Tokat tarafına gitmek lazımdır.
Çünkü o tarafın iklimi sıcaktır.
Antakya tarafının da
böyledir.
Fakat orada daha çok Rumlar
vardır ve ekseriyetle onlar dilimizi anlamazlar.Anlayanlar da olabilir.
Bir gün bir toplulukta konuşuyorduk.
Bunlar arasında kâfirlerden
de bir topluluk vardı.
Konuşma esnasında bunlar
ağlıyor, seviniyor ve türlü-türlü haller gösteriyorlardı.
Biri:
“ Onlar bunu ne bilip
anlarlar?
Bu türlü sözleri, belli başlı
Müslümanlardan binde biri anlarken onlar neyi anlayıp da ağlayacaklar?” diye
sordu.
Mevlana buyurdu ki:
Bu sözün
kendini anlamalarına lüzum yoktur.Onlar özünü, aslını anlıyorlar.
Hepsi Tanrı’nın birliğini
itiraf eder. O’nun yaratıcı, yiyecek verici, her
şeye tasarruf (Sahip olma ) edici olduğunu ve
sonunda O’na dönüleceğini, bağış ve cezanın O’nun tarafından olduğunu bilirler ve Tanrı’nın vasfı
(Nitelik) ve zikri (İsmi
anma) olan bu sözü işittikleri zaman, hepsi muztarip (Rahatsızlık, sıkıntı) olur veya hepsinde bir sevinç ve zevk meydana gelir.
Bu sözden onlara
sevdiklerinin ve istediklerinin kokusu gelmektedir.
Yollar her ne kadar çeşitli
ise de gaye (Maksat, istek, netice, son, hedef)
birdir.
Görmüyor musun ki Kâbe’ye
giden ne çok yol vardır.
Bazısının yolu Rum’dan,
bazısının Şam’dan, bazısının Acem’den, bazısının Çin’den, bazısının da deniz
yolundan Hint ve Yemen’dendir.
Bunun için bu yollara bakarsan ayrılık büyük ve sınırsızdır.
Fakat gayeye (Maksat, istek, netice, son, hedef), maksada bakacak
olursan hepsi birleşmiş, hepsinin kalbi Kâbe
hakkında anlaşmış ve orada bir olmuştur.
O’na olan aşkları çok büyüktür.
Çünkü oraya hiçbir
anlaşmazlık, aykırılık sığmaz.O’ söylediğimiz çeşitli yollarla olan ilgi, küfür ve imanla karışık değildir.
Oraya ulaştıkları zaman,
yollarda birbiri ile yaptıkları çarpışmalar, dövüşler çekişmeler ve karşı
koymalar sona erer.
Yolda iken biri öbürüne:
“ Sen sebatsızsın (Söz ve karardan vazgeçme), kâfirsin (Hz. Muhammed’in
peygamberliğini kabul etmeyen)” der ve bir başkası diğerine bunu böyle
gösterir.
Fakat Kâbe’ye varınca bu kavgaların sadece yolda ve maksatlarının
bir olduğu anlaşılır.
Mesela, eğer kâsenin canı
olsaydı, kendini yapanın kulu (Sevgiyle bağlanıp hizmet
eden) olurdu ve onunla sevişirdi.
Bu yaptıkları kâseyi, bazısı:
“ Onun içini yıkamalı” bazısı da:“ Onun dışını yıkamak lazımdır” bazısı:
“ Hepsini
yıkamalı” ve bazısı da:
Yıkamaya lüzum yoktur” der.
İşte anlaşmazlık bu gibi
şeylerdedir.
Fakat kâseyi yaratan, yapanın biri olduğundan ve onun kendi kendine
var olmadığında hepsi anlaşmıştır ve hiç kimse bunun aksini söyleyemez.
Gelelim şimdi, insanlara:
İnsanlar can ve gönülden Tanrı’yı severler, O’nu isterler ve O’na yalvarırlar, her
şeyi O’ndan beklerler
ve neleri var, neleri yoksa hep O’ndandır.
O’ndan başkasını kendi üstlerinde kudret ve tasarruf
sahibi olarak bilmezler.
Böyle bir mana ne inkâr ne de iman demektir.
O’nun içimizde bir ismi
yoktur.
Fakat içten dil oluğuna
doğru, o mana suyu akınca donar, şekil ve cümle olunca ona
küfür ve iman adı verilir.
Bunun gibi bitkilerin de
yerden çıkmaya başladıkları zaman evvela bir şekilleri yoktur.
Fakat bu dünyaya yüz
çevirince, önce latif ve nazik görünür, rengi beyaz olur.
Bu dünyada adım atıp
ilerledikçe kirlenir, kabalaşır, rengi değişir.
Yalnız mümin ve kâfir bir
arada oturdukları zaman, birbirleriyle konuşmazlar, söz etmezlerse birdirler.
Düşünce muaheze (Azarlama, paylama, çıkışma, darılma, tenkit) edilmez.
(İnsanın) İçi hürriyet
âlemidir, düşünceler latiftir (Yumuşak, hoş, güzel,
nazik) onlara hükmolunamaz.
“Biz
görünene hükmederiz, sırları Tanrı bilir.”
(Hadis) buyrulmuştur.
Bu düşünceleri sende Yüce
Tanrı meydana getiriyor ve sen bunları yüz bin çalışıp çabalama ve Lâ havle (Kendi kuvvetinle) ile kendinden çıkarıp atamazsın.
İşte bu yüzden:
“ Tanrı’nın alete ihtiyacı
yoktur” derler.
O, tasavvurları ve
düşünceleri, kalem ve boya gibi aletler olmadan, sende nasıl hâsıl (Ortaya
çıkarttığını) ettiğini görmüyor musun?
Düşünceler, havadaki kuşlar
ve yabani ceylanlar gibidir.
Bunları yakalayıp kafese
koymadan önce satmak şeran caiz değildir.
(Tamamını
öğrenmeden, senin yetkine sorumluluğuna girmeden başkasına öğretmek, vermek din
kurallarına göre uygun değildir)
Havadaki kuşu satamazsın.
Satışta satılan şeyi teslim
etmek şarttır.
Mademki buna gücün yetmiyor
öyleyse neyi teslim edeceksin?
Düşünceler içimizde oldukça
adları, sanları ve alametleri yoktur, bu yüzden onların ne kâfirlikleri be de
Müslümanlıkları hakkında bir hüküm verilemez.
Hiçbir kadı (Yargıç) var
mıdır ki:
“ Sen içinden böyle itiraf
ettin veya şöyle sattın yahut gel, içinden böyle düşünmediğine yemin et!”
desin.
Diyemez, çünkü bir kimsenin
içine hükmedilmez.
Düşünceler havadaki kuşlar
gibidir.
İbare (Bir metinden
çıkarılmış birkaç satır) ve cümle, söz haline geldiği andan itibaren onun
kâfirliğine ve Müslümanlığına, iyiliğine ve kötülüğüne hükmolunabilir.
Cisimlerin âlemi olduğu gibi,
tasavvurların (Akıl ve düşünce ile şekillendirme, göz
önüne getirme), tahayyüllerin (Hayale getirme,
hayalde canlandırma) ve
vehimlerin (Kuruntu, yersiz korku, şüphe, tereddüt) de bir âlemi vardır.
Ulu Tanrı ise bütün âlemlerin
fevkindedir (Üstünde, yukarısında) ve ne içte ne
de dıştadır.
Şimdi sen Tanrı’nın bu
tasavvurlar (Akıl ve düşünce ile şekillendirme, göz
önüne getirme) üzerinde ki tasavvura bak?
Onları niteliksiz, benzersiz,
kalemsiz ve aletsiz olarak nasıl tasvir (Resmini yapma) ediyor!
Bu hayali ve tasavvuru ele
geçirmek için, göğsü yarıp parça-parça etsen, bu düşünceyi orada bulamazsın.
Onu kanda, damarda, yukarıda
ve aşağıda hülasa, hiçbir parçada bulamazsın.
O niteliksiz, nasılsız ve
yönsüz olduğundan, dışarıda da ele geçiremezsin.
O’nun bu tasarrufu o kadar eşi görülmemiş ve latif
olunca, bütün bunları yaratan O olduğuna göre,
onun nişansız benzersiz ve ne kadar latif olması lazım geldiğini sen artık düşün.
Bu kalıplar insanlardaki
manalara nispetle (Oranla) kesiftir (Kalın, kaba, yoğun, koyu).
Nazım:
O, kutlu ruh, eğer
perdeler arkasından görünseydi,İnsanların akıllarını vücut sayarlardı.
Yüce Tanrı bu tasavvurlar (Akıl ve düşünce ile şekillendirme, göz önüne getirme)
âlemine ve hatta hiçbir âleme sığmaz.
Eğer tasavvurlar âlemine
sığmış olsaydı, tasavvur edenin onu kavramış olması gerekirdi ve bu bakımdan o,
tasavvurların yaratıcısı olmazdı.
İşte böylece onun bütün
âlemlerin ötesinde, üstünde olduğunu anlaşılmış oluyor.
Ulu Tanrı Peygamberine
dosdoğru rüyayı gösterdi.
“ Tanrı
dilerse Mescid-i Haram’a girersiniz.”(Fetih suresi 27)
Hepsi:
“ Kâbe’ye gireriz!” der.
Bazısı da:
İnşallah (Allah isterse) Kâbe’ye gireriz” diyor.
Bu inşallah (Allah isterse) diyenler âşıklardır.
Çünkü âşık kendini, elinden
iş gelir ve istediğini yapar şekilde göremez.Sevgilisini iş yapan ve faaliyet gösteren bilir.
Bunun için:
“ Sevgili
iş yapan ve faaliyet gösteren bilir.” Diyorİşte dışı görenler için Mescid-i Haram, halkın ziyaret için gittiği Kâbe’dir.
Âşıkların ve Tanrının has,
seçkin kullarının indinde (Düşüncesine göre) ise
Mescid-i Haram, Tanrı’nın visalidir (Sevgiliye kavuşma).
Bunun için:
“ Eğer Tanrı isterse, ona
ulaşırız ve Didar’ı (Yüzünü görmek) ile
şereflenmiş oluruz!” diyorlar.
Fakat sevgilinin:
“ İnşallah!” dediği enderdir.Bunun hikâyesi pek tuhaftır.
Tuhaf olan bir hikâyeyi işitmek ve dinleyebilmek için de tuhaf (Sıra dışı) bir adam lazımdır.
Tanrı’nın bir takım kulları
vardır ki onlar azizdir (Saygı değer), sevgilidir ve sevilirler.
Yüce tanrı onlara taliptir (İsteyen, istekli).
Âşıkların bütün vazifesini
onlar için yerine getirir.
Aşığın:
“ İnşallah erişiriz!” dediği gibi, Yüce Tanrı da:
“ O garip (Saygı değer, sevgili) isterse! Der.
Fakat biz şimdi bunun şerhi
ile uğraşacak olursak, vasıl (Tanrıya ulaşmış) olan
veliler ipin ucunu kaçırırlar.
(Onlar böyle olursa) Bu türlü
sırlar halka nasıl söylenebilir?
Kalem buraya geldi ucu
kırıldı.
Minarenin üzerindeki deveyi
göremeyen, devenin ağzındaki bir tel kılı nasıl görür?
Şimdi geldik ilk hikâyeye:
O, “ İnşallah!” diyen
âşıklar:“ İşi yapan sevgilidir.
O isterse Kâbe’ye gireriz” demek isterler.
Bunlar Tanrı’da gark (Boğulmuş, batmış) olmuşlardır.
Oraya bir başkası sığamaz.
Nerede başkası?
Orada başkasının sözünü etmek
bile haramdır.
“Kendini
yok etmedikçe oraya kimse giremez.
Tanrıdan başka
kimse yoktur.” (K.K.)
Ulu Tanrı, Peygamberine
rüyayı gösterdi.
(Fetih suresi 27)
Buyurduklarında bu rüya âşıkların ve sadıkların rüyasıdır.
Mesela rüyanda ata bindiğin
zaman muradın olur.
Atın muratla ne ilgisi var?
Sana bütün para verdiklerini
görünce, bunu yorumu şudur:
Bir bilginden güzel ve doğru
sözler işiteceksin.Para söze ne bakımdan benzer?
Seni darağacına astıklarını görürsen, bir ulusun başı olusun.
Darağacının başla ne alakası var, ona nereden benziyor?
Bu dünyanın hali de bu
söylediğimiz gibi bir rüyadır ve bu hususta:
“ Dünya uyku uyuyanın
rüyası gibidir.”(Hadis) buyrulmuştur.
Yalnız o rüyanın yorumları,
öbür dünyada başka türlü olup, buna benzemez.
Ona, İlahi yoran (Muabbir-i
İlahi) derler.Çünkü her şey onun için keşfedilmiştir.
Mesela bir bahçıvan bahçeye
girip ağaçlarına bakınca, dalların uçlarında meyve görmeden:
"Bu hurmadır, şu
incirdir, öbürü nardır, öteki armut, beriki de elmadır." Diye hüküm verebilir.
Onun ilmini bildiğinden:
"Ne oldu?
O rüya nasıl bir sonuç
verdi?" gibi tabirleri görmesi için kıyamete lüzum yoktur. "Ne oldu?
O, ne
sonuç vereceğini tıpkı bahçıvanın o dalın ne meyve vereceğini peşinen
bilmesi gibi başından görmüştür.
Mal, kadın, elbise gibi bütün
şeyler, başkaları için istenir; bizzat matlup (İstenilen aranan)
değildir.
Görmüyor musun ki yüz dirhem
paran bulunsa bu parayı yiyemezsin ve kendine yiyecek yapamazsın.
İşte bu kadın, para, evlat,
şehvet ve giyecekler ise, soğuktan korunmak içindir.
Böylece bütün şeyler zincir
gibi birbirine bağlı olarak, ta Aziz ve Celil
olan Allah’a kadar uzayıp gider.
İstenilen aranılan O'dur ve O'nu, başka
şey için değil, kendisi için isterler, çünkü O,
her şeyin üstünde ve hepsinden daha iyidir, daha yücedir, daha şerefli, daha
güzel ve hoştur.
Bu durumda O'nu O'ndan daha aşağı
olan bir şey için nasıl isterler?
Sonuç O'ndandır ve O'na erişmekle bütün arzularına kavuşurlar.
Sonuç O'ndandır ve O'na erişmekle bütün arzularına kavuşurlar.
Artık bundan ilerisi, ötesi
yoktur.
Bu insan nefsi, şüphe ve zan yeridir.
Bu insan nefsi, şüphe ve zan yeridir.
Sen ondan bunları hiçbir
yolla ve hiçbir zaman yok edemezsin.
Ancak bu âşık olmakla mümkün
olabilir.
Âşık olunca içinde
artık hiçbir şüphe ve zan kalmaz.
"Senin bir şeye karşı
olan sevgin, seni kör ve sağır eder." (Hadis) buyrulmuştur.
İblis, Âdem’e secde etmeyip, Allah’ın emirlerine karşı gelince: "Beni ateşten yarattın da, onu çamurdan yarattın."
(Araf Suresi 12) dedi.
Yani benim zatım ateşten, onunki çamurdandır.
Yüksek olanın aşağı olana secde etmesi nasıl yakışık alır?
İşte İblis, Allah ile böyle mücadele etmesi, ona karşılık
vermesi yüzünden, Allah’ın lanetine
uğradı ve huzurundan kovuldu:
"Ah Allah’ım!
Hepsini sen yaptın.
Senin bozgunculuğundur.
Bir de bana lanet edip beni huzurundan uzaklaştırıyorsun." Dedi
Âdem de günah işlediği için
Allah ona:
"Ey Âdem ben yaptığım
halde, sen yapmışsın gibi gösterdim.
Ve işlediğin günahtan dolayı
seni azarladığım halde, benimle niçin tartışmadın?
Senin delilin yok muydu?
Ve niçin bana: "Hepsi senden, sen yaptın; dünyada senin istediğin her şey
olur ve istemediğin hiçbir şey olmaz, demedin.
Bu kadar yerinde,
doğru ve açık bir delilin olduğu halde, hiçbir şey söylemedin." Buyurdu.
Âdem:
"Ey Allah’ım! Biliyorum, fakat senin önünde terbiyemi elden bırakmak istemedim.
Sana olan aşkım bırakmadı ki karşı geleyim." Dedi.
Buyurdu ki:
Bu şeriat su içecek yerdir, yani kaynaktır. [Tıpkı] padişahın divanına benzer.
Orada emir, nehiy, ölüm cezası,
adalet gibi padişahın hükümleri, gerek halka gerek hususi kimselere karşı
mevcuttur ve padişahın divanının hükümleri sınırsız ve sayısız olup, birçok
düzenleyici ve faydalı şeylerle doludur.
Âlemin kararı bununla kaimdir
(Ayakta durur).
Fakat dervişlerin ve fakirlerin halleri padişahla görüşmektir.
Fakat dervişlerin ve fakirlerin halleri padişahla görüşmektir.
Hâkimin ilmini bilmek nerede :
(Kontrol edenin bilgisi bilmek)
İlm-i ahkâmı bilmek nerede! (Emirler ve hükümleri bilmek)
Ve ilm-i Hâkimi bilmek ve
padişahla görüşmek nerede!
(Emir
veren ve kontrol edene yakın olmak)
Bunlar arasında çok büyük
farklar bulunur.
Eshab ve onların durumları
medreseye benzer.
Bu medresede mollalar vardır.
Her mollanın bir hocası olur ve mollaya kavrayışına, anlayışına göre bir aylık bağlar.
Her mollanın bir hocası olur ve mollaya kavrayışına, anlayışına göre bir aylık bağlar.
Birine on, birine yirmi, birine
otuz kişilik kadar verir.
Biz de sözü herkesin
anlayacağı, kavrayacağı ölçüde söylüyoruz.
Çünkü Peygamber:
"İnsanlarla, onların akılları nispetinde konuş." Buyurmuştur. ALLAH daha iyisini bilir.
***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİMaarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA
***
Neler öğrendik:
1.
Sözün kendisini
anlamakla kalmamak lazım geldiğini, özünü, aslının anlamak gerektiğini
öğrendik.
2.
Sevdiklerimizin
ve istediklerimizin kokusu geldiği zaman ele geçmemiş bile olsa, sevinç ve zevk meydana geldiğini öğrendik.
3.
Amaca bakmasını
bilirsek birliği bulabileceğimizi, gidiş
yollarına bakarsak ayrılıkları göreceğimizi
öğrendik.
4.
Peygamberler,
kitaplar kabul edilmese bile herkesin Allah’ın var ve etken olarak kabul
edildiğini öğrendik.
5.
Kişi sustuğu zaman içindeki hürriyet âleminde kendi
egemenliği içinde rahat ettiğini öğrendik.
6.
Düşünceler söze
gelmediği zaman başka birisinin bize karışmayacağını öğrendik.
7.
Ne kadar düşünsek yine Tanrı’nın verdiği
şekilleri oluşturamayacağımızı öğrendik.
8.
Allah’a muhtaç
olana garip dendiğini, garibin de işini Allah’ın yaptığını öğrendik.
İşte böyle yaren,
Bu dünyada yaşadığımız hayat,
aslında ahrette yaşadığımız hayatta gördüğümüz bir rüyadır.
Bütün olanlar, olacaklar,
çalışmak, çabalamak, istemek ve diğerleri hep Allah’a ulaşmak içindir.
Ulaşıldığı zaman bütün
arzularımıza kavuşmuş oluruz.
Aşk ile seveninin sevdiğinin
yaptığı her şeyi terbiye içinde razı olup yerine getirdiğini öğrendik, anladık.
Allah’ın emirlerini bilmek ilk
kademedir.
Allah’ın sanatını (İlmini)
bilmek ikinci kademedir.
Allah ile konuşma üçüncü
kademedir.
Allah’ı görmek dördüncü
kademe,
Allah’ ta kendini yok etmek
beşinci kademe,
Allah ile beraber hareket
etme son kademedir.
Alt kademede olanın sanki son
kademede imiş gibi söz söylemesinin ve davranmasının kabul edilemez olduğunu, terbiye
dışı olduğunu, yerini bilmeyen ve anlamayan kimsenin benim sözümü dinlemiyorlar,
gösterdiğim yoldan gitmiyorlar diye şikâyet edenler olduğunu öğrendik, anladık.
*
RAVLİ