(Diye surdu) biri:
“ Seyfeddin” dedi.
Bunun üzerine buyurdu ki:
Seyf (Kılıç) kındadır.Görülemez.
Seyfeddin, din için savaşa,
çalışması çabalaması tamamen Tanrı için olan, doğruyu yanlıştan ayırt edebilen,
hakkı (Doğruluk, uygunluk, vicdana ve mantığa dayana
adalet) batıldan (Görünüşe inanmak, doğru ve
haklı olmayan, çürük, temelsiz) ayıran kimsedir.
Yalnız o, ilk savaşı kendisi
ile yapar ve kendi ahlakını düzeltir, süsler.
“Evvela
nefsinden başla!”Hadis)
Denildiği gibi, bütün
öğütleri kendine verip de:
Ey sende inanansın!Elin, ayağın, aklın, gözün ve ağzın var.
Devletler bulan, muratlarına
eren nebiler ve veliler de insan idiler ve benim gibi kulakları, akılları,
dilleri, elleri ve ayakları vardı.
Onlarda nasıl bir mana vardı ki kendilerine yol
veriyor ve kapılar açılıyor da bana bu nimeti vermiyorlar?
Ve bu adam kendi kendini ikaz
edip gece gündüz:
“Sen ne yaptın?Nasıl hareket ettin de bir türlü bunların hoşuna gitmedin?”
Diye kendisiyle dövüşür.
İşte bunları yaparsa
Seyfullah (Tanrı kılıcı) ve lisanül-Hak (Tanrı dili)
olabilir.
Mesela on kişi bir eve girmek
istese, bunlardan dokuzu girip biri dışarıda kalsa ve onu içeri bırakmasalar,
bu mutlaka kendi kendine düşünür ve:
“ Acaba ben ne yaptım ve ne
terbiyesizlik ettim de beni içeri almadılar?” diye ağlar.
İşte böyle günahı üstüne
alması ve kendini edepsiz, kusurlu bilmesi lazımdır ve:
“ Bunu bana Hak yaptı.
Ben ne yapayım ki o böyle
istiyor.Eğer istemeseydi bana da yol verirdi” dememelidir.
Bu, Tanrı’ya kinaye yollu (Masadını kapalı bir şekilde, üstü örtülü olarak söylemek),
bir küfür (Dinsizlik,
imansızlık) ve kılıç çekmektir.(Tanrı’ya savaş
açmak)
O halde bu manada Seyfullah
değil, Seyfun ale’l-Hak (Allah üzerine çekilmiş bir
kılıç) olur.
Ulu Tanrı, akraba ve yakından
münezzehtir (Temiz ve arı),
“ O, doğurmamış ve
doğmamıştır”(İhlâs suresi 3)
Hiç kimse O’na yol bulmadı.
Ancak kullukta (Sevgi ile bağlanarak hizmet eden) yol buldu.
Müstağni (Doygun, zengin) olan Tanrı’dır.
Muhtaç (Fakir) olan sizlersiniz”
Hakk’a yol bulan bir kimse
hakkında:
“ O benden daha yakın daha
aşina (Bildik, tanıdık) ve daha çok ilgiliydi”
demen doğru değildir.
Çünkü O’na yakınlık ancak, O’na layıkıyla
kulluk etmekle müyesser (Kolay ) olur.
O umumiyetle, kayıtsız şartsız mu’tidir (Verendir).
Denizin kenarını incilerle
doldurur.
Dikene gül hil’atini (Elbise)
giydirir.
Bir avuç toprağa hayat, ruh
bağışlar.
Garazsız, eskiden alakası
olmadan, bütün âlemin cüz’leri (Parçaları) ondan
nasip alırlar.
Bir kimse falan şehirde
cömert bir adam olduğunu ve pek çok bağışlar ve ihsanlarda bulunduğunu duyunca,
elbette ondan faydalanmak, nasip almak ümidi ile oraya gider.
Tanrı’nın nimetleri bu kadar
meşhur ve bütün dünyanın O’nun lütuflarından
haberleri olduğu halde, niçin O’ndan dilenmiyor,
hil’at (Süslü elbise), para ümit etmiyorsun da
tembel-tembel oturup:
“ Allah isterse bana kendisi
verir” diyorsun.
Köpeğin aklı ve idraki
olmadığı halde, acıkıp ekmeği olmayınca senin önüne gelip kuyrukçuğunu
sallıyor.
Yani:
“ Bana
ekmek ver, benim ekmeğim yok, senin var” diyecek kadar anlayış
gösteriyor.Sen, köpekten de mi aşağısın?
O, yerde yatıp:
“Eğer isterse bana kendisi
ekmek verir.” Demeye razı olmayarak yalvarıyor, kuyruğunu sallıyor.
Sen de böyle yap ve
Tanrı’dan iste ve dilen ki böyle bir atâ (Bağışlama,
bahşiş) sahibinin önünde dilencilik etmek çok yerinde
olur.
Mademki şansın yoktur o halde
hasis (Cimri) olmayan ve devlet sahibi bulunan
bir kimseden şans iste.
Tanrı sana çok
yakındır ve senin her düşündüğün, her tasavvur (Düşünme ve anlama ile şekillendirdiğin, kurduğun) ettiğin şeyle beraberdir.
Çünkü bu tasavvuru ve
düşünceyi O yaratır, seninle beraber bulunur.
Yalnız, sana pek yakın
olduğundan O’nu göremezsin ve ne kadar gariptir
ki yaptığın her işte aklın seninle beraberdir ve o işe başlar. Fakat sen onu da
göremezsin.
Gerçi eserleriyle görürsün, fakat zatını,
kendisini göremezsin.
Mesela biri hamama gidip
ısınsa, hamamın neresinde dolaşsa sıcaklık ve ateş onunla beraberdir.
Ateşin, sıcaklığın tesiri ile
ısınır, fakat ateşi göremez.
Dışarı çıkıp onu açıkça
gördüğü zaman, ondan ısınmış olduğunu anlar ve hamamın sıcaklığının da ondan
ileri geldiğini bilir.
İnsanın vücudu da tuhaf bir
hamamdır.
Onda ruhun, aklın ve nefsin
sıcaklığı hepsi vardır.
Yalnız hamamdan çıkıp o âleme
gidersen, aklın zatını açıkça görürsün ve ruhun, nefsin zatını müşahede (Gözle görmek) edersin.
O akıllılık aklın hararetindendir.
Zekâ, şeytanlıklar
ve hayaller nefistendir.Hayat ruhun eseri idi.
Böylece her birinin özünü
gözünle açıkça görürsün.
Fakat mademki bir hamamdaki
ateşi bu duygu ile görmek mümkün değildir, o halde onu ancak eseri ile
görebiliriz.
Mesela hiç akarsu görmemiş
birini, gözü bağlı olarak suya attıkları zaman vücuduna yumuşak ve ıslak bir
şey dokunur fakat bunun ne olduğunu bilmez.
Gözünü açtıkları zaman, bunun
su olduğunu açıkça görür.
Önce onu tesiriyle anlamıştır, şimdi ise bizzat kendisini görmüştür.
Binaenaleyh Tanrı’dan dile,
ihtiyacını iste ki Kur’an’da:
Dua edin, dualarınızı
kabul ederim”(Mümin- Gâfir suresi 60) buyrulmuş olduğu gibi, duaların hiç ziyan olmaz.
Semerkand’da idik.
Ve Harezmşah Semerkand’ı
muhasara (Kuşatma) etmiş, asker çıkarmış,
savaşıyordu.
O semtte çok güzel bir kız
vardı ve şehirde benzeri yoktu.
Her zaman o kızın:
“ Allah’ım beni zalim
düşmanların eline bırakmağa nasıl razı oluyorsun.
Biliyorum ki bunu hiçbir
zaman bana reva (Uygun) görmezsin, benim sana güvenim var” dediğini duydum.
Şehri yağma ettiler ve şehrin
bütün halkını, o kızın cariyeleri de dâhil, esir aldılar.
Fakat kıza hiçbir kötülük
gelmedi.
O kadar güzelliğine rağmen
kimse ona bakmadı bile.
İşte kim
kendini Tanrı’ya teslim ederse, afetlerden, felaketlerden emin olup selamette
kalır.O’nun huzurunda hiç kimsenin dileği ziyan olmaz.
Bir derviş oğluna şöyle
öğretmişti:
Çocuk babasından ne isterse
babası ona:
“ Allah’tan
iste!” derdi.
Çocuk ağlar, onu Tanrı’dan
dilerdi ve o zaman istediği şeyi hazırlardı.
Bu senelerce böyle devam
etti.
Bir gün çocuk evde yalnız
kalmıştı.
Canı herise (Keşkek) istedi.
Adet edinmiş olduğu üzere:
“ Herise istiyorum!” dedi.
Ansızın gaipten bir herise kâsesi
hazır oldu, çocuk doyasıya yedi.
Annesi babası gelince ona.
“ Bir şey istemiyor musun?”
diye sordular.
Çocuk:
“ Herise istedim ve yedim”
cevabını verdi.
Babası:
“ Çok şükür Tanrı’ma ki bu
makama eriştin ve Tanrı’ya güven ve tevekkülün (İşi
Allah’a bırakıp kadere razı olmak) kuvvetlendi” dedi.
Meryem’in annesi Meryem’i
doğurunca onu Tanrı evine (Mabede) vakfedeceğini
demiş ve adamış, ona hiçbir iş buyurmayacağını vaat etmişti.
Götürdü, mescidin bir köşesine
bıraktı.
Zekeriyyâ, ona bakmak istedi.
Fakat herkes de bu işi,
üzerine almayı dilemedeydi.
Aralarında kavga çıktı;
herkes, ben yetiştireceğim demedeydi.
O zamanın töresi şuydu:
Herkes, suya bir sopa atardı;
kimin çöpü suyun üstünde durursa o iş, onun olurdu.
Tesadüfen Zekeriyyâ'nın falı
doğru çıktı.
Hak bunundur, hakkıdır dediler.
Zekeriyyâ, her gün, Meryem'e yemek getiriyordu
ve mabedin kösesinde aynı şeyden buluyordu.
(Nihayet):
“ Senin vasin (İhtiyacı yerine getirmeye görev almış kimse), bunu
nerden alıyorsun? Dedi.
Meryem:
“ Yiyeceğe ihtiyacım olunca,
her ne istersem Ulu Tanrı bana gönderiyor.O’nun keremi (Büyüklüğü) ve rahmeti (Acıma, esirgeme, koruma) sonsuzdur, O’na güvenenin güveni boşa gitmemiştir” dedi.
Zekeriya:
“ Ey Tanrım mademki herkesin
ihtiyacını veriyorsun, benim de bir dileğim var, onu da yerine getir.
Ve bana bir evlat ver ki
senin dostun olsun ve ben onu buna teşvik etmeden, seninle ünsiyeti (Alışkanlık, ahbaplık, arkadaşlık) bulunsun.
Senin ibadetinle uğraşsın”
dedi.
Ulu Tanrı Yahya’yı dünyaya
getirdi.
Babası iki büklüm ve zayıf
olduktan sonra, annesi gençken doğurmadığı ve çok ihtiyarladığı halde, hamile olmuştu.
İşte bütün bunların,
Tanrı’nın kudreti önünde bahane olup, hepsinin O’ndan
ve eşya üzerinde mutlak hâkimin de O olduğunu
bilmelisin.
Mümin:
“ Bu duvarın arkasında biri
vardır, bizim durumumuzu birer-birer görür, bilir, biz onu göremeyiz.
Fakat her şey ona yakin (Görür, bilir) olur” diyendir.
Ve o:
“ Hayır, bütün bunlar
hikâyedir” deyip inanmayan kimsenin aksinedir.
Bu inanmayan kimse bir gün
gelir pişman olur.
Ve:
“ Ah!Kötü söyledim, hata ettim, hepsi bizzat O idi ve ben O’nu inkâr ediyordum” diye pişmanlık duyar.
Mesela sen biliyorsun ki ben
duvarın arkasındayım ve sen rebap çalıyorsun, hiç bakmıyorsun, arasını kesmeden
fasılasız çalıyorsun.
Çünkü sen rebapçısın!
Bu namaz bütün gün kıyam (Ayakta saygıyla durmak), rükû (Saygıyla eğilmek) ve sücut ((Secde edip
yere kapanma) etmek için değildir.
Bundan maksat, namazda,
insanda hâsıl (Ortaya çıkan) olan o haldir.
İşte bu hal daima seninle bir
olmalı.
Uykuda olsan, uyanık
bulunsan, yazarken, okurken ve bütün hallerde Tanrı’nın zikrinden hali (Kayıtsız, dikkatsiz, ilgisiz) kalmazsın.
Böyle namaz kılanlar
hakkında:
“ Ve
namazlarına devam ederler (İhmal göstermezler)”(Mearic suresi 23) buyrulmuştur.
Şu halde o konuşma, susma,
yemek yeme, uyumak, kızmak, kusur bağışlamak gibi bütün vasıflar (Özellikler)
değirmenin dönmesine benzer.
Döner ve onun bu dönüşü
mutlaka su ile olur.
Çünkü kendini su olmadan da
denemiş ve susuz dönmediğini görmüştür.
Eğer değirmen bu
dönmeyi kendisinden bilirse, bu koyu bir bilgisizlik ve gaflettir.
Bu dönmenin meydanı dardır,
çünkü o bu âlemin ahvalindendir (Oluş, bulunuş, durum).
Tanrı’ya yalvar ve de ki:
Allah’ım bana, bu dönüp dolaşmadan
başka, ruhani (Ruhla ilgili) bir seyir (Yürüyüş, yolculuk) nasip et!
Çünkü bütün dilekler senden
hâsıl (Ortaya çıkıyor) oluyor ve senin keremin,
rahmetin bütün varlıklara şamildir (İçine alan,
kaplayan, çerçeveleyen).
O halde ihtiyacını zaman-zaman
göster ve O’nu hatırlamadan, O’nun adını anmadan geri kalma.
Çünkü O’nun yâdı, ruh kuşuna kuvvet, kol ve kanattır.
Eğer, bütün o maksatların
hâsıl (Görünür) olursa, nur üstüne nur olur.
Hakkın yâdı ile azar-azar
için aydınlanır ve sende dünyadan bir kesilme (Sevgisinden
uzaklaşma) hâsıl (Kendini gösterir) olur.
Masala bir kuş göğe uçmak
ister, gerçi göğe ulaşamazsa da yalnız zaman-zaman yerden uzaklaşır, diğer
kuşlardan daha çok yükselir.
Veya mesela bir kutuda misk
olsa, kutunun ağzı dar olduğundan elini soksan da onu çıkaramazsın.
Fakat bununla elin kokar ve
eline güzel koku siner, burnun bu kokudan hoşlanır.
İşte Tanrı’yı
anmak da bunun gibidir.
Her ne kadar O’nun zatına ulaşamazsan da yine yâd (Hatırlama, anma)
etmekle Celali yüksek olan (Tanrı) sende eserini
meydana getirir ve O’nun zikriyle (Adını söylemek) büyük faydalar hâsıl (Ortaya çıkar) olur.Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA
***
Neler öğrendik:
1.
Nefsimizi
tanıyarak ve kontrol altına alarak Tanrı emirlerine göre ahlakımızı düzeltmemiz
gerektiğini öğrendik.
2.
Öğüdü kendimize
vermemiz gerektiğini öğrendik.
3.
Allah’a sevgi ile
aşk ile yol bulunabileceğini öğrendik.
4.
Allah’ı
eserleriyle ve sanatıyla görmeye çalışmamız gerektiğini öğrendik.
5.
Allah’ın bizimle
ve bizim istediğimizle beraber olduğunu, bize devamlı kendi sıcaklığını
verdiğini öğrendik.
6.
Allah’a dua
etmemiz, güvenmemiz gerektiğini, duanın bereketiyle tehlikelerden
korunacağımızı öğrendik.
7.
Her ne istersek
Allah’tan istememiz gerektiğini, verip vermediğine razı olmamız gerektiğini
öğrendik.
8.
Allah’tan
isteyişimizde saygılı ve yalvarış şeklinde istememiz gerektiğini öğrendik.
9.
Allah’ın kendine
bağlananlara oluşma şekline bağlı olmadan ihtiyacı verdiğini öğrendik.
10.
Namazın beş
vakitle sınırlı olmadığını, imanlı kişilerin Tanrı emirlerine uyarak namazdaki
bütün davranışları hayatının tamamında davranış biçimine getirdiklerini
öğrendik.
11.
Dünya işlerinden
başka ruhu güçlendirmek için dua etmemiz gerektiğini öğrendik.
12.
Ruhu
güçlenenlerin yükseldiklerini, dünya işlerinden soğumaya başlayacaklarını
öğrendik.
13.
Ruhsal yolcukta,
istediğimiz amaca ulaşamazsak bile çok şeyler kazanacağımızı öğrendik.
Allah’ın bizimle olduğunun
farkında ve bilincinde olarak; anmak, hatırlamak, yaşantımızın, düşüncemizin,
hissiyatımızın, uykumuzun tüm anlarında yalvarış içinde olmamız gerektiğini
öğrendik, anladık.
*
RAVLİ