4 Temmuz 2013 Perşembe

KENDİNİ BUL


Beyazid’la konuk 240 

Bir yerden gelen garibin biri, bir bildik gibi Beyazid’ın kapısını çaldı.

Reyi (kararları) isabetli Şeyh, ev içinde ayakta durmuş, bir şey düşünüyordu.

Kapı çalınınca, kim o, nerelisin, nerden geliyorsun diye seslendi. Garip, bildik bir kişiyim.

Garibim ama kokunu aldım da seni görmek için uzak yollardan geldim dedi.
Âlemi aydınlatan Şeyh, ona şu cevabı verdi:

A yoksul, bu gün otuz yıl oldu ki
Ben, Beyazid’i arzulamaktayım; onu görmek, onunla görüşmek istemekteyim.
(Tanrı’nın yarattığı şekilde olan varlığını arıyor)

Çok aradım ama izinin tozunu bile göremedim.
Ne oldu, nereye gitti, bilemiyorum; ancak bildiğim şu ki gözden kayboldu gitti.

Varlığından öyle geçti ki otuz yıldır, unutuldu gitti.

                                           ***
Ebedi olarak altınla yok olan, altın kesilen kişinin asla kendisinden haberi olmaz.
Ama asıl kimya, gerçek varlıkta yok olmaktır; gerçek yolcuları, bu çeşit yokluğa eren kişiye, Allah nuru adını takarlar.

Böyle kişinin ışığı, bir soluk kâfire vursa, kâfirin bile nuru, dünyayı kaplar.

O ışık Firavun’un büyücülerine vurdu da onları, gerçekten o kadar uzak oldukları halde yakınlaştırdı.

Bir koca karıya vurdu mu, onu Rabia gibi dünya eri yapar.
Bir bel belleyene vuruverse, onu yüceltir de Harkani gibi başını göğe erdirir.
O nurun bir zerresi Maruf’a vursa, onu kâfirlikten kurtarır da sır yollarını bilir bir hale getirir.

Bu ışık, Fuzayl’e görünüverdi mi o, yol kesicilikten vazgeçer, yol sırlarını bilir bir hale gelir.

Edhemoğlu’nun canına vursa gönlünü, iki cihanın sultanı eder.
Bedene vursa o toprak yığınını gönül haline getirir; gönüle vursa tertemiz can haline sokar.

Can, kendisinde o nuru bulursa iki âlemi de varlıktan uzak bulur.
Can, o nurda tamamıyla yok oldu mu, ‘’Tenzih ederim zatıma’’,      “Benim Hak’’ sesi duyulur o candan.

Öz temizliğiyle cennete girse, Tanrı’dan duyduğu ses bu olur.
Çünkü bu yazı, o eşsiz ve tek padişahtan, ebedi padişaha, zatından zatına gelen bir yazıdır.

Bu makama erenler, onun haznesinden verilen elbiseyi giyerler;  her şeyden münezzeh (temizlenmiş, arı, duru olmuş) olandan, her şeyden münezzeh olana gelen bir yazıdır bu.

Her şeyden münezzeh oldun mu, ebediliğe, ölümsüzlüğe ulaşırsın; bütün beden gönül kesilir; gönül de tamamıyla can olur.

Değil mi ki sana güzel bir yüz, güzel bir öz verdi; gel, çalış da bu marifeti de versin sana.
                                          ***
İLAHİNAME II FERİDEDDİN-İ ATTAR M.E.B.
ŞARK İSLAM KLASİKLERİ                                                

                                      *
Yaren,
Benliğini, varlığını, bedeninden boşalt ki nurla dolsun.

Eğer değeri az olanı bedenine, aklına, gönlüne, kalbine, canına doldurursan çok değeri olan için yer kalmaz.

Yaren bunu iyi anla, unutma, her gün göreceğin yere yaz gözlerinle görerek unutma.

Evinde bile misafir için bir oda açarken gönül misafirine temiz bir yer hazırla, hatta evin tamamını gönlüne gelecek sevgiliye bağışla ki, sevilesin.

                                     ***
Ebul Hasan-ı Harkani hazretleri virgsSilsile-i aliyyenin altıncısıdır.

Büyük İslam âlimi Bayezid-i Bistami´nin ruhaniyetinden istifade ederek yükselmişti. Zamanının kutbu idi.

Bir gün Dr. İbni Sina virgsŞeyh Ebul Hasan Harkani hazretlerini evinde ziyarete geldi.

Hanımı virgsters birisi idi virgsadeta onu azarlayarak virgsormana gittiğini söyledi.
İbni Sina ormana giderken virgsŞeyhin virgsodun yüklü bir aslanla geldiğini gördü."Bu ne hâl?" diye sorunca virgs"Evimdeki kurdun sıkıntı yükünü taşıdığım için virgsbu kurt da bizim yükümüzü taşıyor" buyurdu.

Sultan Mahmud Gaznevi bütün Asya´ya hâkim olduğu zamanda virgsHarkan şehrine yakın gelmişti.

Birkaç adamını Harkan´a Şeyhe göndermiş ve onu yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri bir özür beyan ederek gitmedi.

Durum virgsSultana bildirilince "Haydi kalkın virgsdemek ki o virgsbizim sandığımız kimselerden değildir.
Biz ona gidelim" dedi.

Sonra kendi elbisesini Kadı İyad´a giydirdi ve kendisi de silahtar olarak virgsKadı İyad´ın yanında Şeyhin evine girdi.

Sultan selam verince Şeyh hazretleri selamını aldı.
Fakat ayağa kalkmadı.

Sultan Şeyhe; "Niçin ayağa kalkmadınız?" diye sorunca virgsŞeyh virgs"Mademki seni öne geçirmişler yanıma gel bakalım" dedi.

Soruya o anda cevap vermedi.
ultan Mahmud Şeyhe; "Hocan Bayezid-i Bistami nasıl bir zat idi?" diye sordu.

Şeyh: "O öyle kâmil bir veli idi ki onu görenler hidayete kavuşurdu" dedi.

Sultan bu cevabı beğenmedi "Ebu Cehil Ebu Leheb gibiler virgsFahr-i kâinat efendimizi çok defa gördüler.
Fakat hidayete gelmediler?" dedi.

 Şeyh; "Ebu Cehl ve Ebu Leheb gibiler virgsinsanların en üstününü Allahü teâlânın sevgili Peygamberi olarak görmediler.

Ebu Talib´in yetimi olarak gördüler.
O gözle baktılar.

Ebu Bekri Sıddık gibi bakarak Resulullah olarak görselerdi virgseşkıyalıktan virgsküfürden kurtulur onun gibi kemale gelirlerdi" buyurdu.

Sultan bu cevabı çok beğendi.
Din büyüklerine olan sevgisi arttı.

Sultan Mahmud; "Bana nasihat ediniz" deyince Şeyh;
"Şu dört şeye dikkat et:

Günahlardan sakın, namazını cemaatle kıl, cömert ol, Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göster" dedi.

Sultan Şeyhin önüne bir kese altın koydu.

Buna karşılık Şeyh sultanın önüne arpadan yapılmış bir yufka koydu.
Sultan ekmekten bir lokma aldı.
Fakat lokmayı yutamadı.

Şeyh hazretleri; "Bir lokma ekmeği yutamıyorsun.
İster misin şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun?

 Biz paralarla olan alakamızı kestik.
Şu altınları önümden alın" dedi.

Sultan paraları almak zorunda kaldı.
Sultan giderken Şeyh ayağa kalktı.

Sultan "Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin fakat şimdi ayağa kalkıyorsun niye?" diye sordu.

Şeyh hazretleri; "Buraya padişahlık gururu ile beni imtihan için geldin.
Şimdi ise derviş olarak gidiyorsun.

Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım.
Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum" dedi
Sultan yaptığı bir gazada mağlup olmak üzere idi.

Birden Şeyhin hırkasını eline alıp; "Ya İlahi!
Şu hırkanın sahibinin yüzü suyu hürmetine şu kâfirlere karşı bizi muzaffer kıl" diye dua etti.

Düşman tarafında bir toz duman ortaya çıktı.
Düşmanlar bu toz-duman içinde bir şey görmeyerek kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler.

Sağ kalanları dağılıp gitti.
O akşam Sultan Mahmud rüyasında Şeyhi gördü.

 Şeyh Sultana; "Allahü teâlânın dergâhında büyüklerimizin yüzü suyu hürmetine zafer kazandın" buyurdu.

Kıymetli sözlerinden birkaçı şöyledir:
"Allahü teâlâ için yaptığın her şey ihlâstır.

Halk için yaptığın her şey de riyadır (İki yüzlülük)."
"Şu iki kişinin çıkardığı fitneyi şeytan bile çıkaramaz:

Dünyaya düşkün âlim ve ilimsiz sofu."

"Eğer bir mümini ziyaret edersen hâsıl olan sevabı yüz adet kabul edilmiş nafile hac sevabı ile değiştirmemen lazımdır.

Çünkü bir mümini ziyaret için verilen sevap fakirlere verilen yüz bin altın sadakanın sevabından daha fazladır.

Bir mümin kardeşinizi ziyaret edince Allahü teâlânın rahmetine kavuşursunuz."

"Bir mümin kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen kimse virgso gün akşama kadar Peygamber efendimizle yaşamış gibi olur. Eğer incitirse virgsAllahü teâlâ onun o günkü ibadetini kabul etmez."

                                                            *
Ma’rûf-i Kerhi Hazretleri
Ma’ruf bin Firûz, İranlı bir ailenin çocuğudur.

Annesi ve babası Hıristiyan dır.
Onun da kendileri gibi dindar bir Hıristiyan olmasını çok isterler.

Kardeşleri ile birlikte kilise mektebine gönderirler.
Ma’ruf farklı bir çocuktur.

Mutidir ama öyle her anlatılana boyun eğmez ve gönlüne yatmayan şeyi kabullenemez.
Nitekim “Baba, Oğul, Ruh-ül Kuds” üçlemesini içine sindiremez.

Bu konu üzerinde çok düşünür ve sorduğu sorularla rahibi bunaltır.
Aldığı cevaplar yeni izahlara muhtaçtır ve sadece sorularını çoğaltır.

Rahip bu çocuğun karşısında izahlarının basit, mantığının sığ kaldığını hisseder.
Disiplini sağlamak için onu konuşmaktan men eder.

Ama zeki çocuk ne yapar, yapar sözü konuya getirir.
Rahibe göre tek çözüm kalır:
Dayak.

O da öyle yapar, Ma’ruf’u ibreti âlem için falakaya çeker, yoruluncaya kadar döver.
Şimdi Ma’ruf’u evde yeni sıkıntılar bekler.

Zira babası gibi saf insanlar bir rahibe kafa tutulabileceğini düşünemez ve böyle bir cürmü işleyeni affetmezler.

O diyardan gider olur
Ma’ruf biran kendini çok yalnız hisseder, alır başını uzaklara gider.
O devirde yokluk kıtlık vardır.

Hayat herkes için zor ama evini terk eden bir çocuk için daha zordur.
Niye öyle yapar bilinmez, Küfe’ye yönelir.

Hava sıcak, yollar dikenli ve taşlıdır.
Elbiseleri ipliklenir, çarıkları parçalanır.

O yıllarda yolcular mescitlerde mola verirler.
Hem namaz kılar, hem de bir miktar dinlenirler.

Müslümanlar yolcu duasının makbul olduğuna inanır misafirlere ekmek, şerbet ya da meyve ikram ederler.

Sofralarına oturanlara meşreplerini ve mezheplerini sormazlar.
Kim olsa koluna girer, “Lütfen buyurun” derler.

Bu karşılıksız hizmet Ma’ruf’u çok etkiler.
Artık sadece mescitlere sokulur.

Kâh hasır üstünde uyur, kâh sofralarına oturur.
Küçük çocuk yorucu bir yolculuktan sonra Küfe’ye varır.

Yine gözüne kestirdiği bir mescide yaklaşır.
Şadırvanda elini yüzünü yıkar.

Artık bitmiştir, eğer içeride bir kuytu bulabilir ve azıcık kestirebilirse kendini iyi hissedecektir.
Sessizce girip bir köşeye çekilir.

O sıra sevimli bir zat talebeleri ile ders yapmaktadır.
Nur yüzlü âlim sanki kendisini anlatır.

“Kim Allah’tan yüz çevirirse, Allah da ondan yüz çevirir.
Ama kim Allah’ı (Celle Celalüh) arzular ve ona koşarsa Rabbimiz onu rahmetiyle karşılar” der.

Bu sözler Maruf’a çok tesir eder.
Nasıl etmesin o zat velilerin önderlerinden İbni-i Semmak hazretleridir.

Ma’ruf çekildiği kuytuda için, için ağlamaya başlar. “Ya Rabbi” der, “Sen, beni benden iyi biliyorsun.
Sana kavuşturacak yol ne ise onu nasip eyle.”

Ehl-i beyt ile iç içe
İşte tam o sırada İbni-i Semmak Hazretleri susar.
Ortalıkta uzunca sayılacak bir sessizlik olur.

Mübarek birden etrafına bakınır ve “İran’dan gelen genç de kim?” diye sorar.
Cemaat dönüp Maruf’a bakar.

Ma’ruf ayağa kalkar.
İbni-i Semmak “Merhaba” der, “Merhaba ey Rabbini arayan.

Merhaba ey Allahın muhabbetine mazhar olan” kucaklaşmaları o kadar hislidir ki Ma’ruf da büyük veli de ağlar.

İbni-i Semmak çocuğu bağrına basar ve sen “Rahibe ve babana aldırma” der, “dua et, onlar da kurtulsunlar!” Ma’ruf hayretler içindedir, çünkü başından geçenleri kimseye söylememiştir.

İbni-i Semmak onu elinden tutar Ehl-i beytin büyüklerinden İmam-ı Ali Rıza’nın yanına götürür.

Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) nurlu torununu görünce zerre kadar acabası kalmaz.

Bütün tereddütleri eriyip gider, büyük bir teslimiyet ve tarifsiz bir aşkla kelimeyi şahadet söyler.

Ya anası babası
Ma’ruf, Kufe’de ciddi bir eğitimden geçer.
İmam-ı Ali Rıza’nın çocuklarıyla birlikte büyüdüğü için aileden sayılır.

İmam-ı Ali Rıza “O nesep bakımından değilse de huy ve muhabbet bakımından Ehl-i beyttendir.

Nasıl ki ceddimiz Selman-ı Farisi’yi ilhak edip Ehl-i beytten saydı Masruf da bizdendir.”

Allahü teâlâ bazı kullarını seçer ve sever.
Onların üstüne nisan yağmuru gibi nimet yağdırır ki Ma’rûf bunlardan biridir.

Nitekim bir zaman sonra Davut-i Tâî gibi bir velinin dizi dibine oturur.

Gökler duvak duvak açılır, hallere ve sırlara kavuşur.
Ma’rûf-ı Kerhi yıllar sonra memleketine döner.

Köyleri yine bakımsız, yolları yine tozludur.
Evleri daha bir viranlaşmıştır.

Annesi, babası onu hasretle kucaklar.
Kardeşleri etrafına toplanırlar.

Onu fazla üzmez topyekun Müslüman olurlar.
Ma’ruf-i Kerhi rahibi de ziyaret eder.

Yaşlı adam pişmandır, mahcuptur.
Ma’ruf “özre ne gerek” buyurur “sen bana yaptığın iyiliğin büyüklüğünü bir bilsen?” Netice’de hepsi iman ederler.

Kırk yıllık rahip sarar sarığını, mihraba geçer.
Ma’rûf-i Kerhi bir zaman sonra Bağdat velileri arasında zikredilir ki Zekeriya bin Yahya ve Sırrîyi Sekâtî gibi zirveleri o yetiştirir.

Ahmet bin Han bel gibi bir müctehid bile bazı meseleleri ona getirir. Onun yanında diz çöker ve edebinden sesi zor işitilir.

Bağdatlılar onu çok severler.
Zira o Allah’ın izniyle öldükten sonra bile feyiz ve nasihat veren dört veliden biridir.
 (Diğerleri Ahmet bin Hanbel, Bişr-i Hafi ve Mansur bin Ammâr’dır)

Mesela Sırrîyi Sekâtî Hazretleri onun kabrine sıkça gider.
Elbette Allahü Teâlâ’dan ister ama onun hatırını vesile eder.

Beddua yerine dua...
Ma’rûf-ı Kerhi Hazretleri bir gün talebelerini toplar Dicle kenarındaki hurmalıklara çekilir sohbet ederler.

Bu esnada nehirden bir kayık geçer.
İçinde birkaç bıçkın genç.

Hem içki içerler, hem şarkı söylerler.
Bir ara hepten şirazeden çıkar, naralar atarlar.
Talebeler bu edepsizliğe çok bozulur.

Hatta içlerinden bazıları “Ah şu kayık bir devrilse de” derler, “günlerini görseler”.

Ardar da patlayan kahkahalardan ders yapılamaz olunca mübarek o yana döner.

Ellerini açar ve “Ya Rabbi” der, “Sen bu kullarını dünyada neşelendirdiğin gibi ahirette de neşelendir.

Onlara hidayet ve istikamet nasip eyle.” İşte tam o sıra gençlerden biri sahildeki sohbetin farkına varır, arkadaşlarını uyarır.

 Mübareği görünce derlenir toparlanırlar.
Hatta sazlarını kırar, destileri suya atarlar.

Mahcup, mahcup gelir Şeyh Maruf’un ellerine kapanırlar.
O günden sonra sohbetin müdavimlerinden olurlar.

Paylaşılamayan veli
Maruf-ı Kerhi Hazretlerini sadece Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da çok sever.
Bir defasında bunlardan biri gelir, “çocuk sahibi olabilmek” için dua ister.

Büyük veli bir fırsatını bulup onu zarif bir şekilde İslâm’a davet eder.
Adam “İyi ama” der, “ben buraya din değiştirmeye gelmedim ki.
İstediğim sadece bir evlat”

- Allah sana hayırlı bir evlat nasip etsin.
Onun elinden imana gelesin.

Çok geçmez, adamcağızın çok akıllı bir oğlu olur.
Okul çağı gelince onu kilise mektebine gönderir.


Rahip ilk gün teslisi anlatır ama çocuk bir tuhaf olur.
 “Hayır” der, “kalbim daralıyor, dilim söylemiyor.”
-Tamam, bunları sonra konuşuruz.

Şimdi alfabeye geçelim.
Haydi, bana harfleri oku.

Çocuk bir şiir okur ki ilk beyit elif, beyle başlar son beyit lamelif, ye ile biter.

Her mısra Allahü teâlânın sıfatlarını ve Muhammed Aleyhisselamın meziyetlerini anlatır ki sanatlarla doludur.

Çocuk, alfabeyi bitirip devam eder.
“Ağlatan, güldüren, öldüren, dirilten Allah’a yemin ederim ki / O’nun kapısından başkasına giden mutlaka zarar etti/ Ondan başkasından ne zarar gelebilir, ne fayda/ Kul isyan eder, örter âliyyul âlâ”

Rahip bu sözleri söyleyeni değil söyleteni arar ve doğruyu bulur.
Çocuğun babasını da İslâm’a davet eder.

Adamcağız itiraz etmez zira yıllar evvel Şeyh Maruf’un ettiği dua kulaklarında çınlamaktadır.

Ma’ruf-i Kerhi Hazretleri ölümü yaklaştığında vefakâr talebesi Sırrîyi Sek ati’ye döner ve “Ben ölünce üzerimdeki gömleği fakirlere ver” der.

Biliyor musunuz zaten bütün serveti o gömlektir.
Hasılı bu âlemden geldiği gibi gider.

Mübarek kimseyi kırmaz ve herkese insanca muamele eder.
Bu yüzden onu herkes sever.

Komşuları cenazesini paylaşamazlar.
Hıristiyanlar ve Yahudiler de gelir onu kendi mezarlıklarına defnetmeye kalkışırlar.

Ancak tabutu yerinden bile oynatamazlar, hâlbuki Müslümanlar el attığında naaş tüy gibi hafifler ve kuş gibi uçar.
Orada bulunanlar topyekûn Müslüman olurlar.
                            *

FUZAYL b. IYAZ
Ali Hayran

Gençlik yıllarında kervanların yollarını kesip eşkıyalık yaparak hayatını sürdüren Fuzayl bin İyaz, birisinin Kuran’dan "İman edenlerin Allah'ı ve Hak'dan inen (Kur'an)'ı zikir için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı gelmedi mi?" ayetini okuduğunu işitince, bu İlahi Kelam karşısında irkilir ve beyninden vurulmuşçasına:

"Geldi ya Rab!
İşte o an bu andır!" diyerek hayat çizgisinin yönünü değiştirir ve devrin büyük imamlarından ders alarak hikmetle dopdolu hale gelir.

Fuzayl, Allah'dan çok korkmasıyla meşhurdur.
Dua ederken çok ağlar ve hıçkırıkları boğazına düğümlenirdi.

Hayatı hep hüzün içinde geçen Fuzayl için Ebu Ali er—Razi şöyle der: "Otuz sene Fuzayl ile arkadaşlık yaptım, ben O'nun güldüğünü görmedim.

Ancak oğlu Ali'nin vefat ettiği gün tebessüm etti.
Kendisine sebebini sorunca bana dedi ki:

"Allah'ın sevdiği şeyi ben de severim." Oğlu Ali de Salih ve zahit bir zattı.

Genç yaşta Allah korkusundan kalbi çatlayarak ölmüştü.
Gece ibadetine çok düşkün olan Fuzayl, yatağında sağa sola dönünce şöyle derdi:

"Yatmak sana yaraşmaz!
Kalk ahretten nasibini al!"

Korkusundan ötürü, kıyametin dehşetini görmemek üzere hayvan olarak yaşayıp, hayvan olarak ölmeyi, insan olarak yaşamaya tercih ederdi.

Rahat ve müreffeh olarak yaşayan insanın akıbetinden endişe eder şöyle söylerdi: "Belayı nimet bilmeyen, rahat ve sıkıntısız hayatı da musibet saymayan kimse imanın hakikatine eremez.
                                  *

RAVLİ


Popüler Yayınlar