30 Mayıs 2012 Çarşamba

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE ELİNİ BÜTÜNE UZATMAK VE SABIRSIZLIK

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Önce, kendi kendine kararlaştırmış olduğun bir fikirden biraz ayrılırsan, bu senin daima kararlarından döneklik ettiğini göstermez.

Biri, karanlık bir gecede kalabalık bir yerden dışarı çıkmak ister, ayağına bir başkasının pabucu geçer ve bu pabucun bir tarafı yırtılır.

Şimdi onun yanlışlıkla bulduğu pabucu giyip gitmesi gerekmez.
Burada, özür dilemek gerçektir.

Çünkü karanlık vardır.
Ama herkesin de böyle bir zamanda kendi pabucunu koruması lazımdır.
Nasıl ki, köylüler dürüst insanlardır.

Sofuların adetleri gereğince herkes kendi yemeğini ayrı yer.
Yemek yerken aralarında bir haksızlık olmasın, sıkılganlık yönünden kimse aç kalmasın diye, hep teker-teker yerler.

Bir gün, bir yolculuk sırasında yemek vakti gelmişti.
Herkes kendi azığının başına oturup yemeye başladılar.

Bu arada ansızın bir Türk atlısı çıkageldi.
Türkler cesur, konuksever ve kaynaşık insanlardır.

Bunlara sordu:
“ Niçin ekmeklerinizi beraberce toplu bir halde yemiyorsunuz?”
Adamlar cevap verdi:
“ Bizim köyümüzün eski âdeti böyledir” dediler.

Atlı kamçısını kaldırdı:
“ Şimdi o âdeti koyanın da canını yakarım, onu kabul edenin de!
Çarçabuk yemeklerinizi toplayın, birlikte yiyin” dedi.

Yolcular korkularından onun dediği gibi yaptılar, yola düştüler.
Köyün ihtiyarı onların diliyle:
“ Eğer ekmeklerinizi birlikte yedinizse, Allah kendi ekmeğini seçip yiyeni affetsin, ötekileri değil!” diyordu.              

Bir zümre vardır ki, seci’li (Ses tonu benzerliği ile yazılan şiir), kafiyeli sözlere değer verirler.
Hep öyle konuşurlar.

Bir zümre, hep şiir söylerler.
Bir başkası da daima nesir söyler.

Bunlardan her biri kelam’ın bir parçasını, bir dalını seçerler.
Tanrı kelamı (Sözü) ise küllidir yani bütündür.

Elini bütüne uzat ki, bütün parçalar senin olsun.
Daha başka bir şey isteyip de parçaya uzanma ki, o zaman bütünün elden gitmesi tehlikesi var.

Birinin evinin kapısında, bir ağaç peyda oldu, serpildi.
Gerektir ki, ev sahibi ağacın tamamını korusun, bütün dalları da onun olsun, gövdesi de.

Ama eğer elini tek bir dala atarsa, ağacın gövdesi artık elden çıkar, o dalın kırılmasında tehlike vardır.
Dal elden giderse kök de gider.

Dedi ki:
İblis’in manası “ Hadis” yani sonradan meydana gelmiş değildir.
Her ne kadar İblis’in sureti hadis ise de, manası kadimdir (Eskidir).

O dedi ki:
“ Bu küfürdür”
Öteki:
“ Hayır, küfür değil bilakis İslam’dır.
Çünkü ben, İblis’in manası kadimdir (Eskidir) sözü üzerine ne söyleyebilirim?
Şunu demek istiyorum ki İblis’in varlığı ilahi bilgide mevcuttu” dedi.

O dedi ki:
“ Hayır, ilahi ilimde senin vücudun da mevcut değildi.
İlahi bilgide ancak onun bir gün var olacağı malum idi.

Herhalde İblis’in manası, onun yaratılmasından daha önce, onun suretinden evvel var idi.”
Nasıl ki, Âdemoğullarının ruhları da onların suretlerinden önce yaratılmıştır.

Ruhlar toplanmış ordulardır.
Tanrı ruhlara hitaben:
Ben sizin rabbiniz değil miyim?”
(Araf suresi172) diye buyurdu.
Onlar da:
Evet, Rabbimizsin “ dediler.

Bu macera henüz ruhların birer kalıba girmelerinden önce idi.
Şimdi Hazret-i Mustafa (s.a) ne buyuruyor?
İblis, Âdemoğullarının damarlarında dolaşır, damar içine dolan bir kan gibidir” diyor.

İblis sureti diye yaptıkları o çirkin resim, insanın damarlarında nasıl dolaşır?
İblis’in insanoğlunun damarlarına girmesi reva (Uygun) değildir.

O dervişin sözüne göre gelmez.
Ama nihayet, konuşan derviş değildir.
Bu mahvolmuş bir derviştir.

Söz öte baştan geliyor.
Nasıl ki keçi derisini tulum (Gayda) yaparsın, ağzına koyar üflersin, ondan çıkan ses her ses artık senin sesindir, keçi sesi değildir.

Gerçi keçi derisinden çıkar ama burada keçi aradan çıkmış, fani (ölmüştür) olmuştur.
Keçiden çıkardığın sesin manası da fani olmuştur.

Böylece bu deriyi davul da yaparsın.
Davul da çalarsın ondan yine bir ses çıkar.

Hâlbuki hayvan sağken bu deriye vursaydın ondan ancak keçi sesi duyardın.
BEYİT:

Bunu ancak akıllı kişi bilir.
Bu sesten o sese kadar kaç yıl geçmiştir?

Bu misal zaruret yönünden söylendi.
Çünkü kemale (olgunluğa) ermiş olan derviş, Hakkın dilinden konuşur.

Bu gün derviş sözüne nasıl itiraz olunur.
O dedi ki:
“ Soruyu işitmemek ve sorudan üzüntü duymak eksiklik olur”

Ona dedim ki:
“ Tam bir anlayışa sahip olan kimse bilir ki, bu kemale, Tanrı yönünden eksiklik gelmez.
Eksiklik onun sabırsızlığından ileri gelir.

Nihayet bu “lenterâni!” (Beni göremeyeceksin!) sözü, Musa’nın sabırsızlığından ileri geldi.
Biraz daha ağır ve sabırlı davransaydı, hem sorusuna cevap alırdı, hem de cevap veren bulurdu.

Cevabı dinlemesen ve gelmezse mana kime gelir?
Sabır, dinleyene kuvvet verir.

Senin bilgine başka bir bilgi daha yardım eder ki, şimdiye kadar her zor soruya karşı bir cevap söyleyesin.
Bundan sonra yüz cevap söyler, o meclis de hoş olur.

Dervişin gözü önünde o meclisin hayali hoş geçmiştir.
Onun o topluluğa karşı ilgisi uyanır, o ilgi de etkiler yapar, yemişler verir.

Nihayet bu derviş, bu taraftan bir şey öğrenmedi, onun öğrenimi öte taraftanmış.
Tanrı’nın lutfu ile öte taraftan öğretilmesi bu tarafa düştü.

Bu taraf sözü ile ona hangi çetin nükte (Herkesin anlayamadığı ince mana) ifade edilebilir?
Tanrı:
“ Onu gözler kavrayamaz” buyurdu ki, bu umutsuzluk tarafıdır.

Sonra da:
“ O gözleri kavrar” buyurdu.
Bu da tam umut yönüdür.

Görüşün hakikati Musa’ya yüz tutunca onu alaşağı etti ve bu görüş içinde boğuldu.
“ Kendini bana göster” dedi ve bu görüş içinde boğuldu.

“ Kendini bana göster” dedi ve Tanrı diliyle cevap aldı:
“ Beni göremeyeceksin!”

Yani böyle (Dünya gözü ile) görmek istiyorsan asla göremezsin!
Bu ifade inkârda mübalâğa ve hayrettir.

Çünkü sen zaten beni görmekten boğulmuş bir haldesin.
Daha nasıl diyorsun ki, bana görün de, sana bakayım?

Yoksa biri, Musa hakkında nasıl şüpheye düşebilir?
Allah’ın sevgilisi, onun konuştuğu Peygamberi ki, Kuran’ın birçok yerinde onun zikriyle doludur.

Nasıl ki, bir kimse bir şey severse onu çok anar derler.
Allah da Musa’ya beni göremeyeceksin dedikten sonra:
“ Dağa bak!” dedi.

O dağ, Musa’nın benliğidir ki, ululuğu ve sarsılmaz sebatı dolayısıyla Allah ona “ Dağ” dedi.
Bu, sen kendi nefsine bakarsan beni görürsün, demektir.

Bu:
Nefsini bilen Rabbini bilir “ nüktesine de (İnce anlamına) yakın bir sözdür.
Nasıl ki Musa da kendine baktı, Tanrısını gördü, onun varlığı belirince kendisi arada hiçleşmiş oldu.

Yoksa nasıl reva görebilirsin ki, Tanrı Musa gibi kendisiyle konuşan bir peygamberin duasını reddetsin de ona cansız bir dağı göstersin?

Musa ondan sonra:
Yarabbi! Sana tövbe ettim” dedi.
Yani seni göreyim derken içinde bulunduğum günahlardan ve seni görmek isteğimden dolayı tövbe ettim, demek istedi.

                  ***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***
Neler öğrendik:
1.    Yanlışı fark ettiğimiz an eski kararımızda ısrar etmeyip hemen doğruyu uygulamaya başlamamız gerektiğini, inat edip yanlışa devam etmenin yanlış olduğunu öğrendik.
2.    Çok insanın bir arada olduğu yerde veya karanlık işlerin yapıldığı yerde kendimizi korumamız gerektiğini öğrendik.
3.    Emir ve doğru iş için zorlamalarla topluluk içinde beraber bir iş yapılıyorsa bizim onların içinde kendi işimizi tercih ederek ayrı bir iş yapmamızın yanlış olduğunu öğrendik.
4.    Bütünü görürsek, bütün içinde olursak, bütünlükten kopmadan hareket edersek bütünün tamamından yararlanacağımızı öğrendik.
5.    Bütün içinden bir parçasını daha fazla önemsersek, bütünden bu parçayı alıp sahiplenirsek, kendi aklımıza göre büyütürsek bütünü ve bütününü kaybetme tehlikesi olduğunu öğrendik.
6.    Tanrı’yı içselleştirirsek bizden çıkan sözlerin Tanrı sözü olduğunu öğrendik.
7.    İblisi içselleştirirsek bizden çıkan sözün iblisin sözleri olduğunu öğrendik.
8.    Olgunluğa ulaşanların Hakkın dilinden konuştuklarını öğrendik.
9.    Sabrın kuvvet verdiğini öğrendik.
10.                      Sabırlı olursak, biraz ağır davranırsak sorularımıza cevap bulabileceğimizi, diğer bilgilerin buna yardımcı olacağını öğrendik.
11.                      Soruya cevap içten gelmesi için belli bir süre tanınması gerektiğini, içsel bir cevap alamayanın, doğru cevabı bulamayana görünür bir cevap geleceğini öğrendik.

İşte böyle yaren,
Ben gördüm, demek yanlıştır ve bir dizi yanlışlığa seni sürükler.
Tanrı bana gösterildi, lütfetti demek ile doğru yolunda devam edebilirsin.

Tanrı gözünden perdeyi kaldırmadıkça ve aydınlatmadıkça sen asla bir şey göremezsin.
Gördüğüm dediklerin ancak hayalinle şekillendirdiğin, gerçek sandığındır.

Sen ne kadar dikkatli olursan ol, Tanrı’nın perdelediği, sakladığını asla bulamazsın.

Bizim Tanrı’yı görmek isteğinden önce kendi hakikatimizi görmeye, tanımaya ve bilmeye çalışmamız lazımdır ki bu elimizde olan, çalışılmakla elde edilen bir kuvvettir. 

Tanrı‘yı bizim isteğimizle göremeyeceğimizi, ancak Tanrı’nın kendisini bize gösterme isteğinde olduğu zaman görebileceğimizi öğrendik.

Tanrı’yı görme muradında olanların yanlış isteğini doğru isteğe çevirmesi, Tanrı’nın kendisini göstermesini isteyerek içe yani kendine dönerek kendini bilmesinin bir yol olduğunu, takdirin Tanrı’ya ait olduğunu öğrendik.

İnşallah Tanrı’nın kendisini gösterdiği kullardan oluruz.
İnşallah kendimizi bilmede kolaylıklar olur.
Âmin.
                                            *
RAVLİ

Popüler Yayınlar