktan alıkoymaz.

Tuz madenine de başka bir ad taksan tuzluktan çıkar mı?
Çıkmaz.

İşte bunu için insanın, Tanrı’nın nuru ve aksinden başka bir şey olmayan bu dünya zevklerinden ve güzelliklerinden geçmesi ve bu kadarla yetinmesi lazımdır.

Her ne kadar bu Tanrı’nın lütfu ve güzelliğinin nuru ise de ölümsüz değildir.

Onun ölümsüzlüğü Tanrı’ya nispetledir, halka nispetle değil, tıpkı güneşin evlerde parlayan ışığı gibidir.

Bu evleri aydınlatan ışık, her ne kadar güneşin o ışığı ve nuru ise de güneşe bağlı ve onunla beraberdir.

Güneş batınca o ışık ve aydınlık da kalmaz.
Ayrılık korkusu kalmaması için güneş olmak lazımdır.

Bir amel (Şeraitin emirlerini yerine getirmek) bir de ilim mevcuttur.
Bazı kimselerin ameli (Şeraitin emirlerini yerine getirmek) vardır,
fakat ilmi yoktur.
Bazılarının da ilmi vardır ama ameli yoktur.

Eğer bir kimsede bu her ikisi birden bulunuyorsa, o tam ve başarılı bir insan olur.

Bunun benzeri aynen şöyledir:
Mesela, bir adam yol yürüyor, fakat bunun gideceği yol olup olmadığını bilmeden, körü körüne yürüyor.

Sonunda karşısına mamur bir yer çıkıyor veya bir horoz sesi duyuyor.
(Birde) yolu bilerek yürüyor, bu alamete, nişana ihtiyacı olmuyor.

Nerede öteki adam ve nerede bu?
O halde ilim her şeyden üstündür.

                     ***

FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ

Maarif basımevi 1954

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Ziyaret edilenle ziyarete gidenin aynı mesafede olduğunu öğrendik.

2.   Olandan alıp olmayana veren kişinin gerçekte asıl o şeyin sahibi olduğunu öğrendik.

3.   Hayırlı ve faydalı iş yapmayanı dövdüklerinden dövenin Tanrı emriyle bu işi gerçekleştirdiğini öğrendik.

4.   Dünyanın bir ev olduğunu, gelip gidenlerin olduğunu öğrendik.

5.   Haklı bulunan kimseye mazlum dendiğini öğrendik.

6.   Yanlış iş yapana zor kullanılarak doğru davranışa mecbur etmenin doğru bir davranış olduğunu öğrendik.

7.   Yaratılmış olanları affetmenin, merhamet etmenin, bağışlamanın, Allah’ın verdiklerine razı olmak ve hoşnut olmanın Allah’ın da bize böyle davranacağı ümidini taşıyarak ahret hazinelerine sahip olabileceğimizin müjdesini Peygamberimizin mübarek ağzından söylendiğini öğrendik.

8.   Her şeyi Allah yaptığını ama bu yapılanın şerefini çalışıp uğraşana verdiğini öğrendik.

9.   Öndere bağlanıp itaat etmenin getirisinin diğer uğraşılardan daha fazla olduğunu öğrendik.

10.                  Allah’ın peşinen verdiğinin çok kıymetli olduğunun farkına varmak ve bu verilen nimete karşılık vermek gerektiğini öğrendik.

11.                  Allah’ın bereketli kılmasını istememiz gerektiğini öğrendik.

12.                  Kendi gözümüzde nur oluşturmadıkça başka nurlu şeyleri göremeyeceğimizi öğrendik.

13.                  Nefsimizin isteklerle her yere gittiğini öğrendik.

14.                  Güzel bir koku işareti alırsak bunun zevkiyle uğraşmak yerine bu kokunun kaynağına gitmek gerektiğini öğrendik.

İşte böyle yaren,

Yol Allah’tan geldik yine Allah’a gideceğiz.
Ölmeden önce geldiğimiz yere gidersek eksikliklerimizi görür ve tamamlar, bu yolculukta gerekenleri yola çıkmadan temin ederiz.

Ölmeden önce ölen, bu yolculuğu tamamlayan büyüklerimiz bize yolu tarif ettiler, yolu aydınlattılar, yolculuğumuzun selametle tamamlamamız için gerekenleri bize bildirdiler.

Bu zorlu yolda gidip gelen, yolu kolaylaştıran, esas zorlukları çeken ve bize bilgi veren büyüklerimizin ilmine sahip çıkmamız gerekiyor.

Bize düşen bu ilim sahiplerinden bu yolu öğrenmek ve yoldan gitmek gerekiyor.

Bilgiler her yerden gelir ama bizim çok dikkat etmemiz gereken yolu belli, gidilecek belli yeri ve durumu tarif eden ve açıklayan olmalıdır.

                                         *
RAVLİ

Popüler Yayınlar