Mevlânâ buyurdu ki:
Bu işler de Tanrı işi; çünkü
Müslümanlığın güvenliğini temin ediyor.
Siz onların gönüllerini rahat ettirmek ve birkaç Müslüman, emniyet içinde
ibadete koyulsun diye kendinizi, malınızla, bedeninizle feda ettiniz.
Bu da hayırlı bir iştir.
Ulu Tanrı mademki böyle bir
hayırlı işe meyil vermiş, ona aşırı rağbet göstermeniz Tanrı yardımına mazhar
oluşunuza delilidir.
Eğer bu arzunuz zayıflayacak
veya eksilecek olursa, bu da Tanrı yardımından mahrum kalacağınıza işarettir.
Çünkü ulu Tanrı, büyük ve hayırlı bir işin
onun vasıtasıyla yapılmasını, o kimsenin sevap kazanmasını ve derecesinin
yükselmesini istemiyor demektir.
Bu, sıcak bir hamama benzer.
Hamam sıcaktır amma o
sıcaklığı, külhanda yanan ot, odun, tezek gibi şeylerdendin.
Ulu Tanrı, görünüşte kötü
görünen, insanı tiksindiren sebepler meydana getirir; görünüşte kötüdür amma
hamamcı için yardımdır, lütuftur.
Hamam bunlarla kızar, halka
da faydası dokunur.
Bu sırada dostlar geldiler, (Mevlana)içeri
girdiler.
Özür getirerek buyurdu ki:
Size kalkmıyorum, söz
söylemiyorum, hal-hatır sormuyorum amma bu size saygı gösterdiğim içindir.
Çünkü her şeyin saygısı, o
zamana uygun olur.
Namaz kılarken babayı,
kardeşi sormak ve saygı göstermek yakışmaz.
Namazdayken dostlara,
yakınlara iltifat etmemek, iltifatın, okşamanın ta kendisidir.
Çünkü onların yüzünden
kendisini ibadetten, Tanrıya dalıştan ayırmaz, hatırı dağılmamış olur.
Sen onlar yüzünden kendini
ibadetten ve dalmış olduğun dini halden ayırmaz ve huzurunu bozmazsan, böylece
onlar da günaha girmemiş ve şikâyeti hak etmemiş olurlar.
İşte bunun için insanı günaha sokan, siteme müstahak (Cezaya layık olan) eden
bir şeyden çekinmek, bizzat iltifat ve gönül almaktır.
Çünkü onları cezalandıran bir
şeyden sakınılmıştır.” Buyurdu.
Biri:“Tanrıya namazdan daha
yakın olan bir şey var mıdır?” diye sordu.
Buyurdu ki:
“ Hem-namaz (Namaz cinsi) vardır,
ama namaz, yalnız bu görünen şekil değildir. Bu, namazın kalıbıdır; çünkü bu namazın önü vardır, sonu vardır.
Önü, sonu olan her şey
kalıptır; çünkü tekbir, namazın önüdür, selâm namazın sonu.
Şehadet getirmek de yalnız
dille söylenen söz değildir.
Çünkü onun da önü vardır,
sonu var.
Harfe, sese gelen her şeyin
önü, sonu olur, o da görünüştür, kalıptır.
Onun ruhu benzersiz ve
sonsuzdur, başı sonu yoktur.
Bu namazı nebiler
bulmuşlardır ve bunu ortaya çıkaran nebi:
"Allah’la bir
vaktim olur ki o zaman, oraya ne şeriatla gönderilmiş bir peygamber sığabilir
ve ne de Tanrıya yaklaştırılmış bir melek"
(Hadis)
Şu halde bildik-anladık ki
namazın ruhunun, yalnız şu görünen şekil değildir; Allah
âlemine dalıştır, kendinden geçiş olduğunu bilmiş olduk.
Çünkü bütün şekiller dışarıda
kalır, oraya sığmazlar.
Katıksız, sırf mana olan
Cebrail bile oraya sığmaz.
Bilginlerin sultanı, âlemin
kutbu olan (Tanrı sırrını kutlasın) Mevlânâ Bahâeddin Veled'den (Mevlana’nın
babası) gelen bir hikâye vardır:
Bir gün ashabı (Yakınları)
onu dalmış buldular.
Namaz vakti de geldi.
Müritlerden bazısı
Mevlana’ya:
“ Namaz vaktidir” diye
seslendiler.
Mevlânâ, sözlerine aldırış
bile etmedi.
Onlar kalktılar, namaza
koyuldular.
İki mürit Şeyh'e uydu, namaza
kalkmadı.
Namaza durmayan o iki müritten
birinin adı Hâcegî adlı bir müride sır gözüyle, namaz kılan ashabın hepsinin
imamla beraber namaz kılanların arkalarının kıbleye dönük, şeyhe uyan o iki
müridin ise yüzlerinin kıbleye dönük olduğunu apaçık gösterdiler.
Çünkü Şeyh, benlik ve bizlik
iddiasından geçip, onun (O)luğu fena buldu.
Varlığından bir şey kalmadı.
"Ölmeden önce
ölünüz"
(Hadis) sözü gereğince
Tanrı’nın nuru olmuştur.
Her kim arkasını Tanrı’nın
nuruna ve yüzünü duvara çevirirse, mutlak surette arkasını kıbleye çevirmiş
olur.
Çünkü artık o, kıblenin canı
olmuştur.,İnsanların yöneldikleri Kabe’yi Peygamberler yapmamış ve o, alemin
kıble-gâhı (Kıblenin bulunduğu yöre) olmamış mıdır?
O halde Peygamber kıble olursa daha uygun olur.
Çünkü kıble, onun için kıble olmuştur.
Mustafâ (Tanrı’nın salâtı
onun üzerine olsun) bir dostuna:
“ Seni çağırdım, niçin
gelmedin?” diye azarladı.
O:“ Namaz kılmakla meşguldüm”
dedi.
Peygamber:
Peki!
Ben seni çağırmadım mı?” deyince,
O: Ben biçareyim (Çaresizim)”
dedi.
Peygamber ona buyurdu ki:
Her zaman biçare olman ve
kudretli olduğun zaman kendini, acizken olduğu gibi biçare görmen iyidir.
Çünkü senin kuvvetinin ve
kudretinin üstünde bir kudret vardır.
Sen bütün
hallerde, Hakk’a mahkûmsun.
İki parçaya ayrılmış değilsin
ki bazen çaresiz, bazen kudretli olasın.
Onun kudretine bak ve kendini
her zaman elsiz, ayaksız ve biçare gör.
Zayıf bir insan şöyle dursun,
aslanlar, kaplanlar, timsahlar bile ona nispetle zavallıdır ve Tanrı’nın
korkusuyla titrerler.
Yerler, gökler hepsi acizdir.
Ve hepsi O’nun hükmünün
esiridir.
O büyük bir padişahtır ve
nuru ayın, güneşin nuruna benzemez ki varlığı ile bir şey yerinde kalabilsin.
Bu nur, perdesiz olarak
görünecek olursa, ne gök, ne yer, ne güneş ve ne de ay kalır.
O dost, namaz kılıyordum
dedi.
Mustafâ dedi ki: Seni ben
çağırmadım mı?
Adam, çaresizim ben dedi.
Mustafâ buyurdu ki:
Her vakit kendini çaresiz
görürsen iyidir.
Bunda kaldığın zaman nasıl
kendini çaresiz görüyorsan, her halde, hatta gücün-kuvvetin yeterken de çaresiz
görmelisin.
Çünkü senin gücünün-
kuvvetinin üstünde bir güç-kuvvet var ve sen, her halde Hakka karşı yok olmuş-gitmişsin.
İkiye bölünmüş değilsin sen
ki kimi zaman çaren elinde olsun, kimi zaman çaresiz kalasın.
Onun gücünü-kuvvetini gör de
kendini her zaman çaresiz, elsiz-ayaksız, bunalmış yoksul olmuş bil.
Arık bir adamın da yeri mi
var, sözü mü olur?
Aslanlar, kaplanlar,
timsahlar bile onun karşısında hep çaresizdir, tir-tir titrerler.
Gökler, yerler, hep
çaresizdir, onun buyruğuna uymuştur.
O pek büyük bir padişahtır;
onun ışığı, ayın, güneşin ışığına benzemez ki o ışık varken herhangi bir şey,
olduğu yerde kalakalsın.
Onun ışığı, perdesiz yüz
gösterdi mi, ne gökyüzü kalır, ne yeryüzü...
Ne güneş kalır, ne Ay, O
padişahtan başka kimsecik kalmaz. "Her şey helâk olur, ancak onun hakikati kalır"
HİKÂYE:
Padişahın biri, bir dervişe:”
Tanrı’nın huzurunda, Tanrı’nın kendisini gösterdiği ve yakın olduğun anda, beni
hatırla!” dedi.
Derviş:
O huzurda,
güzelliğin güneşi bana vurunca ben kendimi bile hatırlamıyorum, seni nasıl hatırlayayım? Cevabını verdi.
Fakat Ulu Tanrı, bir kulu
seçti de kendi varlığında yok ederse, bunun eteğine yapışıp ihtiyacını bundan dileyen
herkesin dileğini, o adam büyük Tanrı’nın huzurunda yâd (Hatırlama, anma)
etmemiş bile olsa yüce Tanrı yerine getirir.
Bir hikâye anlattılar:
Bir padişah varmış, onun da
pek özel, pek yakın bir kulu varmış.
O kul, padişahın sarayına gideceği
vakit ihtiyacı olanlar dertlerini anlatırlar, ona, padişaha sunsun diye yazılı
kâğıtlar verirlermiş.
O da bu kâğıtları cüzdanına
kormuş.
Fakat padişahın karşısına
vardı mı, padişahın güzelliğinin ışığı o kula vururmuş da kul, padişahın karşısında
kendinden geçmiş bir halde yere düşermiş.
Padişahsa benim güzelliğime dalıp giden kulumun nesi var, nesi yok
diye âşıkçasına onun göğsünü, cebini yoklar,
cüzdanını ararmış.
Derken o yazdı kâğıtları
bulur, neler yazılmışsa hepsini bulur, hepsinin istediği şeyi mektuplarının
arkasına yazarak, tekrar kâğıtları cüzdanına kormuş.
Böylece o söylemeden herkesin ihtiyacını giderir, bir tanesini
bile reddetmezmiş.
Hatta dileklerini kat-kat, dilediklerinden de fazla verirmiş.
Aklı başında olan kölelerin, padişahın
huzurunda arz ettikleri, ihtiyaç sahiplerinin dileklerinden ancak yüzde biri,
yerine getiriliyordu.
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif 1954 İstanbul
Neler öğrendik:
1.
Müslümanların
rahat ve huzur içinde ibadet etmelerini sağlamak için imkânlarını kullanarak
hizmet edenin de hayırlı bir iş yaptığını ve Allah’ın yardımıyla ve sevap
kazandığını, derecesinin yükseltildiğini öğrendik.
2.
Namaz kılan,
zikir eden veya iç âlemine dalmış kişiyi kendi haline bırakmak, o kişinin o
halden çıkana kadar beklemek gerektiğini, o haline saygı göstermek gerektiğini
öğrendik.
3.
Tanrı eri
çağırdığı zaman hemen koşarak gitmek gerektiğini öğrendik.
4.
Kıble konusunu RAVLİ 4
KIBLE yaz Google den incele.
5.
Kâbe’nin Allah
emri ile Peygamber tarafından yapıldığını öğrendik.
6.
Allah’ın bizzat
kendinin yaptığı ve evim dediği mümin kalbinin (Gönlünün) daha kıymetli
olduğunu öncelikle mümin olan öğretici kişiye yüzümüzü dönmemiz, yönelmemiz,
emredilenin manasını bilenden öğrenilmesi gerektiğini öğrendik.
7.
Allah’ın
güzelliği karşısında kendinden geçenlerin her arzu ettiğinin verildiğini, hatta
ondan dilekte bulunanların da ihtiyaçları fazlasıyla karşılandığını öğrendik.
İşte böyle yaren,
RAVLİ NAMAZ yaz Google den büyüklerimizin nasıl namaz kıldıklarını
öğren.
Görünen iç namazın içinde
olan namazı yani huzurda olmanın zevkini, heyecanını duyarak kendimizden
geçersek iç namazı da kılmış oluruz.
Eğer gönlünü, kalbini Kâbe
yapmış biri ile bir arada olma şansı; yaşamımızda çok az kimseye nasip olacağından
bu fırsatı ganimet bilmemiz gerekiyor.
Yaren,
Allah ile ruhumuzu
birleştirmemiz ve kendi ruhumuzu onun ruhunda yok etmemiz gerekiyor.
Namaz şekliyle olduğu kadar
namazın içinin bizi Allah’a ulaştırıcı, ilişki kurmaya vasıta olduğunun farkına
vararak önemsememiz, öğrenmemiz ve uygulamamız gerektiğini öğrendik, anladık.
*
RAVLİ