30 Ocak 2013 Çarşamba

FİHİ MAFİH 23. FASIL

Buyurdu ki:
Tokat tarafına gitmek lazımdır.
Çünkü o tarafın iklimi sıcaktır.

Antakya tarafının da böyledir.
Fakat orada daha çok Rumlar vardır ve ekseriyetle onlar dilimizi anlamazlar.
Anlayanlar da olabilir.

Bir gün bir toplulukta konuşuyorduk.
Bunlar arasında kâfirlerden de bir topluluk vardı.

Konuşma esnasında bunlar ağlıyor, seviniyor ve türlü-türlü haller gösteriyorlardı.

Biri:
Onlar bunu ne bilip anlarlar?

Bu türlü sözleri, belli başlı Müslümanlardan binde biri anlarken onlar neyi anlayıp da ağlayacaklar?” diye sordu.

Mevlana buyurdu ki:
Bu sözün kendini anlamalarına lüzum yoktur.
Onlar özünü, aslını anlıyorlar.

Hepsi Tanrı’nın birliğini itiraf eder. O’nun yaratıcı, yiyecek verici, her şeye tasarruf (Sahip olma ) edici olduğunu ve sonunda O’na dönüleceğini, bağış ve cezanın O’nun tarafından olduğunu bilirler ve Tanrı’nın vasfı (Nitelik) ve zikri (İsmi anma) olan bu sözü işittikleri zaman, hepsi muztarip (Rahatsızlık, sıkıntı) olur veya hepsinde bir sevinç ve zevk meydana gelir.

Bu sözden onlara sevdiklerinin ve istediklerinin kokusu gelmektedir.
Yollar her ne kadar çeşitli ise de gaye (Maksat, istek, netice, son, hedef) birdir.

Görmüyor musun ki Kâbe’ye giden ne çok yol vardır.
Bazısının yolu Rum’dan, bazısının Şam’dan, bazısının Acem’den, bazısının Çin’den, bazısının da deniz yolundan Hint ve Yemen’dendir.

Bunun için bu yollara bakarsan ayrılık büyük ve sınırsızdır.
Fakat gayeye (Maksat, istek, netice, son, hedef), maksada bakacak olursan hepsi birleşmiş, hepsinin kalbi Kâbe hakkında anlaşmış ve orada bir olmuştur.

O’na olan aşkları çok büyüktür.
Çünkü oraya hiçbir anlaşmazlık, aykırılık sığmaz.
O’ söylediğimiz çeşitli yollarla olan ilgi, küfür ve imanla karışık değildir.

Oraya ulaştıkları zaman, yollarda birbiri ile yaptıkları çarpışmalar, dövüşler çekişmeler ve karşı koymalar sona erer.

Yolda iken biri öbürüne:
“ Sen sebatsızsın (Söz ve karardan vazgeçme), kâfirsin (Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeyen)” der ve bir başkası diğerine bunu böyle gösterir.

Fakat Kâbe’ye varınca bu kavgaların sadece yolda ve maksatlarının bir olduğu anlaşılır.

Mesela, eğer kâsenin canı olsaydı, kendini yapanın kulu (Sevgiyle bağlanıp hizmet eden) olurdu ve onunla sevişirdi.

Bu yaptıkları kâseyi, bazısı:
“ Onun içini yıkamalı” bazısı da:
“ Onun dışını yıkamak lazımdır” bazısı:

Hepsini yıkamalı” ve bazısı da:
Yıkamaya lüzum yoktur” der.

İşte anlaşmazlık bu gibi şeylerdedir.
Fakat kâseyi yaratan, yapanın biri olduğundan ve onun kendi kendine var olmadığında hepsi anlaşmıştır ve hiç kimse bunun aksini söyleyemez.

Gelelim şimdi, insanlara:
İnsanlar can ve gönülden Tanrı’yı severler, O’nu isterler ve O’na yalvarırlar, her şeyi O’ndan beklerler ve neleri var, neleri yoksa hep Ondandır.

O’ndan başkasını kendi üstlerinde kudret ve tasarruf sahibi olarak bilmezler.

Böyle bir mana ne inkâr ne de iman demektir.
O’nun içimizde bir ismi yoktur.

Fakat içten dil oluğuna doğru, o mana suyu akınca donar, şekil ve cümle olunca ona küfür ve iman adı verilir.

Bunun gibi bitkilerin de yerden çıkmaya başladıkları zaman evvela bir şekilleri yoktur.

Fakat bu dünyaya yüz çevirince, önce latif ve nazik görünür, rengi beyaz olur.

Bu dünyada adım atıp ilerledikçe kirlenir, kabalaşır, rengi değişir.
Yalnız mümin ve kâfir bir arada oturdukları zaman, birbirleriyle konuşmazlar, söz etmezlerse birdirler.

Düşünce muaheze (Azarlama, paylama, çıkışma, darılma, tenkit) edilmez.
(İnsanın) İçi hürriyet âlemidir, düşünceler latiftir (Yumuşak, hoş, güzel, nazik) onlara hükmolunamaz.

Biz görünene hükmederiz, sırları Tanrı bilir.”
(Hadis) buyrulmuştur.

Bu düşünceleri sende Yüce Tanrı meydana getiriyor ve sen bunları yüz bin çalışıp çabalama ve Lâ havle (Kendi kuvvetinle) ile kendinden çıkarıp atamazsın.

İşte bu yüzden:
“ Tanrı’nın alete ihtiyacı yoktur” derler.

O, tasavvurları ve düşünceleri, kalem ve boya gibi aletler olmadan, sende nasıl hâsıl (Ortaya çıkarttığını) ettiğini görmüyor musun?

Düşünceler, havadaki kuşlar ve yabani ceylanlar gibidir.
Bunları yakalayıp kafese koymadan önce satmak şeran caiz değildir.

(Tamamını öğrenmeden, senin yetkine sorumluluğuna girmeden başkasına öğretmek, vermek din kurallarına göre uygun değildir)

Havadaki kuşu satamazsın.
Satışta satılan şeyi teslim etmek şarttır.

Mademki buna gücün yetmiyor öyleyse neyi teslim edeceksin?
Düşünceler içimizde oldukça adları, sanları ve alametleri yoktur, bu yüzden onların ne kâfirlikleri be de Müslümanlıkları hakkında bir hüküm verilemez.

Hiçbir kadı (Yargıç) var mıdır ki:
“ Sen içinden böyle itiraf ettin veya şöyle sattın yahut gel, içinden böyle düşünmediğine yemin et!” desin.

Diyemez, çünkü bir kimsenin içine hükmedilmez.
Düşünceler havadaki kuşlar gibidir.

İbare (Bir metinden çıkarılmış birkaç satır) ve cümle, söz haline geldiği andan itibaren onun kâfirliğine ve Müslümanlığına, iyiliğine ve kötülüğüne hükmolunabilir.

Cisimlerin âlemi olduğu gibi, tasavvurların (Akıl ve düşünce ile şekillendirme, göz önüne getirme), tahayyüllerin (Hayale getirme, hayalde canlandırma)  ve vehimlerin (Kuruntu, yersiz korku, şüphe, tereddüt) de bir âlemi vardır.

Ulu Tanrı ise bütün âlemlerin fevkindedir (Üstünde, yukarısında) ve ne içte ne de dıştadır.

Şimdi sen Tanrı’nın bu tasavvurlar (Akıl ve düşünce ile şekillendirme, göz önüne getirme) üzerinde ki tasavvura bak?

Onları niteliksiz, benzersiz, kalemsiz ve aletsiz olarak nasıl tasvir (Resmini yapma) ediyor!

Bu hayali ve tasavvuru ele geçirmek için, göğsü yarıp parça-parça etsen, bu düşünceyi orada bulamazsın.

Onu kanda, damarda, yukarıda ve aşağıda hülasa, hiçbir parçada bulamazsın.

O niteliksiz, nasılsız ve yönsüz olduğundan, dışarıda da ele geçiremezsin.
O’nun bu tasarrufu o kadar eşi görülmemiş ve latif olunca, bütün bunları yaratan O olduğuna göre, onun nişansız benzersiz ve ne kadar latif olması lazım geldiğini sen artık düşün.

Bu kalıplar insanlardaki manalara nispetle (Oranla) kesiftir (Kalın, kaba, yoğun, koyu).

Nazım:
O, kutlu ruh, eğer perdeler arkasından görünseydi,
İnsanların akıllarını vücut sayarlardı.

Yüce Tanrı bu tasavvurlar (Akıl ve düşünce ile şekillendirme, göz önüne getirme) âlemine ve hatta hiçbir âleme sığmaz.

Eğer tasavvurlar âlemine sığmış olsaydı, tasavvur edenin onu kavramış olması gerekirdi ve bu bakımdan o, tasavvurların yaratıcısı olmazdı.

İşte böylece onun bütün âlemlerin ötesinde, üstünde olduğunu anlaşılmış oluyor.

Ulu Tanrı Peygamberine dosdoğru rüyayı gösterdi.
Tanrı dilerse Mescid-i Haram’a girersiniz.”
(Fetih suresi 27)

Hepsi:
Kâbe’ye gireriz!” der.

Bazısı da:
İnşallah (Allah isterse) Kâbe’ye gireriz” diyor.

Bu inşallah (Allah isterse) diyenler âşıklardır.
Çünkü âşık kendini, elinden iş gelir ve istediğini yapar şekilde göremez.
Sevgilisini iş yapan ve faaliyet gösteren bilir.

Bunun için:
Sevgili iş yapan ve faaliyet gösteren bilir.” Diyor
İşte dışı görenler için Mescid-i Haram, halkın ziyaret için gittiği Kâbe’dir.

Âşıkların ve Tanrının has, seçkin kullarının indinde (Düşüncesine göre) ise Mescid-i Haram, Tanrı’nın visalidir (Sevgiliye kavuşma).

Bunun için:
“ Eğer Tanrı isterse, ona ulaşırız ve Didar’ı (Yüzünü görmek) ile şereflenmiş oluruz!” diyorlar.

Fakat sevgilinin:
İnşallah!” dediği enderdir.

Bunun hikâyesi pek tuhaftır.
Tuhaf olan bir hikâyeyi işitmek ve dinleyebilmek için de tuhaf (Sıra dışı) bir adam lazımdır.

Tanrı’nın bir takım kulları vardır ki onlar azizdir (Saygı değer), sevgilidir ve sevilirler.

Yüce tanrı onlara taliptir (İsteyen, istekli).
Âşıkların bütün vazifesini onlar için yerine getirir.

Aşığın:
İnşallah erişiriz!” dediği gibi, Yüce Tanrı da:
O garip (Saygı değer, sevgili) isterse! Der.

Fakat biz şimdi bunun şerhi ile uğraşacak olursak, vasıl (Tanrıya ulaşmış) olan veliler ipin ucunu kaçırırlar.

(Onlar böyle olursa) Bu türlü sırlar halka nasıl söylenebilir?
Kalem buraya geldi ucu kırıldı.

Minarenin üzerindeki deveyi göremeyen, devenin ağzındaki bir tel kılı nasıl görür?

Şimdi geldik ilk hikâyeye:
O, “ İnşallah!” diyen âşıklar:
İşi yapan sevgilidir.
O isterse Kâbe’ye gireriz” demek isterler.

Bunlar Tanrı’da gark (Boğulmuş, batmış) olmuşlardır.
Oraya bir başkası sığamaz.

Nerede başkası?
Orada başkasının sözünü etmek bile haramdır.

Kendini yok etmedikçe oraya kimse giremez.
Tanrıdan başka kimse yoktur.” (K.K.)

Ulu Tanrı, Peygamberine rüyayı gösterdi.
(Fetih suresi 27) Buyurduklarında bu rüya âşıkların ve sadıkların rüyasıdır.

 Yorumu öteki dünyada belli olur.
Bütün âlemin halleri, belki bir rüyadır ve yorumu öbür dünyada belli olacaktır.

Mesela rüyanda ata bindiğin zaman muradın olur.
Atın muratla ne ilgisi var?

Sana bütün para verdiklerini görünce, bunu yorumu şudur:
Bir bilginden güzel ve doğru sözler işiteceksin.
Para söze ne bakımdan benzer?

Seni darağacına astıklarını görürsen, bir ulusun başı olusun.
Darağacının başla ne alakası var, ona nereden benziyor?

Bu dünyanın hali de bu söylediğimiz gibi bir rüyadır ve bu hususta:
 Dünya uyku uyuyanın rüyası gibidir.”
(Hadis) buyrulmuştur.

Yalnız o rüyanın yorumları, öbür dünyada başka türlü olup, buna benzemez.
Ona, İlahi yoran (Muabbir-i İlahi) derler.
Çünkü her şey onun için keşfedilmiştir.

Mesela bir bahçıvan bahçeye girip ağaçlarına bakınca, dalların uçlarında meyve görmeden:
"Bu hurmadır, şu incirdir, öbürü nardır, öteki armut, beriki de elmadır."
Diye hüküm verebilir.

Onun ilmini bildiğinden: 
"Ne oldu?
O rüya nasıl bir sonuç verdi?" gibi tabirleri görmesi için kıyamete lüzum yoktur.

O, ne sonuç vereceğini tıpkı bahçıvanın o dalın ne meyve vereceğini peşinen bilmesi gibi başından görmüştür.

Mal, kadın, elbise gibi bütün şeyler, başkaları için istenir; bizzat matlup  (İstenilen aranan) değildir.

Görmüyor musun ki yüz dirhem paran bulunsa bu parayı yiyemezsin ve kendine yiyecek yapamazsın.

İşte bu kadın, para, evlat, şehvet ve giyecekler ise, soğuktan korunmak içindir.

Böylece bütün şeyler zincir gibi birbirine bağlı olarak, ta Aziz ve Celil olan Allah’a kadar uzayıp gider.

İstenilen aranılan O'dur ve O'nu, başka şey için değil, kendisi için isterler, çünkü O, her şeyin üstünde ve hepsinden daha iyidir, daha yücedir, daha şerefli, daha güzel ve hoştur.

Bu durumda O'nu O'ndan daha aşağı olan bir şey için nasıl isterler? 
Sonuç O'ndandır ve O'na erişmekle bütün arzularına kavuşurlar.

Artık bundan ilerisi, ötesi yoktur.
Bu insan nefsi, şüphe ve zan yeridir.

Sen ondan bunları hiçbir yolla ve hiçbir zaman yok edemezsin.
Ancak bu âşık olmakla mümkün olabilir.

Âşık olunca içinde artık hiçbir şüphe ve zan kalmaz.
"Senin bir şeye karşı olan sevgin, seni kör ve sağır eder."
(Hadis) buyrulmuştur.

İblis, Âdem’e secde etmeyip, Allah’ın emirlerine karşı gelince: "Beni ateşten yarattın da, onu çamurdan yarattın."

(Araf Suresi 12) dedi.

Yani benim zatım ateşten, onunki çamurdandır.
Yüksek olanın aşağı olana secde etmesi nasıl yakışık alır?

İşte İblis, Allah ile böyle mücadele etmesi, ona karşılık vermesi yüzünden, Allah’ın lanetine uğradı ve huzurundan kovuldu:

"Ah Allah’ım!
Hepsini sen yaptın.

Senin bozgunculuğundur.
Bir de bana lanet edip beni huzurundan uzaklaştırıyorsun." Dedi

Âdem de günah işlediği için Allah ona:
"Ey Âdem ben yaptığım halde, sen yapmışsın gibi gösterdim.

Ve işlediğin günahtan dolayı seni azarladığım halde, benimle niçin tartışmadın?

Senin delilin yok muydu?

Ve niçin bana: "Hepsi senden, sen yaptın; dünyada senin istediğin her şey olur ve istemediğin hiçbir şey olmaz, demedin.

Bu kadar yerinde, doğru ve açık bir delilin olduğu halde, hiçbir şey söylemedin." Buyurdu.

Âdem:
"Ey Allah’ım!
Biliyorum, fakat senin önünde terbiyemi elden bırakmak istemedim.
Sana olan aşkım bırakmadı ki karşı geleyim." Dedi.

Buyurdu ki:

Bu şeriat su içecek yerdir, yani kaynaktır. [Tıpkı] padişahın divanına benzer.

Orada emir, nehiy, ölüm cezası, adalet gibi padişahın hükümleri, gerek halka gerek hususi kimselere karşı mevcuttur ve padişahın divanının hükümleri sınırsız ve sayısız olup, birçok düzenleyici ve faydalı şeylerle doludur.

Âlemin kararı bununla kaimdir (Ayakta durur).
Fakat dervişlerin ve fakirlerin halleri padişahla görüşmektir.

Hâkimin ilmini bilmek nerede : (Kontrol edenin bilgisi bilmek)
İlm-i ahkâmı bilmek nerede!      (Emirler ve hükümleri bilmek)

Ve ilm-i Hâkimi bilmek ve padişahla görüşmek nerede!
(Emir veren ve kontrol edene yakın olmak)

Bunlar arasında çok büyük farklar bulunur.
Eshab ve onların durumları medreseye benzer.

Bu medresede mollalar vardır.
Her mollanın bir hocası olur ve mollaya kavrayışına, anlayışına göre bir aylık bağlar.

Birine on, birine yirmi, birine otuz kişilik kadar verir.
Biz de sözü herkesin anlayacağı, kavrayacağı ölçüde söylüyoruz.

Çünkü Peygamber:
"İnsanlarla, onların akılları nispetinde konuş." Buyurmuştur.
ALLAH daha iyisini bilir.

                     ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Sözün kendisini anlamakla kalmamak lazım geldiğini, özünü, aslının anlamak gerektiğini öğrendik.

2.   Sevdiklerimizin ve istediklerimizin kokusu geldiği zaman ele geçmemiş bile olsa, sevinç ve zevk meydana geldiğini öğrendik.

3.   Amaca bakmasını bilirsek birliği bulabileceğimizi, gidiş yollarına bakarsak ayrılıkları göreceğimizi öğrendik.

4.   Peygamberler, kitaplar kabul edilmese bile herkesin Allah’ın var ve etken olarak kabul edildiğini öğrendik.

5.   Kişi sustuğu zaman içindeki hürriyet âleminde kendi egemenliği içinde rahat ettiğini öğrendik.

6.   Düşünceler söze gelmediği zaman başka birisinin bize karışmayacağını öğrendik.

7.    Ne kadar düşünsek yine Tanrı’nın verdiği şekilleri oluşturamayacağımızı öğrendik.

8.   Allah’a muhtaç olana garip dendiğini, garibin de işini Allah’ın yaptığını öğrendik.

İşte böyle yaren,

Bu dünyada yaşadığımız hayat, aslında ahrette yaşadığımız hayatta gördüğümüz bir rüyadır.

Bütün olanlar, olacaklar, çalışmak, çabalamak, istemek ve diğerleri hep Allah’a ulaşmak içindir.

Ulaşıldığı zaman bütün arzularımıza kavuşmuş oluruz.

Aşk ile seveninin sevdiğinin yaptığı her şeyi terbiye içinde razı olup yerine getirdiğini öğrendik, anladık.

Allah’ın emirlerini bilmek ilk kademedir.
Allah’ın sanatını (İlmini) bilmek ikinci kademedir.

Allah ile konuşma üçüncü kademedir.
Allah’ı görmek dördüncü kademe,

Allah’ ta kendini yok etmek beşinci kademe,
Allah ile beraber hareket etme son kademedir.

Alt kademede olanın sanki son kademede imiş gibi söz söylemesinin ve davranmasının kabul edilemez olduğunu, terbiye dışı olduğunu, yerini bilmeyen ve anlamayan kimsenin benim sözümü dinlemiyorlar, gösterdiğim yoldan gitmiyorlar diye şikâyet edenler olduğunu öğrendik, anladık.

                                        *
RAVLİ

Popüler Yayınlar