26 Mayıs 2012 Cumartesi

HAKKA ŞEMS-İ TEBRİZİ VE YOLCULUK

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

İş bu yaptığımız yolculuk meselesine varınca hoş olur.
Çünkü ben sana bu yolculuğu buyurmak niyetinde değildim.

Bunu kendi kendime yapayım, sizin işinizi yoluna koymak için yola çıkayım dedim.
Çünkü ayrılık ayrılık içinde pişer, yani denilebilinir ki, o kadar emirler, nehiyler (Yasaklar) ne oluyor?

Niçin yapmadım, bu ayrılık meşakkati karşısında o kolay şeyi niçin düşünmedim?
Söylediğim sözlerde nifak, iki yüzlülük yapıyordum.

Her iki tarafında hatırını koruyor, muamma (bilmece) söylüyordum.
Hâlbuki açık konuşmak gerektir.

Bu işin ne değeri var?
Ben senin işin için elli sefer yolculuk yapayım, yapacağım yolculuklar da sırf senin işini yoluna koymak içindir.

Yoksa benim için ne fark var?
Rum ülkesinden Şam’a gideyim yahut Kâbe’de veya İstanbul’da olayım, aynı şeydir.

Ancak şu var ki, ayrılık insanı pişirir, düzeltir.
Bu gün düzelmiş ve pişmiş olarak kavuşmak mı daha iyidir, yoksa hep ayrılıktan pişmek mi?

Kavuşma halinde pişmiş olan kimse, artık perdeye nasıl yol bulabilir.
O daima perde içinde oturanlara benzer mi?

Söylediğim şeylerden aşığın tarifini ve şahitliğini dinlemezler.
Çünkü aşkın özelliği şuradadır ki, ona karşı ayıplar hüner gibi görünür.

Sevenin gözü kör, kulağı sağır olur, derler.
Bu mümkün müdür ki, insan hem âşık olsun hem de onda görüş ve ayırma kuvveti yerinde kalsın?

Dediler ki:
“ Biz aşktan bunu istemiyoruz ki insan tamamıyla kendinden geçmiş ve mağlup düşmüş olsun”

Ben dedim ki:
İmkâna karşı durmak mümkün değildir.
Bu meselede metotçuların fikirlerini söyleyeyim ki, bunlar, iki kaziye (Madde) ve üç bölümdür.

Biri vaciptir (Zorunluluk) ki, Hakkın kendi âlemi ve sıfatlarıdır.
İkincisi muhal, yani imkânsızlıktır.
Üçüncüsü caiz, yani olanak halidir ki her iki tarafa yönelebilir.
Olabilir de, olamaz da.

Bu üçüncü bölüme giren herkes, kurtuluşa erer.
Nasıl ki, Âdem’in dışarı atıldığı cennet, yükseklerde bir ormanın başında ve yerin üzerindeydi.

Ama bu cennet, müminlere vâdolunan ve feleklerin en yüksek noktasından nişan veren cennet değildir”

Ona dedim ki:
“ Sen bana hep felsefeden bahsettiğimi söylüyorsun.
Bir kere felsefeye başlayan sensin”
                                       *
Köylünün biri tarlada çift sürüyordu.
Çift demiri bir engele takıldı.

Öküzler yürümeye imkân bulamayınca köylü öküzleri dövmeye başladı.
Ama yürütmek mümkün olmadı.

Öküzler yüzükoyun düştüler, övendire (Ucu çivili uzun deynek) yarasından perişan bir hale geldiler.
Çiftçi demirin takıldığı yeri bir daha yokladı, birkaç taş çıkarınca demiri gördü.

Meğer büyük göğümün kulpuna (Kazan) kulpuna takılmış.
Demirin ucunu yakaladı, ama bir türlü yerinden çıkaramadı.

Her ne kadar onu yerinden kaldırmak ve kımıldatmak istediyse de bunu bir türlü başaramadı.

Adama dedim ki:
“ Mademki demiri yerden çıkaramıyorsun bari bir yolunu bul da başını kopar!”
Her ne kadar çabaladı ise de bir şey yapmak mümkün olmadı.

“ Acaba bu bir çapul mudur?
İçinde gümüş para saklı bir define mi? diye söyleniyordu.

Ama adamın hayali altın tarafına hiç işlemiyordu.
Çünkü o köylü idi.

Nihayet demiri kopardı, güğümün içi altın dolu idi.
Bir avuç para çıkardı.

Sevinçle avucunda tutarak baktı:
“ Vallahi ki altındır” dedi.

Köylü o zamana kadar düşüncesiz, gamsız bir adamdı.
Çiftini sürüyor, bir iş yapıyordu.

Ama o saatten sonra âlemin hayalleri, sevdaları başında toplandı.
Nasıl edeyim de bu işi başarayım diye düşünmeye başladı.

Filan yere mi yoksa doğruca padişaha mı götüreyim diye bir takım kuruntularla uğraşırken, o sırada, uzakta pek sıkıntılı bir halde avdan dönmekte olan padişahı gördü, paraları teslim etmek için bağırmaya başladı.

Bu sesi işiten iki çavuş koşarak geldikleri sırada köylü, önce verdiği karardan pişman olmuştu.
Adamlar:
“ Bizi niçin çağırdın?” diye sordular.
“ Bari su ver de içelim” dediler.

Köylü:
“ Şehrin yolunu sormak için çağırdım sizi” dedi.
Çünkü onlar gelinceye karda evvelki fikrinden vazgeçmişti.
Sıkıntısını açıklamamıştı.

Adamlar gülerek:
“ Şehrin yolunu bizden mi soruyorsun?
İşte şehrin yolu şu taraftadır” dediler.

Yolu işaret ettikten sonra geçip gittiler.
Çavuşlar uzaklaşınca köylü yine pişman oldu.
Bu sefer gerçekten bir daha çağırdı.

Çavuşlar:
“ Ne istiyorsun? Diye tekrar geldiler.
Fakat köylü yine pişman olmuştu.

“ Göstermiş olduğunuz şehir yolunu unuttum da tekrar sorayım dedim, bu tarafta mı yoksa şu tarafta mı?” dedi.

Çavuşlardan biri köylüyü dövmek istedi, öteki elini tuttu.
Tekrar dönerek Padişahın yanına gittiler, oturdular.

Fakat birbirine bakarak gülüyorlardı.
Köylünün saçma sözlerinden bir şey anlayamamışlardı.

Hâlbuki Padişah çok öfkeliydi.
Çavuşların her ikisinin de öldürülmelerini emretti.

İçlerinden çok yumuşak huylu biri padişahtan aman diledi:
“ Ey cihan şahı!
Bir kere ferman buyur ki bu gülüşmemizin sebebini sorsunlar.
Allah aşkına bizi dinleyin! Dedi.

Hikâyeyi olduğu gibi anlattılar.
Padişah:
“ Eğer doğru ise gidin köylüyü buraya getirin” dedi.

Çavuşlar koştular, köylü bunları görünce korktu.
“ Vallah bunlar bana geliyorlar” dedi.

Çavuşlar:
“ Haydi!
Padişah seni istiyor” dediler.

Köylü kendi kendine:
“ Yahu, parasız olursun bir dert.
Ama altına kavuşup da derdin olmak daha iyi!” dedi.
                                      *
Bence parasız dert daha iyidir, çünkü can korkusu yoktur.
Bu söz bir hikâyeden meydana çıktı.

Bu insanlarla şakadan konuşmak, ciddi konuşmaktan daha uygun olur.
Gerçi büyüklüğü belli olan kimsenin kendine göre bir âlemi ve bir veliliği vardır.

ŞİİR:

Dürüstlük bir şehirdir, ben de o şehrin sultanıyım,
Onda kendim yaşayayım, kendim öleyim, kendim korunayım.

Böyle bir adam şaka yaparsa bildiklere onun şakasından bir heybet gelir.
Ama ciddi sözden o kadar heybet gelmez.

Şüphe yok ki şakada o derece sertlik ve korkutma olmazsa daha hoş olur.

                  ***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***
Neler öğrendik:
1.    Ayrılığın insanı pişirdiğini yani sofraya konacak hale getirdiğini, yani nimet haline getirdiğini, yani yararlanabilecek duruma gelindiğini öğrendik.
2.    Ayrığın pişmiş duruma getirmesinden sonra buluşmanın daha yararlı olacağını öğrendik.
3.     Pişen kişinin görüşüne engel olan çok perdeleri yakıp yok ettiğini, olayı ve kişileri daha bilinçli gözle görüp değerlendirdiğini öğrendik.
4.    Âşık kişinin başkalarının ayıpladıklarını hüner gibi gördüğünü öğrendik.
5.    Aşığın ölçülerinde ve hareket alanını gözlemlediğinde olabilirliği etkin olarak kullanıp hareket ve seçenek serbestliği kazandığını öğrendik.
6.    Konuyu açanın o konunun konuşulmasının uzamasından ve genişlemesinden şikâyet edemeyeceğini öğrendik.
7.    Âdem (a.s.) kovulduğu cennetle gideceğimiz cennetin farklı yerlerde olduğunu öğrendik.
8.    Hazine gibi bir kişiye rastladığımız zaman düşüncesiz ve gamsız hareket etmememiz gerektiğini öğrendik.
9.    Parasız hayatın sıkıntı getirdiğini paralı hayatın da can korkusu getirdiğini öğrendik.
10.                      İnsanlarla şakadan konuşmak, ciddi konuşmaktan daha iyi iletişim sağladığını kaynaştırdığını öğrendik.
11.                      Şakadan konuşmakta sertlik ve korkutma olmazsa daha iyi olacağını öğrendik.
12.                      Büyük insanların farklılıklarını, sıradan olmadıklarını ve bunu söz ve davranışlarına yansıttığını öğrendik.
13.                      Şems Hazretlerinin dostlarına pişmiş halinden faydalansınlar diye seyahat ettiğini öğrendik.

İşte böyle yaren,

Dürüstlük bir şehirdir:
Nasıl ki bir şehre her çeşit insan gelir ve gider.
Aklımıza da her çeşit düşünce gelir gider.

Nasıl ki yanlışı cezalandırırsın, doğruyu müfakatlandırırsın kendimizin davranışlarını da böyle yapmalıyız.

Nasıl ki iyi, güzel, dost olan birini misafir eder ağırlar, izzet ikram edersek, aklımıza gelenleri de gönlümüzde alıkoyarak yer vermemiz gerekir.

Ben de o şehrin sultanıyım:
Kararlarımı kendim, kendim için veririm.

Onda kendim yaşayayım, kendim öleyim, kendim korunayım:
Kendi kurduğum iç âlemimdeki şehirde yaşayayım, iç âlemimi dışa karşı koruyan olayım.

Başkalarının bize anlattıkları şüphesiz kendi değerleri açısından önemli buldukları hikâyelerdir ve sonucunda bize bir ders vermek, öğüt sunmaktır.

Ama kendimizin yolculuk sırasında yaşadıklarımız daha etkendir ve unutulmaz hatıralarımıza gireceğinden önemlidir.

Yolculuk sırasında sevdiklerimizi geride bırakmak ve onların başına gelecek olanlarda yardımcı olamayışımız, kaza kaderin her an bize sürpriz yapacağını beklerken duyduğumuz korku, dualar ederek Tanrı’ya sığınışımız bizi sağlam durmaya, başkalarına bulaşmamaya, yanlış yapmaktan çekinmeye sevk eder ki bu bizi pişirir ve böylece kendimizi kendimize sultan yaparız.

Sözden öğüt almayanların deneme yanılma şeklinde öğrenenlerin seyahat etmelerini öneririm.

 Yaren,
Belirli bir seviyedekilerin konuşmaları başkadır.
O seviye ne denli yüksekse kelimeler bile konuşulmaz, düşüncelerle bakıldığı zaman karşısında ki anlar ve aynı şekilde cevap verir.

Dostlar arasındaki sohbette kişiye değil topluluğa bu tür hikâye anlatılır, yorumlanır ve yorumlanırken kişi belli olmayacak şekilde ortaya atılır ve herkes hissesine düşen öğüt ve uyarıyı alır.
                                   *
RAVLİ

Popüler Yayınlar