1 Şubat 2013 Cuma

FİHİ MAFİH 25. fASIL

Biri içeri girdi.

Mevlana buyurdu ki:
O azizdir (Saygı değer, sayın, sevgili); alçak gönüllüdür ve bu ondaki cevherden (Öz) ileri geliyor.

Mesela üzerinde pek çok meyveler bulunan bir dalı, meyveleri aşağı doğru eğer.

Meyvesiz dalın ucu, selvi ağacı gibi havada olur ve meyve çoğaldıkça, büsbütün yere inmemesi için, o dala direkler dayarlar.

Peygamber (Allah'ın selam ve salâtı onun üzerine olsun) çok alçak gönüllüydü.

Çünkü her iki âlemin meyveleri onda toplanmıştı.

Tabiatıyla herkesten daha mütevazı (Alçak gönüllü) olacaktı.
"Selam vermek hususunda hiç kimse Allah'ın Elçisi'nden evvel (önde) gelememiştir."
(Hadis)

 Peygamber'den (Allah'ın selam ve salâtı onun üzerine olsun) önce hiç kimse asla selam vermemiştir.

Çünkü o, fevkalade alçak gönüllü olduğundan, daima evvel davranıp selam verirdi.

Zahiren (Görünüşte) evvela selam vermese bile, yine alçak gönüllüydü.
İlk önce o söze başlardı.

Onlar selam vermeyi Peygamber'den öğrenmiş ve duymuşlardı.
Gelip geçenlerden hepsinin nesi var, nesi yoksa hep onun sayesindedir ve hepsi onun gölgeleridir.

Bir insanın gölgesi, kendisinden önce eve girerse, gerçekte önce giren gölgenin (Koruması, sahip çıkması, yardımı) sahibidir.

Her ne kadar görünüşte gölge sahibinden önce eve girmiş ve suretten ona takaddüm (İleri gelse) etmiş olsa da, nihayet gölge onun fer'idir (Bir aslın sonucu).

Bu ahlak onda yeni ve bugünlük değildir.
Ta Âdem’in zerrelerinden (En ufak parça), o zamandan beri bu onun zerrelerinde mevcuttu.

Yalnız bunların bazısı aydınlık, bazısı yarı aydınlık, bazısı ise karanlıktı.
Bu şimdi meydana çıkıyor; fakat bunlardaki aydınlık daha evvele aitti ve onun zerresi insanda hepsinden daha saf, daha nurlu ve daha alçak gönüllüdür.

Bazı kimseler [bir şeyin] başına, bazıları da sonuna bakarlar.

Sonuna bakanlar aziz (Saygı değer, sayın, sevgili) ve büyük insanlardır.

Çünkü onların gözleri akıbette (Sonuçta) ve ahirettedir (Amaçtadır).
Başına bakanlar ise, Allah'a daha yakındırlar.

Onlar: "Sonuna bakmamıza ne lüzum var?
Mademki baştan buğday ekmişler, sonunda arpa bitmeyecektir.
Arpa ekmişlerse buğday çıkmayacaktır." Derler.

Şu halde bunların görüşleri başkadır.
Bir kavim daha vardır ki bunlar Allah'a daha yakın ve daha seçkin olurlar ve ne başa ne de sona bakarlar.

Baş, son bunların akıllarına gelmez. Allah'ta gark (Yok oluş) olmuşlardır.
Bir kavim de vardır ki dünyaya gark olmuştur ve son derece gafil (Dikkatsiz) olduklarından ne başına ne de sonuna bakarlar.

Cehennem ateşinin yemidirler.
Böylece Muhammed'in (Allah'ın selam ve salâtı onun üzerine olsun) asıl olduğu malum oldu.

Çünkü hakkında: "Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım."
(Kutsal hadis) buyrulmuştur.

Şeref, tevazu, hikmetler ve yüksek makamların hepsi, ne varsa onun bağışı ve onun gölgesindendir.

Çünkü ondan hâsıl (Ortaya çıkmış) olmuştur.

Mesela bu el ne yaparsa akıl sayesinde yapar.
Onun üstünü aklın sayesi (Gölgesi, koruması, sahip çıkması, yardımı) kaplamıştır.

Her ne kadar aklın gölgesi yoksa da onun gölgesiz olan bir gölgesi vardır.
Bunun gibi, mesela mananın da varlıksız bir varlığı vardır.

Bir insanda aklın sayesi, gölgesi olmazsa onun bütün organları çalışmaz bir hal alır.

Ayağı doğru yolda yürüyemez, işlemez.
Gözü görmez.

Kulağı her işittiğini yanlış işitir.
Şu halde bütün organlar akıl sayesinde her işi muntazam, iyi ve yerinde olarak yaparlar.

Hakikatte bütün bu işler akıldan hâsıl olur.

Organlar alettir.

Bu tıpkı zamanın Halifesi gibidir.
Bu büyük adam Akl-ı küllün (Doğada bulunun ve genel düzeni sağlayan akıl) gölgesini, başlarından kaldırmış olmasından dolayıdır.

Mesela bir adam delirmeğe başlayınca biçimsiz ve hoşa gitmeyen işler yapar.

Bundan, aklının başından gittiği, artık aklın başına gölge salmadığı ve onun gölgesinden, himayesinden uzak kaldığı anlaşılır.

Akıl, melek cinsindendir; gerçi meleğin sureti kolu ve kanadı var ve aklın yoksa da, gerçekte aynı şeydir ve bir iş görürler.

Mesela eğer onların suretlerini eritirsen hepsi akıl olur.
Kolundan, kanadından hariçte bir şey kalmaz.

O halde hepsinin akıl olduğunu, fakat tecessüm (Cisimlenmiş, görünür olmuş, göz önüne gelmiş) etmiş olduklarından dolayı onlara Akl-ı mücessem (Cisme girmiş, yerleşmiş akıl) denildiğini öğrenmiş olduk.

Mesela mumdan, kanatlı ve tüylü bir kuş yaparlar.
Fakat o yine aynı mumdur.

Görmüyor musun erittiğin zaman bu kuşun kanadı, başı, tüyleri, ayağı tamamen mum oluyor ve dışarı atılacak bir şey kalmıyor; büsbütün mum haline geliyor.

Mum o mumdur ve ondan yapılan kuşun da yine aynı mum olduğunu bilmiş olduk.

Sadece bu, kuş yapılan mum, bir cisim peyda etmiş bir şekil almıştır. Buna rağmen yine mumdur.

Mesela buz da sudur.
Eritirsen su olur.

Fakat buz tutmadan önce su idi ve kimse onu eline alamazdı, avucunda tutamazdı.

Hâlbuki buz haline gelince elle tutulabilir, eteğe konulabilir oldu. Aradaki ayrılık, bundan fazla değildir.

Buz aynı sudur, ikisi bir şeydir.
İnsanın durumu da böyledir.

Eşek, belki meleğin nuru ile arkadaşlık etmek sayesinde, melek olur ümidiyle, meleğin kanadını getirip eşeğin kuyruğuna bağlamışlardır.

Onun melekleşmesi, ancak onunla aynı vasıfları (Özellikleri) taşıması ile mümkün olabilir.

İsa'nın akıldan bir kanadı vardı ve gökyüzüne uçtu.
Eğer eşeğin de yarım kanadı olsaydı, eşeklikte kalmazdı.
(Merkebin) bir insan olmasına niçin şaşılsın?

Allah her şeyi yapabilir.
Mesela çocuk doğduğu zaman eşekten de beterdir.

Elini pisliğine sokar, sonra yalamak için ağzına götürür.
Annesi buna mani olmak ister ve çocuğu döver.

Hiç olmazsa eşeğin bir nevi temyiz hassası (İyiyi kötüden ayırma) vardır.
İdrar yaparken üzerine sıçramaması için ayaklarını açar.

İşte bu eşekten daha kötü olan çocuğu Yüce Allah insan yapabilir.
Şu halde eşeği insan yapabilmesine niçin hayret etmeli!

Allah'ın huzurunda garip olan hiçbir şey yoktur.

Kıyamette insanın eli ayağı ve diğer şeyleri gibi bütün organları birer-birer konuşurlar.
Felsefeciler bunu yorup derler ki:

"El nasıl konuşabilir?"

Yalnız elde bir alamet, bir işaret hâsıl (Görülür) olur ve bu konuşma söz yerine geçer.
Mesela bir yara veya çıban çıkınca el:

"Sıcaklık veren bir şey yedim de böyle oldum." Diye [hal diliyle] haber verir, konuşur.

Yahut el siyahlanır veya yaralanırsa:
"Bana bıçak değdi; kendimi kara tencereye sürdüm." Diye konuşur, haber verir.
İşte elin veya diğer organların konuşması bu tarzda olmalı.

Sünniler:

"Hâşâ, katiyen!
Bu görünen el (Mahsus) ve ayak, dil gibi söz söyler ve kıyamet gününde insan:

"Ben çalmamıştım." Diye inkâr edince, eli açık bir dille:
"Evet, sen çaldın, ben de aldım." Der.

O eline, ayağına bakıp:
"Sen konuşmazdın, şimdi nasıl oldu da konuşuyorsun?" diye sorar.

O da der ki:
"Her şeyi söyleten Allah bizi de söyletti."
(Fussilet suresi 21)

Beni, her şeyi dile getiren konuşturdu.
O kapıyı ve duvarı ve keseği de söyletir.

Herkese konuşma kuvveti bağışlayan, Yaratan beni de konuşturdu. Senin dilini nasıl söyletti?

Senin dilin bir et parçasıdır, benim elim de öyle.

Bir et parçasından ibaret olan dilin söz söylemesi sana göre akla uygun [geliyor] ve her zaman gördüğün için imkânsız görünmüyor, yoksa dil Allah'ın yanında bahanedir.

 Ona: "Konuş!" diye emrettiği için konuşmuştur.
Bunun gibi her neye emretse, o şey de konuşur.
Söz, insanın değeri kadar gelir (söylenir).


Bizim sözümüz bir suya benzer.
Bu suyu subaşı (Mir-âb) akıtır.

Su kendisini subaşının hangi çöle akıttığını nereden bilsin?
Salatalık tarlasına mı, lahana tarlasına mı, yoksa soğan tarlasına mı veya bir gül bahçesine mi?

Şu kadarını bilirim ki su çok geliyorsa orada kurak yerler fazladır; az gelirse, sulanacak yer ufak bir bahçe veya dört duvarla çevrili küçücük bir yerdir.

"Allah hikmetini dinleyenlerin himmetleri (Çalışıp çabalamaları) ölçüsünde vaizlerin diline telkin eder." (K.K.)

Ben kunduracıyım; deri çok, fakat ayağın büyüklüğüne göre keser dikerim.
Ben bir şahsın gölgesiyim, onun boyu ne kadarsa, ben de o kadarım.

Yerde bir hayvancık vardır.

Yer altında yaşar, karanlıkta bulunur.

Gözü ve kulağı yoktur.
Esasen bulunduğu yerde, göze ve kulağa ihtiyaç da yoktur.

Mademki muhtaç değildir, ona niçin göz, kulak versinler.
Allah, gözü ve kulağı az olduğu için veya hasisliğinden dolayı mı vermiyor?

[Hayır!]
O ancak ihtiyaca göre verir.

İhtiyacı olmadan bir kimseye verdiği şey, o kimse için sadece yük olur.
[Fakat] Allah'ın lütfu, keremi ve hikmeti bir kimseye yük olmak şöyle dursun, onun yükünü üzerinden alır.

Mesela marangozun keser, testere ve törpü ve daha başka aletlerini: "Bunları al!" diye terziye verirsen, bunlar terziye yük olur.

Çünkü o bunlarla çalışamaz.
İşte bunun için bir şeyi ihtiyaca göre verirler.

O kurtların yer altında ve karanlıklarda yaşadıkları gibi, bu dünyada da birtakım insanlar vardır ki bu âlemin karanlığıyla yetinir ve buna razı olurlar.


Bunların o âleme ihtiyaçları olmadığı gibi Allah'ın didarını (Yüzünü) görmek lüzumunu da duymazlar.

[Bu durumda] o basiret gözü (Kalpte eşyanın hakikatini görmeye yarayan göz kuvveti), akıl kulağı onların sanki ne işine yarar?

Esasen bu sahip oldukları gözle, bu dünyanın işi görülür.
O tarafa gitmek istemedikten sonra, işlerine yaramayan bu basireti niçin onlara versinler!

Rubai:

Zannetme ki (Allah) yoluna düşmüş erler yoktur.
Kamil sıfatlar, nişansız da değildir.

Sen sıraların mahremi olmadığın için,
Başkalarının da olmadığını mı sanıyorsun?

İşte dünya gafletle kaimdir (Dünya dikkatsizlerle yaşamaktadır).

Gaflet olmasa bu âlem kalmaz.

Allah şevki [aşkı] ahret düşüncesi, sarhoşluk, kendinden geçiş ve vecd o âlemin mimarıdır.

Eğer onların hepsi yüz gösterirse, hepimiz tamamen o âleme gideriz ve burada kalmayız.

Yüce Allah iki âlemin var olması için burada bulunmamızı istiyor.
İşte iki âlemin mamur kalması için de biri gaflet, diğeri uyanıklık olmak üzere iki kâhyayı görevlendirmiştir.

                     ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Alçak gönüllü davrananlara saygı gösterilmesi, sevilmesi gerektiğini öğrendik.

2.   İlk selam vereninin bizim olmamız gerektiğini öğrendik.

3.   Ne sonuç alacağını bilerek davrananların akıllı ve bilgili kişilere ait beğenilen bir davranış olduğunu öğrendik.

4.   Dikkatsiz kişilerin işin ne gelişine ne de sonunu önemsemediklerini öğrendik.

5.   Allah’a yakın olan kişilerin Allah’ın sanatının farkında ve sebepsiz her şey yaratabileceğini bildiklerinden kendilerini Allah’ta yok etmişlerdir.

6.   Allah’ın ihtiyacımıza göre donattığını öğrendik.

İşte böyle yaren,

Uyanık olanlar her iki dünya da mutluluğa ermişlerdir.
Gafillik, eden boş veren, dünya işlerine dalan, dikkatsizlik eden, ihmalkar davranan, endişe duymayanların dünyayı güzelleştirmek için gece gündüz çalıştıklarını öğrendik, anladık.

RAVLİ AKIL yaz Googleden bu konuyu okumalısın.

RAVLİ HAL DİLİ yaz Googleden bu konuyu okumalısın.

RAVLİ SÖZ yaz Googleden bu konuyu okumalısın.

Yarenlerim bu konular size ağır gelebilir.

Çünkü Parça akıldan bütün akla Mevlana Hazretlerinin, Şems Hazretlerinin ve dostlarının nurlu sözleriyle geçilmektedir.

Alimlere ders veren bu büyüklerimizin kavramlar üzerinden öğretisi olduğundan hemen anlayamazsın.

Anlamak için acele etme ama okumaya devam et, bir zaman sonra hepsini birden bire anlayacaksın.

RAVLİ MEVLANA BAŞPAPAZ yaz Googleden bu konuyu okumalısın.

                             *
RAVLİ

Popüler Yayınlar