1 Haziran 2012 Cuma

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE TEŞBİH VE TENZİH

Teşbih: Benzetme, benzetilme.
Nasıl ki, nitekim güya, meğerki sözü ile başlayan anlatım.

Tenzih: Kusur kondurmama, kabahat ve kusuru yok etmek.
Allah’ın her türlü eksik ve noksanından uzak bulunduğuna dair ve insan vasfında olmadığına inanma.

                                     *
Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Henüz erginlik çağına erişmek üzere idim ama tamamıyla erginleşmemiştim.
Bu aşk üzerinden otuz kırk gün geçtiği halde hiçbir şey yemek istemiyordum.

Biri Hemadan şehrinde vaaz ediyordu:
“ Herkes Allah’ı, varlıklardan birine benzetiyor” diye eleştirmeye girişmişti.

Şehrin vaizi geldi, kürsüye çıktı ve teşbih ile ilgili ayetleri sıralamaya başladı.
Rahman Arş üzerine istiva ve galebe ile hâkim oldu
( Rahman, Arş’ı hükmü altına almıştır.)
(Taha suresi 5) ve yine

Üstlerindeki Rablerinden korkarlar
Nahl suresi 50) gibi ayetleri kürsünün önünde okumaya başladılar.

Vaiz de teşbih (Benzetme ile anlatma) inancına sapmış kimselerdendi.
Bu ayetlerin manalarını teşbih yönünden söylemeye başlamıştı.

Hadisler de rivayet ediyordu:
Rabbinizi gece dolunayı seyreder gibi göreceksiniz
Allah Âdem’i kendi sureti üzerine halk etti
Rabbimi kırmızı bir elbise içinde gördüm

Gibi çeşitli manalara gelen hadisleri gayet güzel anlatıyor, teşbih yönünden manalarını söylüyordu.
“ Vay o kimselere ki, Tanrı’yı bu sıfatları ile teşbih etmez ve bu suretle bilmezler!
Onlar ibadet etseler bile yine cehennemlik olurlar.
Onların ibadetleri kabul olunmaz” diyordu.

Bu konu ile ilgili ayet ve hadisleri anlatırken, bir kısım halk Tanrı’nın mutlak varlığını, onun mekânsızlığını da ileri sürerek sordular.

Vaizin sözlerine itirazda bulundular:
Nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir

Ona benzer bir şey yoktur” mealindeki ayetleri de hep benzetme yolu ile yorumladı ve bütün bunları teşbih noktasında birleştirdi.

Tenzih yani Tanrı’yı noksan sıfatlardan arı bilmek hususunda çekingen davrandı.

Cemaat evlerine gittiler.
Bunları çoluk çocuklarına anlattılar ve hepsine şöyle tavsiye ettiler:

“ Allah’ı arş üzerinde biliniz, gayet güzel bir surette iki ayağını aşağı sarkıtmış bir halde kürsüye oturmuş, şehir vaizinin dediği gibi melekler de arşın etrafını çevrelemiştir.

Her kim onda bu suretler yoktur derse onun imanı yoktur.
Vay onun ölüsüne, vay onun mezarına, vay onun son haline!”

Bir hafta sonra garip bir Sünni vaiz geldi.
Hafızlar, tenzih (Allah’ın hiçbir şeye benzemediğini) ayetlerini okudular.

Ona benzer bir şey yoktur, doğurmadı, doğrulmadı, semalar onun eliyle dürülmüştür
Mealindeki ayetlerin tefsirine başladı.
Teşbihçilerin derisini yüzmek gerektiğini söyledi.

“ Her kim teşbihten bahsederse kâfir olur, her kim suretten söz açarsa cehennemden kurtulamaz.
Allah’a mekân isnat edenin vay dinine vay mezarına!” dedi.

Teşbihe benzeyen ayetleri de hep tevil etti (Söze ayrı mana vermeye kalkışmak), birer-birer yorumladı, o kadar cehennem tehdidi yaptı ve korkuttu ki, her kim suretten söz açarsa onun ibadeti ibadet değildir, demeye getirdi.

“ Allah’ın mekâna muhtaç olduğunu söyleyen zavallının vay haline!
Vay onun sözlerini dinleyene!” dedi.

Sünni vaizin bu sözlerini işitenler çok korktular, üzgün bir halde evlerine döndüler.
Bunlardan biri evine geldiği zaman iftar bile etmedi, evin bir köşesine çekilerek başını bacakları arasına aldı, çocuklar gibi ağlamaya başladı.

Çoluk çocuk etrafında toplandı.
Fakat bunları yanından kovdu, bağırarak tersledi.

Çocuklar annelerinin yanına koştular.
Kadıncağız adamın karşısına oturdu.
“ Efendi hayırdır inşallah, yemek soğuyor, yemeyecek misin?

Çocukları dövüyorsun, beni kovuyorsun, nedir bu hal?
Hep ağlıyorlar” dedi.

Adam:
“ Çekil karşımdan!
Artık bana ilahi sesler gelmiyor, içime ateş düştü” dedi.

Kadın ona tekrar sordu:
“ Kendisine umut bağladığım Tanrı’yı mı bir tarafa bırakıyorsun?
Bu ne haldir?

Sen sabırlı bir erkektin, şimdiye kadar başına birçok çetin işler gelmişti hepsine sabrettin ve kolaylıkla atlattın.

Tanrı’ya bel bağladın (Kendisine yardım edeceğine inanmak, güvenmek), Tanrı da bütün o zorluklardan seni kurtardı, gönlünü hoş etti.

O geçen nimetlerin şükran borcu olarak bu günkü sıkıntılarını da yine Tanrı’ya havale et, işe boş ver ki, üstüne rahmet yağdırsın”

Bu sözler üzerine adamın yüreği yumuşadı.
“ Ne yapayım?
Bizi aciz hale getirdiler, canımız boğazımıza geldi.

Geçen hafta âlimin biri tutturdu:
“ Allah’ı arş üzerinde bileceksiniz, onu arş üstünde bilmeyen kâfirdir, ölürse kâfir olarak ölür” dedi.

Bu hafta da başka bir âlim geldi, kürsüye çıktı:
“ Her kim, Allah’ı arş üzerinde bilir ve böyle bir şeyi hatırından geçirirse yani onu semada tasavvur ederse o kimsenin ameli ve ibadeti kabul olunmaz.
Çünkü Allah, mekândan münezzehtir” dedi.

Şimdi, bu birbirini tutmayan sözler karşısında biz hangi tarafı tutalım?
Nasıl yaşayalım?
Nasıl ölelim?
Aciz kaldık!”

Kadın dedi ki:
“ Hiç acizlik gösterme, şaşkınlık etme!
Allah ister arş üzerinde olsun, ister bir yerde otursun, ister yersiz olsun, her nerede olursa olsun, yeter ki, ömrü uzun olsun, devleti sonsuz olsun.

Sen kendi dervişliğini düşün, dervişlik vazifeni yerine getir”

                  ***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***
Neler öğrendik:
1.    Bilinmeyen, görünmeyen anlaşılsın, bir fikir sahibi olunsun diye teşbih yapıldığını öğrendik.
2.    Teşbih yapanın aynı şeyi devamlı anlatmasından dolayı onu gerçek gibi kabul ederek inandığını ve başkalarını da inanması için korkuyu kullanarak teşbih bataklığına düştüğünü öğrendik.
3.    Anlatılmak istenenin Tanrı’nın her şeye hâkim olduğunu, her şeyi gördüğünü anlatmak ve inandırmak maksadı güttüğünü ama bu amaç için kullandığı aracı yanlış seçtiğini öğrendik.
4.    Tenzihçinin de Tanrı’nın şekil ile izahına karşı olduğunu, bu anlayışın (Teşbih) yıkılması gerektiğini ve bunun önemini yine korku yoluyla sağlamaya çalıştığını öğrendik.
5.    Herkesin kendi anlayışına, hangi pencereden baktığına göre aslında Tanrı’yı anlatmaya çalıştığını öğrendik.
6.    Birbirinin zıttı gibi görünen bu anlayışın “ Bu neyi anlatmaya çalışıyor?” sorusunu kendimize sorup sonra inanma yoluna girersek doğru anlayışa sahip olacağımızı öğrendik.
7.    Bize anlatılan bir şeyi “ Nasıl anlatıyor?” diye sorarsak yanlış anlayışa götüreceğini öğrendik.
8.    Mevlana Hazretlerinin herkesin anlayışına göre, yani kafa karışıklığına meydan veren anlatımdan kaçının demesinin önemini öğrendik.

İşte böyle yaren,

Birbiriyle çelişmiş gibi anlatılar olduğu zaman şaşkınlığa, neye inanacağına karar verememek gibi aciz bir duruma düştüğümüz zaman:

Şekil yönünden değil de bize somut etkilerini, önceki yaşanmış tesirini dikkate almamız gerekiyor.

Çelişki ve zıtlıkta kendimize birkaç soru sorup cevap verirsek doğrusuna yaklaşırız.

Hatıra:
Babam rahmetli müftü Fehmi Bayraşa bu yaşanmışı anlattı naklediyorum.

Şamdan Âlim bir insan gelmiş.
Afyon Ulu Cami’sinde vaaz veriyor.

İlk gün cami tamamen dolmuş.
Ertesi gün yarıya inmiş.
Sonra ki gün ön safta bir iki sıra ihtiyarlar dinlemiş.

Gelen âlim kızmış.
“ Ben matematik, fen, geometri, … İlimlerini anlatıyorum kimse dinlemeye gelmiyor” diyor.

İhtiyarlardan biri:
“ Çok ilim sahibi olmuşsun ama eksiksin.
Eksik olan ilmin ‘ SİYASET İLMİDİR’ halkın dinleyici olmasını istiyorsan bu ilmi öğrenmen lazımdır” diyor.

Âlim de tekrar bu ilmi öğrenmek için geldiği yere gidiyor.

Yaren buradan da şunu anlıyoruz ki topladığımız, pişirip sofraya koyduğumuz ziyafetin sunuş biçiminin önemli olduğunu bir daha hatırladık.
                                        *
RAVLİ

Popüler Yayınlar