12 Ocak 2013 Cumartesi

FİHİ MAFİH 3. BÖLÜM

“Birisi, gece-gündüz canım da, gönlüm de tapınızda hizmet etmede; fakat Moğollarla uğraşmaktan, onların işleriyle oyalanmaktan vakit bulup da tapınıza gelemiyorum” dedi.

Mevlânâ buyurdu ki:
Bu işler de Tanrı işi; çünkü Müslümanlığın güvenliğini temin ediyor.

Siz onların gönüllerini rahat ettirmek ve birkaç Müslüman, emniyet içinde ibadete koyulsun diye kendinizi, malınızla, bedeninizle feda ettiniz.

Bu da hayırlı bir iştir.
Ulu Tanrı mademki böyle bir hayırlı işe meyil vermiş, ona aşırı rağbet göstermeniz Tanrı yardımına mazhar oluşunuza delilidir.

Eğer bu arzunuz zayıflayacak veya eksilecek olursa, bu da Tanrı yardımından mahrum kalacağınıza işarettir.

 Çünkü ulu Tanrı, büyük ve hayırlı bir işin onun vasıtasıyla yapılmasını, o kimsenin sevap kazanmasını ve derecesinin yükselmesini istemiyor demektir.

Bu, sıcak bir hamama benzer.
Hamam sıcaktır amma o sıcaklığı, külhanda yanan ot, odun, tezek gibi şeylerdendin.

Ulu Tanrı, görünüşte kötü görünen, insanı tiksindiren sebepler meydana getirir; görünüşte kötüdür amma hamamcı için yardımdır, lütuftur.
Hamam bunlarla kızar, halka da faydası dokunur.

Bu sırada dostlar geldiler, (Mevlana)içeri girdiler.
Özür getirerek buyurdu ki:

Size kalkmıyorum, söz söylemiyorum, hal-hatır sormuyorum amma bu size saygı gösterdiğim içindir.

Çünkü her şeyin saygısı, o zamana uygun olur.
Namaz kılarken babayı, kardeşi sormak ve saygı göstermek yakışmaz.

Namazdayken dostlara, yakınlara iltifat etmemek, iltifatın, okşamanın ta kendisidir.

Çünkü onların yüzünden kendisini ibadetten, Tanrıya dalıştan ayırmaz, hatırı dağılmamış olur.

Sen onlar yüzünden kendini ibadetten ve dalmış olduğun dini halden ayırmaz ve huzurunu bozmazsan, böylece onlar da günaha girmemiş ve şikâyeti hak etmemiş olurlar.

İşte bunun için insanı günaha sokan, siteme müstahak (Cezaya layık olan) eden bir şeyden çekinmek, bizzat iltifat ve gönül almaktır.

Çünkü onları cezalandıran bir şeyden sakınılmıştır.” Buyurdu.

Biri:“Tanrıya namazdan daha yakın olan bir şey var mıdır?” diye sordu.

Buyurdu ki:
“ Hem-namaz (Namaz cinsi) vardır, ama namaz, yalnız bu görünen şekil değildir.
Bu, namazın kalıbıdır; çünkü bu namazın önü vardır, sonu vardır.

Önü, sonu olan her şey kalıptır; çünkü tekbir, namazın önüdür, selâm namazın sonu.
Şehadet getirmek de yalnız dille söylenen söz değildir.

Çünkü onun da önü vardır, sonu var.
Harfe, sese gelen her şeyin önü, sonu olur, o da görünüştür, kalıptır.

Onun ruhu benzersiz ve sonsuzdur, başı sonu yoktur.
Bu namazı nebiler bulmuşlardır ve bunu ortaya çıkaran nebi:

 "Allah’la bir vaktim olur ki o zaman, oraya ne şeriatla gönderilmiş bir peygamber sığabilir ve ne de Tanrıya yaklaştırılmış bir melek"
(Hadis)

Şu halde bildik-anladık ki namazın ruhunun, yalnız şu görünen şekil değildir; Allah âlemine dalıştır, kendinden geçiş olduğunu bilmiş olduk.

Çünkü bütün şekiller dışarıda kalır, oraya sığmazlar.
Katıksız, sırf mana olan Cebrail bile oraya sığmaz.

Bilginlerin sultanı, âlemin kutbu olan (Tanrı sırrını kutlasın) Mevlânâ Bahâeddin Veled'den (Mevlana’nın babası) gelen bir hikâye vardır:

Bir gün ashabı (Yakınları) onu dalmış buldular.
Namaz vakti de geldi.

Müritlerden bazısı Mevlana’ya:
“ Namaz vaktidir” diye seslendiler.

Mevlânâ, sözlerine aldırış bile etmedi.
Onlar kalktılar, namaza koyuldular.

İki mürit Şeyh'e uydu, namaza kalkmadı.
Namaza durmayan o iki müritten birinin adı Hâcegî adlı bir müride sır gözüyle, namaz kılan ashabın hepsinin imamla beraber namaz kılanların arkalarının kıbleye dönük, şeyhe uyan o iki müridin ise yüzlerinin kıbleye dönük olduğunu apaçık gösterdiler.

Çünkü Şeyh, benlik ve bizlik iddiasından geçip, onun (O)luğu fena buldu.
Varlığından bir şey kalmadı.

 "Ölmeden önce ölünüz"
(Hadis) sözü gereğince Tanrı’nın nuru olmuştur.

Her kim arkasını Tanrı’nın nuruna ve yüzünü duvara çevirirse, mutlak surette arkasını kıbleye çevirmiş olur.

Çünkü artık o, kıblenin canı olmuştur.,İnsanların yöneldikleri Kabe’yi Peygamberler yapmamış ve o, alemin kıble-gâhı (Kıblenin bulunduğu yöre) olmamış mıdır?

O halde Peygamber kıble olursa daha uygun olur.
Çünkü kıble, onun için kıble olmuştur.

Mustafâ (Tanrı’nın salâtı onun üzerine olsun) bir dostuna:
“ Seni çağırdım, niçin gelmedin?” diye azarladı.

O:“ Namaz kılmakla meşguldüm” dedi.
Peygamber:

Peki!
Ben seni çağırmadım mı?” deyince,

O: Ben biçareyim (Çaresizim)” dedi.

Peygamber ona buyurdu ki:
Her zaman biçare olman ve kudretli olduğun zaman kendini, acizken olduğu gibi biçare görmen iyidir.

Çünkü senin kuvvetinin ve kudretinin üstünde bir kudret vardır.
Sen bütün hallerde, Hakk’a mahkûmsun.

İki parçaya ayrılmış değilsin ki bazen çaresiz, bazen kudretli olasın.
Onun kudretine bak ve kendini her zaman elsiz, ayaksız ve biçare gör.

Zayıf bir insan şöyle dursun, aslanlar, kaplanlar, timsahlar bile ona nispetle zavallıdır ve Tanrı’nın korkusuyla titrerler.

Yerler, gökler hepsi acizdir.
Ve hepsi O’nun hükmünün esiridir.

O büyük bir padişahtır ve nuru ayın, güneşin nuruna benzemez ki varlığı ile bir şey yerinde kalabilsin.

Bu nur, perdesiz olarak görünecek olursa, ne gök, ne yer, ne güneş ve ne de ay kalır.

O dost, namaz kılıyordum dedi.
Mustafâ dedi ki: Seni ben çağırmadım mı?

Adam, çaresizim ben dedi.
Mustafâ buyurdu ki:

Her vakit kendini çaresiz görürsen iyidir.
Bunda kaldığın zaman nasıl kendini çaresiz görüyorsan, her halde, hatta gücün-kuvvetin yeterken de çaresiz görmelisin.

Çünkü senin gücünün- kuvvetinin üstünde bir güç-kuvvet var ve sen, her halde Hakka karşı yok olmuş-gitmişsin.

İkiye bölünmüş değilsin sen ki kimi zaman çaren elinde olsun, kimi zaman çaresiz kalasın.

Onun gücünü-kuvvetini gör de kendini her zaman çaresiz, elsiz-ayaksız, bunalmış yoksul olmuş bil.

Arık bir adamın da yeri mi var, sözü mü olur?
Aslanlar, kaplanlar, timsahlar bile onun karşısında hep çaresizdir, tir-tir titrerler.

Gökler, yerler, hep çaresizdir, onun buyruğuna uymuştur.
O pek büyük bir padişahtır; onun ışığı, ayın, güneşin ışığına benzemez ki o ışık varken herhangi bir şey, olduğu yerde kalakalsın.

Onun ışığı, perdesiz yüz gösterdi mi, ne gökyüzü kalır, ne yeryüzü...
Ne güneş kalır, ne Ay, O padişahtan başka kimsecik kalmaz.
"Her şey helâk olur, ancak onun hakikati kalır"

HİKÂYE:
Padişahın biri, bir dervişe:” Tanrı’nın huzurunda, Tanrı’nın kendisini gösterdiği ve yakın olduğun anda, beni hatırla!” dedi.

Derviş:
O huzurda, güzelliğin güneşi bana vurunca ben kendimi bile hatırlamıyorum, seni nasıl hatırlayayım? Cevabını verdi.

Fakat Ulu Tanrı, bir kulu seçti de kendi varlığında yok ederse, bunun eteğine yapışıp ihtiyacını bundan dileyen herkesin dileğini, o adam büyük Tanrı’nın huzurunda yâd (Hatırlama, anma) etmemiş bile olsa yüce Tanrı yerine getirir.

Bir hikâye anlattılar:
Bir padişah varmış, onun da pek özel, pek yakın bir kulu varmış.

O kul, padişahın sarayına gideceği vakit ihtiyacı olanlar dertlerini anlatırlar, ona, padişaha sunsun diye yazılı kâğıtlar verirlermiş.

O da bu kâğıtları cüzdanına kormuş.
Fakat padişahın karşısına vardı mı, padişahın güzelliğinin ışığı o kula vururmuş da kul, padişahın karşısında kendinden geçmiş bir halde yere düşermiş.

Padişahsa benim güzelliğime dalıp giden kulumun nesi var, nesi yok diye âşıkçasına onun göğsünü, cebini yoklar, cüzdanını ararmış.

Derken o yazdı kâğıtları bulur, neler yazılmışsa hepsini bulur, hepsinin istediği şeyi mektuplarının arkasına yazarak, tekrar kâğıtları cüzdanına kormuş.

Böylece o söylemeden herkesin ihtiyacını giderir, bir tanesini bile reddetmezmiş.
Hatta dileklerini kat-kat, dilediklerinden de fazla verirmiş.

Aklı başında olan kölelerin, padişahın huzurunda arz ettikleri, ihtiyaç sahiplerinin dileklerinden ancak yüzde biri, yerine getiriliyordu.

FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif 1954 İstanbul

Neler öğrendik:

1.   Müslümanların rahat ve huzur içinde ibadet etmelerini sağlamak için imkânlarını kullanarak hizmet edenin de hayırlı bir iş yaptığını ve Allah’ın yardımıyla ve sevap kazandığını, derecesinin yükseltildiğini öğrendik.

2.   Namaz kılan, zikir eden veya iç âlemine dalmış kişiyi kendi haline bırakmak, o kişinin o halden çıkana kadar beklemek gerektiğini, o haline saygı göstermek gerektiğini öğrendik.

3.   Tanrı eri çağırdığı zaman hemen koşarak gitmek gerektiğini öğrendik.

4.    Kıble konusunu RAVLİ 4 KIBLE yaz Google den incele.

5.   Kâbe’nin Allah emri ile Peygamber tarafından yapıldığını öğrendik.

6.   Allah’ın bizzat kendinin yaptığı ve evim dediği mümin kalbinin (Gönlünün) daha kıymetli olduğunu öncelikle mümin olan öğretici kişiye yüzümüzü dönmemiz, yönelmemiz, emredilenin manasını bilenden öğrenilmesi gerektiğini öğrendik.

7.   Allah’ın güzelliği karşısında kendinden geçenlerin her arzu ettiğinin verildiğini, hatta ondan dilekte bulunanların da ihtiyaçları fazlasıyla karşılandığını öğrendik.

İşte böyle yaren,
RAVLİ NAMAZ yaz Google den büyüklerimizin nasıl namaz kıldıklarını öğren.

Görünen iç namazın içinde olan namazı yani huzurda olmanın zevkini, heyecanını duyarak kendimizden geçersek iç namazı da kılmış oluruz.

Eğer gönlünü, kalbini Kâbe yapmış biri ile bir arada olma şansı; yaşamımızda çok az kimseye nasip olacağından bu fırsatı ganimet bilmemiz gerekiyor.

Yaren,
Allah ile ruhumuzu birleştirmemiz ve kendi ruhumuzu onun ruhunda yok etmemiz gerekiyor.

Namaz şekliyle olduğu kadar namazın içinin bizi Allah’a ulaştırıcı, ilişki kurmaya vasıta olduğunun farkına vararak önemsememiz, öğrenmemiz ve uygulamamız gerektiğini öğrendik, anladık.

                                   *
RAVLİ

Popüler Yayınlar