13 Ocak 2013 Pazar

FİHİ MAFİH 4. FASIL

Biri: “ Burada bir şey unutmuşum” dedi.
(Mevlânâ) buyurdu ki:

Dünyada bir şey vardır.
O da unutulmaz.

Eğer her şeyi unutsan da onu unutmasan korku yok.
Fakat her şeyi yerine getirsen, hatırlasan, unutmasan da onu unutsan hiçbir şey yapmamış olursun.

Mesela, bir padişah seni belli bir iş için bir köye yollasa, sen de gitsen de o işten başka yüzlerce iş başarsan, hangi iş için gittiysen onu yapmadın, başarmadın ya, hiçbir iş başarmamış sayılırsın.

Şu halde insan dünyaya bir tek iş için gelmiştir, maksat odur.
Onu yapmazsa, hiçbir şey yapmamış olur.

"Biz emaneti göklere ve yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler (Sorumluluğundan) korktular.

Onu insan yüklendi.
Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.
(Azhab suresi 72)

Biz emaneti göklere ve yere bıraktık.
Bunlar, onu üzerine almaktan çekindiler, bunu insan üzerine aldı.

Bak onun elinden kaç iş birden geliyor ki akıllar bile hayret içinde kalıyor:
Taşları, Lâl ve yakut, dağları altın ve gümüş madeni yapıyor.

Yeryüzündeki bitkileri harekete getirip diriltiyor ve Âden cenneti haline getiriyor.

Yer, taneleri kabul ediyor, ürün veriyor, ayıpları örtüyor ve daha anlatılamayacak kadar çok, yüz binlerce tuhaf şeyleri kabul ediyor, meydana getiriyor,

Bunun gibi dağlar da türlü-türlü madenler ortaya çıkarıyor.
Bütün bu işleri yaptıkları halde onların ellerinden bir iş gelmiyor.

Şu halde o bir iş, yalnız insanın elinden geliyor.

Esasen Tanrı:
“ Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık
(İsra suresi 70) buyuruyor, biz göğü ve yeri şereflendirdik demiyor.

Fakat o iş ne göklerin, ne yerlerin ve ne de dağların elinden gelmeyip yalnız insanın elinden geldiğine göre, insan gerçekten çok kötü ve çok bilgisizdir.

Sen eğer:
Elimden şu kadar iş geliyor, ama o işi yapamıyorum dersen, bunun hiçbir değeri yoktur.
Çünkü insanı başka işler için yaratmadılar.

Bu tıpkı şuna benzer:
Mesela sen padişahların hazinelerinde bulunan kıymetli Polat’tan (Sert çelikten) yapılmış bir Hint kılıcını:

“ Ben, bu kılıcı işe yaramaz bir halde bırakıyorum” diye getirip kokmuş bir eti doğramak için satır yerine kullanırsan veya bir zerresiyle, yüz tane tencere alabilecek olan, altından bir tencere ile şalgam pişirirsen veyahut mücevherlerle süslü bir bıçağı, kırık bir kabağı asmak için, çivi yerine kullanıp:

“ Ben bu bıçağı işe yaramaz bir halde tutuyorum, ona kabak asıyorum” dersen yazık olmaz mı, buna gülünmez mi?

Hâlbuki kabağın işi, bir paralık tahtadan veya demirden bir çivi ile de görülür.

Yüz dinarlık bir bıçağı, böyle işe bağlamak, akıl kârı mıdır?
Ulu Tanrı sana, pek büyük değer vermiştir.

Allah müminlerin canlarını, mallarını kendi yolunda harcamaları karşılığında, onlara cennet vermiştir.

Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır.

O müminlere müjdele!”
(Tevbe suresi 112)

ŞİİR:
Sen, değerinle ve düşüncenle iki âleme bedelsin.
Ama ne yapayım ki kendi değerini bilmiyorsun.

Kendini ucuz satma; çünkü değerin pek yüksektir.
Ulu Tanrı buyuruyor ki:

Sizi de, soluklarınızı da, vakitlerinizi de, mallarınızı da, zamanınızı da satın aldım.

Eğer bunları, benim için harcar, bana verirseniz karşılığı ölümsüz cennettir.
Senin benim yanımdaki değerin budur.

Eğer kendini cehennem karşılığında satarsan, kendine kötülük yapmış olursun.

Tıpkı o adamın o yüz dinarlık bıçağı duvara saplayıp ona bir kabak yahut bir testi asan kişi gibi.
Gelelim şimdi sana.

Sen:
“Kendimi yüksek işlere veriyorum, fıkıh, hikmet, astronomi, tıp ve daha başka bilgiler okuyorum, öğreniyorum” diye bahaneler gösteriyorsun.
Sonucu, bunların hepsi de kendin içindir.

Eğer öğrendiğin fıkıh ise bu, bir kimsenin elinden ekmeğini kapmaması, elbiseni üstünden soymaması, seni öldürmemesi ve selamette bulunman içindir.

Eğer astronomi bilgisi ise, feleğin ahvalini, tesirlerini, yeryüzünde ucuzluk, pahalılık, güven ve korku olup olmadığını bilmek ve ona göre kendini ayarlamak içindir.

Eğer yıldız (Sitare) ise uğurlu, uğursuz bir yıldızın, senin talihinle ilgili bulunmasındandır.

Düşünecek olursan, aslın sen olup, bütün bunların senin fer’in (Parlaklık, aydınlık) olduğunu anlarsın.

Fer’in bu kadar sonsuz anlatımlar, acayipleri, halleri ve garip âlemleri olursa, esas olan senin, bak ki ne gibi hallerin olması lazım?

Senin Ferlerinin yükselişleri, inişleri, uğurlu ve uğursuz halleri olursa, esas olan senin için nurlar âleminde bak ki ne inişler ve çıkışlar, nasıl uğursuzluklar ve uğurlar, zarar ve faydalar vardır.

Mesela falan ruhun şu özelliği vardır, ondan şu gibi haller görünür ve o ruh falan işe yarar (Derler),

Ben Tanrı’nın indinde gecelerim.
O beni yedirir ve içirir.

(Hadis) buyrulduğu veçhile, senin için yemek, yemek ve uyumak besininden başka, bir besin daha vardır.

Sen bu dünyada, o besini unutmuş, bununla meşgulsün.
Gece gündüz vücudunu maddi besinle besliyorsun.

Olsa olsa, bu vücut senin atındır ve bu dünya o atın ahırıdır.
Atın yemi, binicinin yiyeceği olamaz.

Onun kendine göre uykusu, yiyeceği ve nimetleri vardır.

Fakat, hayvanlık duygusu seni yenmiş olduğundan ve atların ahırında, atların başı ucunda kalmış bulunduğundan, Beka âleminin emirleri ve şahlarının sırasında yerin yoktur.

Kalbin burada, fakat vücudun seni yenmiş olduğu için onun hükmü altına girmiş ve onun esiri olarak kalmışsın.

Tıpkı şunun gibi:
Mecnun Leyla’nın iline gitmek istediğinden, aklı başında olduğu müddetçe, devesini o tarafa sürüyor, fakat Leyla’nın hayaline dalınla, kendini ve deveyi unutuyordu.

O sırada deve, köydeki yavrusunu hatırlayıp gerisin geriye                         gitmeye başladı.

Köye ulaştığı zaman Mecnun da kendine geldi.
İki günlük yolu geri gitmişti.

Böylece üç ay yolda kaldı.
Nihayet:

“ Ben deve benim başımın belası!” dedi ve feryat ederek deveden atlayıp yola düştü.

BEYİT:
Benim devemin arzusu geride,
Benim ki ise ilerde.

Ben ve o, yön tayininde ayrılmış oluyoruz.

Buyurdu ki:
Seyid Burhaneddin Muhakkik (Tanrı onun aziz olan ruhunu takdis etsin) konuştuğu sırada, biri geldi ve:

“ Falandan senin methini duydum” dedi.
O.

“ Bakalım o falan nasıl bir kimsedir?
Beni tanıyıp övebilecek bir halde midir?

Beni eğer, sözlerimle tanımamışsa tanımamış demektir.
Çünkü bu ses, bu söz, bu ağız ve dudak kalmaz, bunların hepsi arazdır (İşarettir).

Yok, eğer işlerimizle tanımışsa işte o zaman beni övebilir ve bu övmenin bana ait olduğunu bilirim.” Dedi.

Buna benzeyen bir hikâye var.
Rivayet ederler ki:

Padişahın biri, oğluna hüner sahibi bir topluluğa teslim etmiş ve o topluluk da ona yıldız bilgisi, reml  (Bir takım nokta ve çizgilerle kayıptan haber verme dolandırıcılığı) ve daha başka bilgilerden öğretmişti.

Çocuk, pek aptal olmakla beraber bu bilgileri elde etmiş, tam usta olmuştu.
Bir gün padişah, yüzüğünü avucuna aldı, oğlunu sınamak için gel dedi.

 “Söyle bakalım, avucumda ne var?”
Çocuk:

“Avucundaki dedi, yuvarlak, sarı, ortası boş bir şeydir” dedi.

Padişah:
 Alametleri (İşaret, iz, nişan, belge) doğru verdin, o halde ne olduğuna hükmet” deyince.

Çocuk:
Kalbur olması lazım” dedi.

Padişah dedi ki:
“Akılları hayrette içinde bırakan bu kadar alameti, bilgi ve tahsil sayesinde söyledin, fakat kalburun avuca sığamayacağına nasıl akıl erdiremedin.

Bunun gibi zamanımızdaki bilginleri de kılı kırk yarıyorlar. Kendilerine ile ilgili olmayan şeyleri iyi biliyorlar

Onları etrafıyla vakıftırlar, fakat önemli olanı ve kendine her şeyden daha yakın olan bir şey var ki bu da onların benliğidir.

Bunun yapılması doğrudur, bunun ki doğru değildir, şu helâldir yahut haramdır diye her şey hakkında helâl ve haram olması bakımından, hüküm verdiği halde, kendi mahiyetini ( Aslı, esası, içyüzü, kendilik, doğa) helal midir, yoksa haram mıdır, temiz midir yoksa pis midir bilmez.

Binaenaleyh (Söylemiş olduğu gibi) bu boşluk, sarılık, şekil ve yuvarlak arızidir (Sonradan ortaya çıkan, gelip geçici).

Ateşe attığın zaman, bunların hiç birisi kalmaz.

Bu alametlerin (İşaret, iz, nişan, belge) hepsinden kurtulmak zati (Kendisiyle ilgili, kendisine ait, kişilik, özlük, özel) olur.

Bir insana verilen iş, söz vesaire gibi şeylerin hepsi de bunun gibidir.
Onun cevheriyle (Başkasına muhtaç olmayan, kendisi tek başına ayrı bir varlık olan) alakası yoktur.

Bütün bu şeyler yok olduktan sonra kalan şey o cevherdir.
(İşte o bilginlerin) alametleri de böyle olur.

Bütün bu şeyleri söyleyip anlattıktan sonra, kalburu bir avuç içine sığdırmaya kalkarlar.

Çünkü onların esas olan şeyden haberleri yoktur.
Ben kuşum, bülbülüm, papağanım.

Eğer bana, başka türlü ses çıkar derlerse yapamam.
Çünkü benim dilim böyledir ve bundan başkasını söyleyemem.

Kuş seslerini öğrenen kimse, kuş olmadığı gibi, aynı zamanda kuşların düşmanı ve avcısıdır.

Kendini kuş zannetmeleri içi, onlar gibi ses çıkarır ve ıslık çalar.
Ona bu seslerden daha başka sesler çıkar diye emretseler bunu da yapabilir.

Çünkü ses onun değildir, onda eğretidir(Gelip geçici, sahte).
Bunun için başka bir ses de çıkabilir.

Halkın kumaşını çalan (hırsız) her evden bir kumaş göstermeyi de öğrenmiştir.

FİHİ MAFİH HAZRETİ MEVLANA
MAARİF BASIMEVİ 1954

Neler öğrendik.

1.   Allah’ın bizi dünyaya getirmesinin, nimetler vermesinin nedenini unutmamamız gerektiğini öğrendik.

2.   Zalimlikten ve cahillikten kurtulmamız gerektiğini öğrendik.

3.   Allah’ın bizi şerefli olarak yarattığını, bu şerefi yaşam boyunca sahip çıkmamız ve korumamız gerektiğini öğrendik.

4.   Verilen ruhu, aklı, canı, gönlü, kalbi ve vücudu şerefine uygun kullanmamız gerektiğini öğrendik.

5.   Değerimiz ve düşüncemizin büyük olduğunu bilmemiz gerektiğini ve bu büyüklüğe talip olanın, satın alanın Allah olduğunu ve Allah yolunda harcamamız gerektiğini, Allah tarafından bu davranışımızın karşılığı verileceğini öğrendik.

6.   Allah yoluna çalışmayıp da kendi keyfine göre davrananların karşılığının da cehennem olduğunu öğrendik.

7.   Bizi taşıyan vücudun binek olduğunu, ruhun da buna binen ve komuta ederek istediği yere giden süvari olduğunu ve her ikisinin de ayrı gıdaları olduğunu öğrendik.

8.   Ruhun gıdasının Allah’a hizmet etmek yani emrettiği gibi davranmak olduğunu öğrendik.

9.   Dünya sevgisine âşık olanların âşık olduğunun hayaline dalıp Allah’a giden yoldan mahrum kaldıklarını öğrendik.

10.                  Övgüde sadece söylenmiş parlak sözlerin yeterli olmadığını, o kişiyi yaptığı işleri yakinen tanıdıktan sonra ancak övgünün doğru ve kabul edilebilir olduğunu öğrendik.

11.                  Akıl erdirme gücü olmayanların bilginin ne manaya geleceğini anlayamayacaklarını öğrendik.

12.                  Bilgiyi öğrenip de unuttuktan sonra bizde kalan ne ise onun öz olduğunu, bunun da kıymetli olduğunu öğrendik.

13.                  Bilgi öğrenirken o bilginin esas kaynağı olan cevhere ulaşmamız gerektiğini öğrendik.

14.                  Her bilgiden bir şey aşırıp konuşanların derinlemesine bilgisi olmadığını, özü kavrama yeteneklerinin olmadığını öğrendik.

İşte böyle yaren,

RAVLİ AKIL yaz Google den inceleme yapmalısın.

RAVLİ BİLGİ yaz Google den inceleme yapmalısın.

Her insanın öğrendiğini kendi kafasında değerlendirdiğini ve bunu saygı görmek için kullandığını görmekteyiz.

Kimi ayetlerden ve hadislerden kendi kafasına göre yorum yapmakta ve o sözü edilen güncel olayı buna göre yorumlamaya çalışmaktadırlar.

Herkes kendini o konunun uzmanı sanıp boy göstermekte ve çekinmeden söz sarf etmektedirler.

Yani takım çantası edinmiş acemi birinin ustayım diye dükkân açması gibi.

Öncelikle kendi yaptığımız işin Tanrı ölçülerine uygun olup olmadığını doğru sözlü bir bilginden eleştirmemizi isteyip kendimizi düzeltmemiz gerekmektedir.

Mevlana hazretlerinin bile doğruyu yüzüme söyleyen dosttan mahrum etme diye dua ettiğini hatırlamalıyız.

                                      *
RAVLİ

 

 

Popüler Yayınlar