15 Haziran 2012 Cuma

PEYGAMBER MİRACI

Bir gece Cebrail sürünerek kapısına geldi:
“ Ey âlemin ulusu!” dedi, haydi hazırlan.

Bu karanlık yurttan kalk, geçiver.
Tanrılık saltanatı yurduna sefer et.

Bu gece mekânsızlık âlemine ayak bas.
O halkayı tut, gir içeri.

Bu gece koca bir âlem, senin için coşup köpürmüştür.
Tanrı’ya en yakın meleklerin hepsi de kulaklarında küpe, kölelerindir.

Bu gece şeriat sahibi olsun, olmasın, bütün peygamberler, yüzünü görmek için beklemedeler.

Cennetin kapıları da açıldı, göklerin kapıları da açıldı.
Nice gönüller, senin yüzünden neşelendi.

Bu gece ne varsa iste ondan.
Bu gece şüphe yok, Tanrı’yı göreceksin sen.

Bu gece ümmetinin derdine düş.
Bilirsin ki sen, baştanbaşa sırdan ibaretsin.

Şimşek gibi bir Burak gelmişti.
Tanrı, onu pak nurdan yaratmıştı.

Baştan ayağa kadar Tanrı nuruydu.
Hızlı gitmekte yelden bile ödülü kapmıştı.

Peygamber, hemencecik bindi.
Mekân âlemini geçti, mekânsızlık âlemine yürüdü.

Ulu arşa bir gürültüdür düştü;
İki cihan ulusu geldi diye melekler, birbirine girdiler.

Bütün melekler, ona âşık bir halde saçılar saçmak üzere,
Ellerine tabaklar aldılar.

Yolda bütün peygamberleri gördü.
Birer, birer hepsini de sırlara agâh etti (Gizlenenleri açıkça anlattı).

Önce Âdem, gül yüzünü gösterdi;
Ona vuslattan bir elbise verdi (Görüşme armağanı hediye elbise).

Derken Nuh ona, külli (Bütün) sırrı haber verdi;
O da sırlara sahip oldu.

İbrahim’den külli dostluğa ulaştı da;
Külli yakınlık aşikâr oldu.

İsmail onu yetiştirdi;
İshak, candan kuvvet ve kudret verdi.

Sonra Yakup, onu gamdan azat etti de varlığı;
Aşkla mamur bir hale geldi.

Derken Yusuf, ona doğrulukla sırlarını açtı,
Sevgiliye iştiyakını (Özlemini) anlattı.

Musa gibi o da nurlara iştiyak (Özlem) çekmeseydi.
Bu yüzden Musa, onu külli aşk âleminde eşsiz, örneksiz bir hale getirdi.

Davut da ona nice sırlar açtı.
Süleyman da ona nice şeyler anlattı.

İsa, o yüce sultanı görünce onu yoklukta tek bir hale soktu.

Birer-birer bütün peygamberlere cömert eli,
İhsanlarda bulundu, yol gösterdi.

Sevgilinin yakınlığını anlayınca sevgilinin tapısına yürüdü;
Bu âlemden geçti.

Ahmet(Peygamberimiz), Sidre’ye (Tanrı’ya yakın en yüksek makam) doğru yürüdü,
Sevgilinin zatıyla birleşti, ondan göründü.

O sırada Cebrail-i Emin, yoldaşıydı.
Onun bir kanadı, gökle yer arasını kaplamıştı.

Cebrail, o makamda kaldı.
Mustafa, padişahın yakınlık yurduna yürüdü.

O padişah, Cebrail’e neden burada dayanıp kaldın diye sordu?
Bu yola sende ayak bas dedi.

Cebrail dedi ki:
“ Ey sırları bilen padişahım, bana bundan ileriye gitmeye izin yok.

Ey âlem padişahı!
Buradan ileriye bir adım bile atmaya kudretim yoktur.

Sen gidebilirsin, gitmelisin de.
Yücelik âlemine bir kıl ucu kadar uçarsam tecelli nuru, kanadımı yakar.

Dosta kadar senin gitmen gerek.
Sevgilinin yakınlığı sana yaraşır.

O ulu padişah yürüdü, Cebrail’i bıraktı.
Gönlünü Hak’tan başka her şeyden arıttı.

Öyle bir yüceldi ki yücelerden bakınca;
Cebrail, gözüne bir serçe kuşu kadar göründü.

Yüceldi, yüceldi, bu makamdan da geçti.
Gayb (Görünmeyen âlemin) perdesinin ardından baktı.

Ne yer gördü, ne yön, ne akıl gördü, ne idrak.
Ne arş (Çatı) kaldı, ne ferş (arada bulunanlar), ne yeryüzü.

Mekânsızlık âleminin varlıklarını bedensiz, cansız orada gördü.
Kendisini bu âlemde gizlenmiş buldu.

Bedenden geçti, candan sefer etti.
Kendinden geçince kendisinde Tanrı’ya baktı.

Sonundaki varlıkları başlangıçta görünce,
Sevgiliden gelen külli haberi duydu.

O külli varlıktan ses geldi:
Yok ol da gel!
Bedeni ve canı bırak da öyle gel buraya!

Maksadımız da sensin, maksudumuz (İstediğimiz) da, gel!
Vuslatımıza eriş, zatımızı seyret!”

O dehşet âleminde Muhammed’in dili tutuldu.
Muhammed, Muhammed’den bezdi.

Muhammed görmedi onu zaten.
Gören, o canlara can olandı.
Varlığı ve mekânı yaratanı gören oydu.

Orada Ahmet yoktu, Tanrı vardı.
Orada apaçık vuslat gözüydü (Bir olan, birleşen göz) gören.

Ona, “ Ey cihanın ulusu, nasılsın?” diye ses geldi.

O da “ Şimdi keyfiyetsiz (Yok olmuş) bir haldeyim.
Sen keyfiyetten münezzeh (Yokluktan ayrı)Tanrı’sın.

Artık burada ben kim oluyorum ki?
Hakikatte sen varsın, ben neyim ki?

Sen varsın, senden başka hiçbir şey yok.
Akıl da sensin, kalp de sensin, can da sen” dedi.

Tanrı’dan:
Ey her şeyin varlığı!
Her şeye emniyet de sendendir, fayda da.

Her şeyi senin için yarattık.
Ey basiretin ta (Hakikati gören kuvvet) kendisi!
Dile ne diliyorsan!” diye hitap geldi.

Muhammed dedi ki:
Ey keyfiyetsiz Tanrı!
Her şeyi bilirsin.
İçteki sır da sensin, dıştaki sır da sen.

Sırrımı zaten bilirsin sen.
Niyazım (Yalvarışım, ağlayış)  ancak ümmet içindir.

Hakikaten de günahkâr bir ümmetim var.
Fakat hepsi de senin ihsan ve kerem (Büyüklüğünden dolayı af eden) sahibi olduğunu bilir.

Lütuf ve ihsan denizinden haberdardırlar.
Hepsine de rahmet etsen ne olur ki?”

Tapıdan yine nida geldi:
Ey tertemiz Peygamberim!
Baştanbaşa hepsini de bağışladım.

Ümmetin için gam yeme sen.
Rahmetimiz, onların suçlarından artıktır.

Hakikaten de rahmetimiz sayıya sığmaz bizim.
Yarattıklarımızdan ancak seninle işimiz var bizim.

Bütün âlemde yalnız seninle işimiz var.
Âlemde ben seni seçtim, seni tek ve eşsiz bir hale getirdim.

Mahlûkat içinde teksin sen.
Her şeyin basireti (Hakikati gören kuvveti) sendedir.”

Sonra külli sır, ona sırlar açtı, tam üç kere otuz bin sır bildirdi.
(90.000)

Ey keyfiyete sığmaz sevgili dedi, bu üç otuz bin değerli ve gizli incinin;
Otuz binini dostlara söyle, otuz binini söyleme.
Üçüncü otuz bini dilersen söyle, dilersen söyleme.

Muvafık (Uygun) görürsen aç, muvafık görmezsen kendine sakla.

Bu sırlar zuhura geldikten (Baş gösterdikten) sonra mekânsızlık âleminden aşağılık âleme (Dünya’ya) döndü.

O tapıdan acele ayrılıp yurduna geldi, henüz yatağı sıcaktı.

                        ***
İLAHİNAME- Ferideddin-i ATTAR
Şark İslam klasikleri. M.E. B. yayınları
                        ***
RAVLİ

Popüler Yayınlar