5 Şubat 2013 Salı

FİHİ MAFİH 31. fASIL

Polis her zaman hırsızları yakalamak için arar.
Hırsızlar da ondan kaçarlar.

Fakat ne tuhaf bir durum hâsıl olmuştur ki, bu defa bir hırsız polisi aramakta, onu yakalamak, ele geçirmek istemektedir.

Ulu Tanrı Bayezid’e:
Ey Bayezid!
Ne istiyorsun?” buyurdu.

Bayezid:
Bir şey istememeyi istiyorum
(K.K) cevabını verdi.

İnsan için ancak iki hal mevcuttur, üçüncüsü yoktur.
Ya ister veya istemez.

Bu tamamıyla istememek vasfı (Nitelik), insanın vasfı (Niteliği) değildir.
Böyle olan kimse kendinden boşalmış, yok olmuş ve kalmamıştır.

Çünkü böyle olmasaydı, insanlık vasfı onda mevcut olacağından, o vakit ya ister veya istemezdi.

Ulu Tanrı onu mükemmel etmek ve tam bir şey yapmak istemiştir.
Bundan böyle onda öyle bir hal meydana gelir ki oraya artık ikilik ve ayrılık sığmaz.

Tam bir vuslat (Kavuşma) ve birlik olur.
Çünkü bütün zahmetler, sıkıntılar, üzüntüler bir şey istediğin zaman olmayınca meydana geliyor.

Bir şey istemezsen üzüntün de kalmaz.

İnsanlar kısımlara ayrılmıştır.
Onlar için bu (Tanrı’ya ulaştıran) yolda dereceler ve mertebeler vardır.

Bazısını çalışıp çabalamakla bir yere ulaştırırlar.
Bunlar içlerinde olanı ve düşüncelerini fiil haline getirmezler.

Bu beşerin (İnsanın) elindedir.

Fakat insanın içinde arzu ve düşünce gürültüsünün kopması insanın kudreti dâhilinde değildir.

Bunu Tanrı’nın cezbesinden (Tanrı’nın kulu kendisine çekişinden) başka bir şey ondan yok edemez.

De ki: Hak geldi, bâtıl (Doğru ve haklı olmayan, çürük, temelsiz) yok oldu.”
(İsra suresi 81)

Ey mümin gir!
Senin nurun, benim ateşimi söndürdü
 (Hadis)

Eğer mümin tamamen gerçek iman sahibi olursa, en yerinde işi yapmış olur; bunda ister onun, ister Tanrı’nın cezbesi (Tanrı’nın kulu kendisine çekişi) olmuş olsun.

Mustafa’dan (Tanrı’nın selam ve salâtı onun üzerine olsun) sonra kimseye vahiy (Bir fikrin veya bir emrin Allah tarafından bildirilmesi) gelmeyecek derler.
Niçin olmasın?
Olur.

Ama ona vahiy (Bir fikrin veya bir emrin Allah tarafından bildirilmesi) demezler.

Onun manası bu, “Mümin Tanrı’nın nuruyla bakar
(Hadis) sözünün manasıdır.

Tanrı’nın nuruyla baktığı için o, her şeyi, evveli ve sonu, orada olanı ve olmayanı görür.

Çünkü bir şey Tanrı’nın nurundan gizli kalabilir mi?

Esasen böyle olursa o, Tanrı’nın nuru değildir.
Şu halde ona her ne kadar vahiy (Bir fikrin veya bir emrin Allah tarafından bildirilmesi) demezlerse de, bu vahiy’in manasıdır.

Osman (Tanrı ondan razı olsun) halife olunca minbere çıktı.
Halk:
“ Acaba ne buyuracak?” diye bekliyordu.
O sustu ve hiçbir şey söylemedi.

Sadece halka baktı ve onlarda öyle bir hal ve vecd (Kendini kaybedercesine İlahi aşka dalmak) hâsıl etti ki, artık dışarı çıkacak halleri kalmamıştı.

Birbirini unutmuşlardı.
Nereye oturmuşlardı?

(Şimdiye kadar) Yüzlerce zikir, vaaz ve hutbeden onlarda öyle bir hal hâsıl olmamıştı.

(Bu defa) Onlar için o kadar amel (Şeriatın emirlerini bağlılıkla, doğrulukla, inanmakla yerine getirme) ve vaaz ile meydana gelmemiş olan birçok faydalar hâsıl olmuş ve sırlar keşfolmuştu.

Oturum sonuna kadar Osman böylece bir şey söylemeden baktı.
Minberden inmek isteyince:

Sizin için faal imanı olmak, çok söyleyen bir imam olmaktan daha hayırlıdır
(K.K.) buyurdu.

Bunu doğru söylemiştir.
Çünkü söz söylemekten maksat;

Bir fayda vermek,
Kalbe tesir etmek,
Ahlakı değiştirmek ve
İncelikler göstermektir.

Hâlbuki o, hiç konuşmadan konuştuğu zamanınkinden daha fazla onlarda bütün bunları meydana getirdi ve onlar sözle elde ettikleri faydaların birkaç mislini, sözsüz olarak elde ettiler.

İşte bunun için onun söylediği tamamen sevaptır.

Şimdi gelelim şuna:
(Osman) Kendisine faal (Çok işleyen, daima harekette bulunan, gayretli, çalışkan) dedi.

Hâlbuki minberde iken gözle görülebilen hiçbir iş yapmadı.
Namaz kılmadı, hacca gitmedi, sadaka vermedi, zikretmedi ve hatta hutbe okumadı.

O halde amel (Şeriatın emirlerini bağlılıkla, doğrulukla, inanmakla yerine getirme) ve fiil (Eylem) sadece bu görünen hareket ve faaliyetlerden ibaret değildir.

Bunlar belki o amelin (Şeriatın emirlerini bağlılıkla, doğrulukla, inanmakla yerine getirme) sureti, görünüşüdür ve o, candır.

Mustafa’dan (Tanrı’nın selam ve salâtı onun üzerine olsun):
“ Benim eshabım yıldızlar gibidir; onlardan hangisine uyarsanız, hidayete (Hak yoluna, doğru yola kılavuzlamak) erişirsiniz
(Hadis) buyuruyor.

İşte bir kimse yıldıza bakarak yolunu bulur.
Hiç yıldız ona söz söyler mi?
Hayır, söylemez.

Fakat o kimse sadece yıldıza bakmak suretiyle, yolunu yanlış yollardan ayırt ediyor ve menziline (Konak yerlerine) erişiyor.

Bunun gibi sen de Tanrı’nın velilerine baktığın zaman, hiç söz söylemeden, bir şeyden bahsetmeden ve dedi ki demişte bulunmadan maksadın hâsıl (Görünür) olur ve seni vuslat menziline (Buluşma yerine) ulaştırır.

Şiir:
Aşkın kolay olduğunu sanan bir defa bana baksın.
Benim halim onun ne kadar korkunç olduğunu ona haber verir.

Hiçbir şey, Tanrı’nın âleminde imkânı olmayan bir şeye tahammül (Yüklenme, bir yükü üstüne alma, dayanma, katlanma, kaldırma) etmek kadar güç değildir.

Mesela sen bir kitap okumuş olsan, düzeltsen, işaretlesen, biri de yanına oturup yanlış okusa, sen buna tahammül (Yüklenme, bir yükü üstüne alma, dayanma, katlanma, kaldırma) edebilir misin?

İmkânı yok edemezsin, okumamış olsan, ister yanlış, ister doğru okusun, senin için fark etmez.

Çünkü zaten sende doğruyu yanlıştan ayırt edemiyorsun.
İşte bu bakımdan muhâl (Olanaksız) olan bir şeye tahammül (Yüklenme, bir yükü üstüne alma, dayanma, katlanma, kaldırma) etmek çok büyük bir mücahededir (Uğraşı, savaş).

Veliler ve nebiler kendilerini mücahede (Uğraşı, savaş) den alıkoymazlar.
İlk mücahedeleri (Uğraşı, savaş) nefislerini öldürmek, arzu ve şehvetlerini terk etmektir.

Bu, büyük bir savaştır.
Vasıl olup emniyet, makamına yerleşince, eğri ve doğru onlara keşfolunur.

 Doğruyu eğri ile bilirler ve görürler.
Bununla beraber yine de büyük bir mücahede (Uğraşı, savaş) içindedirler.

Çünkü bu halkın bütün işleri eğri ve yanlıştır.
Nebiler ve veliler, bunları göre-göre hepsine tahammül (Yüklenme, bir yükü üstüne alma, dayanma, katlanma, kaldırma) ederler.

Eğer böyle yapmayıp onlara eğri olduklarını söyleyecek olursa, bir kişi yanlarında kalmadığı gibi, hiç kimse de onlara Müslüman selamı vermez.

Ulu Tanrı onlara pek büyük bir sabır verdiği için, hepsine katlanırlar ve karşısındakilere ağır gelmesin diye, gördükleri yüz yolsuzluktan ve kusurdan ancak birini söyleyip, geri kalanını saklarlar.

Hatta onu överler ve.
“ Senin bu yaptığın iş doğrudur, yerindedir” derler.
İşte böyle eğrilikleri, yanlışlıkları birer-birer düzeltmeğe muvaffak olurlar.

Mesela bir öğretmen öğrenciye yazı yazmasını öğretirken, tek harfleri bitirip sıra satıra gelince, önce çocuk bir satır yazıp öğretmene gösterir.

Bunun hepsi öğretmenin nazarında eğridir.
Fakat o yine:

“ Hepsi güzel, iyi yazmışsın, aferin, aferin!
Yalnız bu bir tek harfi biraz çirkin yazmışsın.

Böyle olacak.
Ha! Şu harfi de iyi yazamamışsın” der ve çocuğu incitmeden, incelikle böylece o satırın birkaç harfini kötülemek suretiyle yazısını düzeltir.

Şöyle yapmalı, diye gösterir.
Geri kalanı beğenir ve aferin! Der.

Çocuğu ürkütmez ve bu aferinlerle onun zayıf tarafını kuvvetlendirir.
İşte bu şekilde yavaş-yavaş öğretir ve ona yardım eder.

İnşallah; biz de Ulu Tanrı’dan, Emirin arzularını müyesser (Kolay) kılmasını ümit ediyoruz.

Gönlünde olanı, istediği her şeyi ve içinde olmayan ve ne olduğunu bilmediği devletler de ona nasip olsun.

Bunları görüp, bu bağışlara gelince, ilk arzu ve temenni ettiği şeylerden dolayı:

Mademki önümde böyle bir şey vardı, bu kadar nimete ve devlete mazhar olduğum halde, nasıl olup da böyle bir şey dilemişim diyerek mahcup olsun.

Atâ (Vergi, bağışlama, bahşiş) insanın aklından, hayalinden bile geçirmediği şeye derler.

İnsanın vehmettiği (Yersiz korku, şüphe, tereddüt, kuruntu) şey kendi himmeti (Gayret, çalışma, çabalama, emek) ve değeri ölçüsünde olur.

Tanrı’nın atâsı da (Vergi, bağışlama, bahşiş) onun büyüklüğü nispetindedir.
Gerçek bağış, Tanrı’ya layık olan bağıştır.

Yoksa kulun himmetine (Gayret, çalışma, çabalama, emek) ve vehmine (Yersiz korku, şüphe, tereddüt, kuruntu) göre olan değil.

Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı
(Hadis) buyrulduğu gibi, senin benim bağışımdan, atâmdan (Vergi, bağışlama, bahşiş) ümit ettiğin her şeyi, gözler görmemiş, kulaklar benzerini duymamış ve gönüller de eşini tasavvur etmemiş olmalarına rağmen, benim bağışım, atâm (Vergi, bağışlama, bahşiş) bütün bunların haricindedir.

                     ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Suçluların Allah’ı aradıklarını, suçlarını itiraf ettiklerini af dilediklerini öğrendik.

2.   Bizi üzen her ne varsa isteklerden olduğunu öğrendik.

3.   İstek yoksa üzüntü de olmayacağını öğrendik.

4.   Arzu ve düşüncelerimizi yok etmenin kendi elimizde olmadığını, Tanrı’nın kendisine çekmesi ile yok olacağına ve değişeceğini öğrendik.

5.   Vahy’in manasının Tanrı nuru ile bakmak, görmek, anlamak, kavramak olduğunu öğrendik.

6.   Velilerin söze, sese, ihtiyaç duymadan bakışıyla söyleyeceğini söylediğini, orada bulunanların da kulağıyla duymuş gibi anlayacaklarını öğrendik.

7.   Yanlışlıklarını yüzüne söylediklerimizin bizden uzaklaşacağını, selamı keseceğini öğrendik.

8.   Yanlışlıkları tek-tek düzeltmek gerektiğini öğrendik.

9.   Hazreti Mevlana’nın bahşiş olarak çok özel, fikir ve bilgiler verdiğini öğrendik.

İşte böyle yaren,

Mevlevilikte mesafe alanlar ses, söz, olmadan, ağız dil oynamadan, kulak duymadan kalpten geçenleri anlarlar ve yine kalpten cevap verirler.

Evliyalığa hazırlık aşamasıdır.
Merak gidermekten daha öte öğrenmeye, anlamaya çalışanlar kısa sürede bu durağa gelirler.

Tam öğrenmeden başka birine öğretmek için uğraşanların hataya düşerek bildiği doğruları hemen söylediklerinden yalnızlığa düşerler.

Bu bakımdan başkasına öğretmek için değil kendimiz için öğrenmemiz, anlamamız ve yaşamamız gerekmektedir.

Nasıl ki büyüklerimizin sofrasından bize verdikleri ile gıdalanıyorsak biz de sofra sahibi olana kadar sofrada oturanların verdikleriyle besleneceğiz.

Bu yol uzun ve sonsuzdur.
Birçok durak yerleri de vardır.

Bu yoldan ayrılmayanlar gıdasız kalmazlar.
Kendi olumlu değişmelerimizi kendimiz anlamayız ama dışarıdan biri bunu çok açık anlar.

Allah’ın bağışlarını sıraladığı bu yoldan yararlananların iyi bir sonuçla sevinç içinde yaşayacaklarını, öğrendik, anladık.

                                                 *
RAVLİ

Popüler Yayınlar