29 Haziran 2012 Cuma

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE GÖREV VE ÖDEV BİLİNCİ

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Şimdi “ Fakr mertebesi tamam olan (Allah’tan başka hiçbir şeye muhtaç olmamak) ancak Allah’tır” gibi binlerce beyhude (Yararsız, anlamsız boşuna söylenmiş) sözlere gelelim.

Yani “ Fakr tamam olunca Allah yüz gösterir, onu bulur ve görürsün” sözünde küfür yoksa bu sözün manası o değilse, seninle Hıristiyan arasında ne fark olabilir?

Nihayet Hazreti İsa, Hallac-ı Mansur’dan da Bâyezid’den de, ötekilerden de daha latif bir zat idi.
Şu halde Hıristiyan’ı “ İsa Tanrı’dır veya Tanrı’nın oğludur” dediği için kınamak neden?
Hâlbuki sen de aynı şeyi söylüyorsun.

Şu halde:
“ Fakr tamam olunca Tanrı’yı bulursun” sözünün manası:
“ Her kimin nefsi ölürse, Şeytanı da ölür, kötü huylardan temizlenerek Allah’a kavuşur” sözündeki mana gibidir.

Ama bu kavuşma hâşâ (Asla) Allah’ın zatına kavuşmak değil, belki onun yoluna girmektir.
Kul, Allah’ın kendisine kavuşmadığını, ancak Allah yoluna girdiğini anlar.
Aksi halde Allah yolundan sapmış olur.

Sonra onun nefsi de diridir, Şeytanı da!
Allah yolunun nuru ile Allah’ın zatının ruhunu ayıramayan, daima karanlıktadır ve körleşmiştir.

Yüce Tanrı’nın nurdan yedi yüz perdesi yahut nurdan yedi yüz örtüsü vardır, bunlardan biri açılsa, hem dünyayı, hem içindekilerini yakar, denildiği vakit o hangi perdedir ki, yavaş-yavaş kalkınca zat nuruna varabilir, zattan parlayan ruha erişebilir?
Sorusu hatıra gelir.

Abdest üzerine abdest almak, doğuşta, yaratılışta temiz ve abdestli olanın üzerine nur üstüne nur iner.
O, iki defa abdest almış demek değildir.

O, benim okumadığım bir meseleden bahsetti.
İzzeddin bunu kabul etmedi, yalanladı.

Nasıl olur da:
“ Evet, ben onu okudum” diyebilir.
Mevlana’dan bir işaret aldım, sandım ki Mevlana da bunu anlatmak istiyor.

(Kendi kendime) “ Bu gün Mevlana da o türlü sözler söylüyor ki ben şimdiye kadar asla bahsetmedim” dedim.
Sana güvenerek söyledim ki, sen hem kadıya, hem de adalet bakanına karşı savunasın.

O demiştir ki:
“ Eğer benden bir şey götürmez ve gelmezse onun kuvvet ve kudretini hiçe indiririm.
Bu tıpkı şuna benzer:
Bir köle var mıdır ki, sultana karşı:
“ Sen ki padişahsın, meclise gel de seni göreyim” diyebilsin, bu nasıl olur?

Biz bu nefsi ne Aksaray’dan, ne de Kaymaz Kervansarayından getirdik.
Eğer sen bu fikirde isen, Halep’te oturmuş, bir ülkeden başka bir ülkeyi seyrediyorsun demektir.

Zavallı ihtiyar!
Başında bu teslim taşı ve aramızda bir yakınlık olmasaydı.

Hele senin:
“ On beş seneden beri sende bu ne sabır” deyişin yok mu, bunda azıcık bir samimiyet kokusu olmakla beraber taşınca yüz bin misli artar.
Bu hal ve sözler bir soru sormak maksadı ile değildir.

Ancak bu hakikatte bir soru olabilir.
Yani iş böyle olunca hemen cevap vereyim.

İyi dikkat edin ki, sual daima cevap cinsinden olur.

Mevlana ona layıktır.
Bana dost olan bir kul, onun bütün sıfatları ile vasıflanmış olur.
Bu takdirde onun kahrı da, sabrı da sonsuz olur.

Sen onun sabrını başkalarının sabrı ile karşılaştır.
On beş sene çok kısa kalır.
Ne on beş sene bin sene!

Tanrı’nın misk ve amber kokusunu andıran, her zaman burunlarda tüten bir kokusu vardır.
Ama hiç misk ve amber kokusuna benzer mi o?

Tanrı tecelli etmek, yani kendini kuluna göstermek isteyince o koku önceden duyulur.
İnsanı mest eder, baygın hale getirir.
Böylece o sözün arkası kesilmez.

Hazret-i Muhammed (s.a) buyurur ki:
Ey Hıristiyan!
Sen İsa’yı tanımadın, bari beni tanı.
Eğer onu tanımış olsaydın beni daha çok tanırdın!

Bu gün Hazreti Peygamberi, bütün Peygamberlerin sonuncusu olarak anlatırlar.
Derler ki:
O’nun “ Her kim benim nefsini bildi ise Rabbini de bildi” ve ayrıca:
“ Kendi nefsini bilen Tanrısını da bilir! Buyurması utancından mı ileri geldi?

O’nun “ Her kim nefsini bildi ise” sözünü, herkes nefsinden habersizlikle yorumladı.

Akıllı kişiler kendi kendilerine dediler ki:
“ Bu alçak, murdar, azgın ve karanlık nefisçiğimizi tanımıyoruz, ama bundan, Tanrı’yı bilme marifeti elde edilebilinir mi?”

Sırra erenler onun ne dediğini anladılar.

Kendi kendime dedim ki:
Benim için yemenin, içmenin, uyumanın ne yeri var?
Ulu Tanrı beni bu iş için mi yarattı?
Benimle hiçbir aracı olmadan konuşmaz mı?

Ben ondan bir şeyler soramam.
O’da bu yemenin, uyumanın ne olduğunu söylemez.

Acaba ben körü körüne yiyip içmek için mi geldim bu âleme?
Eğer iş öyle olsa ve ben onunla karşı karşıya konuşup anlaşabilseydim,
Şu yiyip içtiğimden dolayı buraya nasıl geldiğimi, nereye gideceğimi,
Beni kurtaracak olanın kim olduğunu,
Sorunumun nereye varacağını anlar ve kaygısız yaşardım.

Bu akıl yönünden nasıl olur? Dedim, yüzümü ona çevirdim.
Nasıl ki bir annenin âlemde bir tek çocuğu vardır.
Çok güzel, yakışıklı bir yavru!
Elini ateşe sokmuştur.
Bunu gören anne nasıl yerinden fırlar ve çocuğunu nasıl kaparsa, Hakk kokusu da beni öylece ateşten kaptı.

Kadı Şemseddin’in dediği gibi, nasıl olur da Yusuf’un o cihanı aydınlatan güzelliğine gölge düşer, onun gül renkli yanakları solar?
Bu ilim kızmadıkça o ilimlerdeki soğukluk anlaşılmaz.
Sıcaklık soğukluğa, soğukluk da sıcaklığa karışır.

Bizim sözümüz Mevlana’ya değildir.
O, bu tür insanlardan değildir.

Kuran’da:
“ Semadaki bulut dağlarından dolular yağdırır, onu dilediğine isabet ettirir, dilediğine ettirmez
(Nur suresi 43) Buyrulmuştur.

İşte Kuran’da bulduğumuz bir deyimdir bu.
Başkalarının başına gelen her kötülük yorumlanırken, Allah yolunun yolcuları hakkında iyilik olarak yorumlanır.

Allah’ın güzel isimlerinden biri de Mürid’dir (Dileğine bağlanan) , nihayet bu müridin bir Murad’ı olacaktır.
Onun bir adı da Talib olunca bir Matlub’u (Aranılan) olmak gerekir.

Biri sordu:
“ Bu herkes için midir?
Nihayet ben de önce talib idim.

Dedim ki:
“ Herkes talip (İstekle arayan) değildir, o talepten âlem halkı üzerine bir ışık düşse hiç kimse takat getiremez hepsi yanar, mavf olur gider.”
Bu taliplerden biri Musa Peygamberdir.

Dağda, Tanrı’dan bir iz aradı, kendinden geçti, geri döndü.
Şu halde rastgele herkes nasıl matlub yani aranan kişi olabilir?

Manası çok latif (Yumuşak, hoş, güzel, nazik) olan şu beyitteki nükteye (herkesin anlayamayacağı ince mana) asla itirazın yeri yoktur.

Bizi şehrimizden kovarlarsa ne çıkar?
Şehir dışındaki kırlar bizimdir. Demiştir.

Allah başarı verirse, ben de öyle bir yere gideceğim ki, hiç ses seda gelmesin oraya.
Çeşitli yönlerden esen rüzgârlar birbirini kovalasın.

Ben bir şey okuyayım, onların kulaklarına üfleyeyim:
Sen de oraya kulaklarını tutasın.

Senedi, dayanağı olan kişinin gönlü şendir, arkası kuvvetlidir, hiçbir şeyden gam yemez.

“ Şeyh İbrahim burada olsaydı” dedim,
“ Bana iftiharla hizmet eder, gönül hoşluğu ile yoldaşlık yapardı”.

Diyorlardı ki:
“ Biz de hizmet için kalmıştık, ama sen kendinden geçmiş unutmuşsun.”

Şimdi kapalı bir sırrı açıklıyorum.:
Diyordum ki:
“ Siz bir konak ilerden gidin ki, ben de arkadan geleyim”

Onlar bundan başka mana çıkararak:
“ Sen bizimle beraber olmaktan rahatsız mı oluyorsun? Diyorlardı.

Ben kendi kendime:
“ Siz her vakit kendinizle cenkleşiyorsunuz, nefisleriniz dipdiri.
Yol işidir bu.” Dedim.

Dediler ki:
“ Eğer şunu yap bunu yapma gibi sözler size ağır geliyorsa, bu şundan bundan konuşma ne oluyor?
O kadar niyazlarımızı da mı boş laf sanıyorsunuz?

Ancak ben ısrar ediyordum:
“ Ben sizin peşinizden gelirsem arada bir konak fark eder.
Hem acemi mekkâreci (Hayvan sahibi) beni ne tanır.

Ona ben teklifsizce hükmederim, onunla istediğim gibi pazarlık ederim
Bu işten bir o anlar, bir de hayvanı.
Ben hayvandan iner bir köşede dinlenirim.”

“ Hiç olacak bir şey mi bu! “ dediler.
“ Biz bir menzil ileri gidelim de sen on menzil geri kalasın!”

O zaman gözümün rahatsızlığından bahsettim.
Şimdi bu benim elimde değil, bu gayb âleminden gelen bir engeldir.

Siz gidin!
Bana yalnız Mevlana’nın mektubu kâfidir.
Bana gönderdiği oğlu (Sultan Veled) dedi ki:

“ O zaman Mevlana bana ne der?
Bana:
“ Behey ahmak, behey eşek, behey aptal akılsız!
Ben seni gönderdim ki, o zatı getiresin.

Mademki sen de gittin onu buldun, sana gözünün ağrıdığını söyledi;
O zaman sana yaraşan orda beklemek, ona hizmet etmek, iyice afiyete kavuşuncaya kadar orada kalmaktı’ demez mi?”

Delikanlının bu sözlerinden anladım ki o güzel bahaneleri ona Mevlana öğretmiştir.
O sözleri, o alçak gönüllülüğü Mevlana’nın öğretmesi ile olmalıdır ki, bana bu hususta olağanüstü bir ilgi gösterdi.

Bundan daha üstün bir sözün misalini söylesem bilgisiz halkın kafasına girmez.
O anladı ki, kendi sözünü henüz karısı bile kavrayamadığı gibi oğlu da anlayamaz!

Ne güzel sıfatlar (Görev ve ödev bakımından özellik) ki hiçbiri ötekiyle çelişmez;
Bu onunla, o da bununla uyuşma halindedir.

O sıfat(Görev ve ödev bakımından özellik) , bu sıfatı (Görev ve ödev bakımından özellik) artırınca bu da ötekini artırır.
Bir aralık bir sıfat ötekilerden ileri geçse bile yine aralarında düzenlik ve adalet bulunur.

                  ***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***
Neler öğrendik:
1.    Bir şeyler yapmamızla Tanrı’nın yüzünü görmeye hak kazandığımızı veya gördüğümüzü söylemenin yanlış olduğunu öğrendik.
2.    Ancak Tanrı kendisi isterse, lütfederse, gösterirse görebileceğimizi öğrendik.
3.    Yani sen göremezsin, O, gösterirse görebiliriz.
4.    Tanrı’yı bulamazsın ancak O, kendini buldurur.
5.    Tanrı’yı bulmak için uzun bir yolda olmamız, o yolda iken Tanrı isterse kendini buldurur.
6.    Tanrı’yı bulmak kendisini bulmak olmadığını, ancak o yolu bulmamız olduğunu öğrendik.
7.    Tanrı nuruyla kendini arayanlara yolu aydınlattığını öğrendik.
8.    Tanrının zatının ruhu ayrı bir bilgi ve görüş ister, Tanrı Ledün bilgisi verirse ancak buna ulaşılabilir.
9.    Karanlık perdeler herkese kapalıdır ancak bu yola uygun olanlara aralanarak, kaldırılarak hakikat gösterildiğini öğrendik.
10.                      Aydınlık veya nur perdeleri Hak yolcusu hazırlanarak kaldırıldığını, yolcunun nurdan yanmaması için bu perdelerin olduğunu öğrendik.
11.                      Tanrı’ya dua etmekle kendini göstermesini istemenin terbiyeye uymadığını, yani büyük birini ayağına çağırarak görmek istemek gibi uygunsuz olduğunu öğrendik.
12.                      Samimiyetle ve yakınlıkla söylenen isteklerin yanlış bile olsa hoşgörü ile karşılandığını öğrendik.
13.                      Tanrı kendini göstereceği zaman hoş bir koku duyarak kendimizden geçtiğimizi, sarhoş bir hale geldikten sonra Tanrı’nın bize kendini gösterdiğini öğrendik.
14.                      Soru soranın muhakkak sorduğu soruda bildiği bir şeyler olduğunu öğrendik.
15.                      Peygamberi bilmeden, tanımadan Tanrı’yı bilemeyeceğimizi öğrendik.
16.                      Tanrı’ya ulaşma yolundaki yolcuların bazen çok istekli olduklarını bazen de soğuduklarını ama arayıştan hiç vazgeçmediklerini öğrendik.
17.                      Dileğimize bağlanıp isteyen kişi olursak sonra elde ettiklerimizle istenilen kişi olacağımızı öğrendik.
18.                      İsteğimizi şehirdeki insanlar uygun görmezse, onaylamazlarsa, kabul etmezlerse hatta düşmanlık ederlerse şehir dışında daha geniş ortamda yapmamız gerektiğini öğrendik.
19.                      Delilinin kuvvetli, şahidinin de sağlam olanın üzüntüsü olmayacağını öğrendik.

İşte böyle yaren,

Mevlana Hazretleri Şems Hazretlerini bulup Konya’ya getirmesi için Sultan Veled Hazretlerini Şam’a göndermişti.

Sultan Veled başlıklı yazılarda bu seyahat ve Veled Hazretlerinin ata bile binmeden yalın ayak Şems Hazretlerinin yanında hizmet ederek Şam’dan Konya’ya getirmiştir.

Bir babanın evladına öğretmesi gereken güzel şeyler olduğunu:
Alçak gönüllülük,
Babanın dostuna ve sevdiğini hizmet etmek, ikram etmek olduğunu,
Görev ve ödevlerimizi biri bize söylemeden düşünmemiz ve en iyi şekilde yerine getirilmesi gerektiğini öğrendik, anladık.
                                               *
RAVLİ

Popüler Yayınlar