Hırsızlar da ondan kaçarlar.
Fakat ne tuhaf bir durum
hâsıl olmuştur ki, bu defa bir hırsız polisi aramakta, onu yakalamak, ele
geçirmek istemektedir.
Ulu Tanrı Bayezid’e:
“ Ey
Bayezid!Ne istiyorsun?” buyurdu.
Bayezid:
“ Bir
şey istememeyi istiyorum” (K.K) cevabını verdi.
İnsan için ancak iki hal mevcuttur,
üçüncüsü yoktur.
Ya ister
veya istemez.
Bu tamamıyla istememek vasfı
(Nitelik), insanın vasfı (Niteliği) değildir.
Böyle olan kimse kendinden
boşalmış, yok olmuş ve kalmamıştır.
Çünkü böyle olmasaydı,
insanlık vasfı onda mevcut olacağından, o vakit ya ister veya istemezdi.
Ulu Tanrı onu mükemmel etmek
ve tam bir şey yapmak istemiştir.
Bundan böyle onda öyle bir
hal meydana gelir ki oraya artık ikilik ve ayrılık sığmaz.
Tam bir vuslat (Kavuşma) ve
birlik olur.
Çünkü bütün zahmetler, sıkıntılar, üzüntüler bir şey istediğin zaman olmayınca
meydana geliyor.
Bir şey istemezsen
üzüntün de kalmaz.
İnsanlar kısımlara
ayrılmıştır.
Onlar için bu (Tanrı’ya ulaştıran) yolda dereceler ve mertebeler
vardır.
Bazısını çalışıp çabalamakla
bir yere ulaştırırlar.
Bunlar içlerinde olanı ve
düşüncelerini fiil haline getirmezler.
Bu beşerin (İnsanın)
elindedir.
Fakat insanın içinde arzu ve düşünce gürültüsünün kopması insanın kudreti
dâhilinde değildir.
Bunu Tanrı’nın cezbesinden (Tanrı’nın kulu kendisine çekişinden) başka bir şey
ondan yok edemez.
“ De
ki: Hak geldi, bâtıl (Doğru ve haklı olmayan, çürük, temelsiz) yok oldu.”
(İsra suresi 81)
“ Ey
mümin gir!
Senin nurun, benim
ateşimi söndürdü”(Hadis)
Eğer mümin tamamen gerçek
iman sahibi olursa, en yerinde işi yapmış olur; bunda ister onun, ister
Tanrı’nın cezbesi (Tanrı’nın kulu kendisine çekişi)
olmuş olsun.
Mustafa’dan (Tanrı’nın selam
ve salâtı onun üzerine olsun) sonra kimseye vahiy (Bir
fikrin veya bir emrin Allah tarafından bildirilmesi) gelmeyecek derler.
Niçin olmasın?Olur.
Ama ona vahiy (Bir fikrin veya bir emrin Allah tarafından bildirilmesi)
demezler.
Onun manası bu, “Mümin Tanrı’nın nuruyla bakar”
(Hadis) sözünün manasıdır.
Tanrı’nın nuruyla baktığı
için o, her şeyi, evveli ve sonu, orada olanı ve olmayanı görür.
Çünkü bir şey Tanrı’nın
nurundan gizli kalabilir mi?
Esasen böyle olursa o,
Tanrı’nın nuru değildir.
Şu halde ona her ne kadar
vahiy (Bir fikrin veya bir emrin Allah tarafından
bildirilmesi) demezlerse de, bu vahiy’in
manasıdır.
Osman (Tanrı ondan razı olsun) halife olunca minbere çıktı.
Halk:“ Acaba ne buyuracak?” diye bekliyordu.
O sustu ve hiçbir şey söylemedi.
Sadece halka baktı ve onlarda
öyle bir hal ve vecd (Kendini kaybedercesine İlahi aşka
dalmak) hâsıl etti ki, artık dışarı çıkacak halleri kalmamıştı.
Birbirini unutmuşlardı.
Nereye oturmuşlardı?
(Şimdiye kadar) Yüzlerce
zikir, vaaz ve hutbeden onlarda öyle bir hal hâsıl olmamıştı.
(Bu defa) Onlar için o kadar
amel (Şeriatın emirlerini bağlılıkla, doğrulukla,
inanmakla yerine getirme) ve vaaz ile meydana gelmemiş olan birçok
faydalar hâsıl olmuş ve sırlar keşfolmuştu.
Oturum sonuna kadar Osman
böylece bir şey söylemeden baktı.
Minberden inmek isteyince:
“ Sizin
için faal imanı olmak, çok söyleyen bir imam olmaktan daha hayırlıdır”
(K.K.) buyurdu.
Bunu doğru söylemiştir.
Çünkü söz söylemekten maksat;
Bir fayda
vermek,
Kalbe tesir etmek, Ahlakı değiştirmek ve
İncelikler göstermektir.
Hâlbuki o, hiç konuşmadan
konuştuğu zamanınkinden daha fazla onlarda bütün bunları meydana getirdi ve
onlar sözle elde ettikleri faydaların birkaç mislini, sözsüz olarak elde
ettiler.
İşte bunun için onun
söylediği tamamen sevaptır.
Şimdi gelelim şuna:
(Osman) Kendisine faal (Çok işleyen, daima harekette bulunan, gayretli, çalışkan)
dedi.
Hâlbuki minberde iken gözle
görülebilen hiçbir iş yapmadı.
Namaz kılmadı, hacca gitmedi,
sadaka vermedi, zikretmedi ve hatta hutbe okumadı.
O halde amel (Şeriatın emirlerini bağlılıkla, doğrulukla, inanmakla yerine
getirme) ve fiil (Eylem) sadece bu
görünen hareket ve faaliyetlerden ibaret değildir.
Bunlar belki o amelin (Şeriatın emirlerini bağlılıkla, doğrulukla, inanmakla yerine
getirme) sureti, görünüşüdür ve o, candır.
Mustafa’dan (Tanrı’nın selam
ve salâtı onun üzerine olsun):
“ Benim eshabım yıldızlar gibidir; onlardan hangisine uyarsanız,
hidayete (Hak yoluna, doğru yola kılavuzlamak) erişirsiniz”(Hadis) buyuruyor.
İşte bir kimse yıldıza
bakarak yolunu bulur.
Hiç yıldız ona söz söyler mi?Hayır, söylemez.
Fakat o kimse sadece yıldıza
bakmak suretiyle, yolunu yanlış yollardan ayırt ediyor ve menziline (Konak yerlerine) erişiyor.
Bunun gibi sen de Tanrı’nın velilerine baktığın zaman, hiç söz söylemeden, bir
şeyden bahsetmeden ve dedi ki demişte bulunmadan maksadın hâsıl (Görünür) olur ve seni vuslat menziline (Buluşma yerine) ulaştırır.
Şiir:
Aşkın kolay olduğunu sanan
bir defa bana baksın.Benim halim onun ne kadar korkunç olduğunu ona haber verir.
Hiçbir şey, Tanrı’nın
âleminde imkânı olmayan bir şeye tahammül (Yüklenme,
bir yükü üstüne alma, dayanma, katlanma, kaldırma) etmek kadar güç
değildir.
Mesela sen bir kitap okumuş
olsan, düzeltsen, işaretlesen, biri de yanına oturup yanlış okusa, sen buna
tahammül (Yüklenme, bir yükü üstüne alma, dayanma,
katlanma, kaldırma) edebilir misin?
İmkânı yok edemezsin, okumamış olsan, ister yanlış, ister doğru okusun, senin için
fark etmez.
Çünkü zaten sende doğruyu
yanlıştan ayırt edemiyorsun.
İşte bu bakımdan muhâl (Olanaksız) olan bir şeye tahammül (Yüklenme, bir yükü üstüne alma, dayanma, katlanma, kaldırma)
etmek çok büyük bir mücahededir (Uğraşı, savaş).
Veliler ve nebiler
kendilerini mücahede (Uğraşı, savaş) den
alıkoymazlar.
İlk mücahedeleri (Uğraşı, savaş) nefislerini öldürmek, arzu ve
şehvetlerini terk etmektir.
Bu, büyük bir savaştır.
Vasıl olup emniyet, makamına
yerleşince, eğri ve doğru onlara keşfolunur.Bununla beraber yine de büyük bir mücahede (Uğraşı, savaş) içindedirler.
Çünkü bu halkın bütün işleri
eğri ve yanlıştır.
Nebiler ve veliler, bunları
göre-göre hepsine tahammül (Yüklenme, bir yükü üstüne
alma, dayanma, katlanma, kaldırma) ederler.
Eğer böyle yapmayıp onlara
eğri olduklarını söyleyecek olursa, bir kişi yanlarında
kalmadığı gibi, hiç kimse de onlara Müslüman
selamı vermez.
Ulu Tanrı onlara pek büyük
bir sabır verdiği için, hepsine katlanırlar ve karşısındakilere ağır gelmesin
diye, gördükleri yüz yolsuzluktan ve kusurdan ancak birini söyleyip, geri
kalanını saklarlar.
Hatta onu överler ve.
“ Senin bu yaptığın iş
doğrudur, yerindedir” derler.İşte böyle eğrilikleri, yanlışlıkları birer-birer düzeltmeğe muvaffak olurlar.
Mesela bir öğretmen öğrenciye
yazı yazmasını öğretirken, tek harfleri bitirip sıra satıra gelince, önce çocuk
bir satır yazıp öğretmene gösterir.
Bunun hepsi öğretmenin
nazarında eğridir.
Fakat o yine:
“ Hepsi güzel, iyi yazmışsın,
aferin, aferin!
Yalnız bu bir tek harfi biraz
çirkin yazmışsın.
Böyle olacak.
Ha! Şu harfi de iyi
yazamamışsın” der ve çocuğu incitmeden, incelikle
böylece o satırın birkaç harfini kötülemek suretiyle yazısını düzeltir.
Şöyle yapmalı, diye gösterir.
Geri kalanı beğenir ve
aferin! Der.
Çocuğu ürkütmez ve bu aferinlerle onun zayıf tarafını kuvvetlendirir.
İşte bu şekilde yavaş-yavaş öğretir ve ona yardım eder.
İnşallah; biz de Ulu
Tanrı’dan, Emirin arzularını müyesser (Kolay) kılmasını ümit ediyoruz.
Gönlünde olanı, istediği her
şeyi ve içinde olmayan ve ne olduğunu bilmediği devletler de ona nasip olsun.
Bunları görüp, bu bağışlara
gelince, ilk arzu ve temenni ettiği şeylerden dolayı:
Mademki önümde böyle bir şey
vardı, bu kadar nimete ve devlete mazhar olduğum halde, nasıl olup da böyle bir
şey dilemişim diyerek mahcup olsun.
Atâ (Vergi,
bağışlama, bahşiş) insanın aklından, hayalinden bile geçirmediği şeye
derler.
İnsanın vehmettiği (Yersiz korku, şüphe, tereddüt, kuruntu) şey kendi
himmeti (Gayret, çalışma, çabalama, emek) ve
değeri ölçüsünde olur.
Tanrı’nın atâsı da (Vergi, bağışlama, bahşiş) onun büyüklüğü
nispetindedir.
Gerçek bağış, Tanrı’ya layık
olan bağıştır.
Yoksa kulun himmetine (Gayret, çalışma, çabalama, emek) ve vehmine (Yersiz korku, şüphe, tereddüt, kuruntu) göre olan
değil.
“Hiçbir
gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı”
(Hadis) buyrulduğu gibi,
senin benim bağışımdan, atâmdan (Vergi, bağışlama,
bahşiş) ümit ettiğin her şeyi, gözler görmemiş, kulaklar benzerini
duymamış ve gönüller de eşini tasavvur etmemiş olmalarına rağmen, benim
bağışım, atâm (Vergi, bağışlama, bahşiş) bütün
bunların haricindedir.
***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİMaarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA
***
Neler öğrendik:
1.
Suçluların
Allah’ı aradıklarını, suçlarını itiraf ettiklerini af dilediklerini öğrendik.
2.
Bizi üzen her ne
varsa isteklerden olduğunu öğrendik.
3.
İstek yoksa
üzüntü de olmayacağını öğrendik.
4.
Arzu ve
düşüncelerimizi yok etmenin kendi elimizde olmadığını, Tanrı’nın kendisine
çekmesi ile yok olacağına ve değişeceğini öğrendik.
5.
Vahy’in manasının
Tanrı nuru ile bakmak, görmek, anlamak, kavramak olduğunu öğrendik.
6.
Velilerin söze,
sese, ihtiyaç duymadan bakışıyla söyleyeceğini söylediğini, orada bulunanların
da kulağıyla duymuş gibi anlayacaklarını öğrendik.
7.
Yanlışlıklarını
yüzüne söylediklerimizin bizden uzaklaşacağını, selamı keseceğini öğrendik.
8.
Yanlışlıkları
tek-tek düzeltmek gerektiğini öğrendik.
9.
Hazreti
Mevlana’nın bahşiş olarak çok özel, fikir ve bilgiler verdiğini öğrendik.
İşte böyle yaren,
Mevlevilikte mesafe alanlar ses,
söz, olmadan, ağız dil oynamadan, kulak duymadan kalpten geçenleri anlarlar ve
yine kalpten cevap verirler.
Evliyalığa hazırlık
aşamasıdır.
Merak gidermekten daha öte
öğrenmeye, anlamaya çalışanlar kısa sürede bu durağa gelirler.
Tam öğrenmeden başka birine
öğretmek için uğraşanların hataya düşerek bildiği doğruları hemen
söylediklerinden yalnızlığa düşerler.
Bu bakımdan başkasına
öğretmek için değil kendimiz için öğrenmemiz, anlamamız ve yaşamamız
gerekmektedir.
Nasıl ki büyüklerimizin
sofrasından bize verdikleri ile gıdalanıyorsak biz de sofra sahibi olana kadar
sofrada oturanların verdikleriyle besleneceğiz.
Bu yol uzun ve sonsuzdur.
Birçok durak yerleri de
vardır.
Bu yoldan ayrılmayanlar
gıdasız kalmazlar.
Kendi olumlu değişmelerimizi
kendimiz anlamayız ama dışarıdan biri bunu çok açık anlar.
Allah’ın bağışlarını
sıraladığı bu yoldan yararlananların iyi bir sonuçla sevinç içinde
yaşayacaklarını, öğrendik, anladık.
*
RAVLİ