2 Şubat 2013 Cumartesi

FİHİ MAFİH 26. fASIL

Buyurdu ki:
Eğer ben sizin ben varken veya yokken, (Bana karşı göstermiş olduğunuz) lütuflarınıza (Karşılıksız hizmetler), gayretlerinize ve terbiyenize karşı teşekkür etmek, saygı göstermek ve özür dilemek hususunda kusur ediyorsam, bu büyüklendiğim veya bunlara ihtiyacım olmadığı yahut velinimetin hakkının sözle veya işle nasıl ödeneceğini bilmediğim için değildir.

Sadece sizin temiz inancınızdan, bunu bilhassa ve tamamen Allah (Rızası) için yaptığınızı anladığımdan, ben özrünü dilemeyi O'na bırakıyorum.
Çünkü siz hepsini O'nun için yaptınız.

Ben eğer bunun özrünü dilemek için meşgul olur, dilimle iltifatta bulunur ve översem, Allah'ın size vereceği mükâfatların ve sevapların [hepsi değil de] sanki bazısı size ulaşmış olur.

Bu özür dilemeler, övmeler, tevazular, hepsi dünya lezzetidir. Mademki dünyada, bir malı ve makamı vermek gibi sıkıntılara ve zahmetlere katlandın, bunun karşılığını Allah tarafından görmen daha iyi olur.

İşte ben bu bakımdan özür dilemiyorum.
Özür dilemek, dünyayı istemektir.

Çünkü servet yenilmez, başka bir şey için istenir.
Servetle, at, cariye ve köle alırlar.

Öğünmek, her yerde söylenmek için memurluk ve makam isterler.
İşte dünya bizzat büyük ve saygı değer olan, övülen şeydir.
(Dünya dedikleri, dünya ile kazanılan şeydir.)

Şeyh Nessac-i Buhari, büyük ve gönül sahibi bir adamdı.

Okumuş adamlar ve büyükler onu görmeğe gelir ve karşısında iki dizleri üzerine çöküp otururlardı.

Şeyh ümmi (Okuma, yazma öğrenmemiş) idi.
Kur'an'ın ve hadislerin tefsirini onun ağzından işitmek istedikleri zaman:

"Ben Arapça bilmem, siz ayetin yahut hadisin tercümesini söyleyin ki ben de onlara mana vereyim" derdi.

Onlar ayetin tercümesini söylerler o da tefsirine ve tahkikine başlardı: "Mustafa (Allah'ın selam ve salâtı onun üzerine olsun) bu ayeti söylerken falan makamdaydı.

O makamın ahvali (Durumu) şöyledir" der ve o makamın derecelerini, yollarını oraya erişmenin usulünü bütün etrafı ile anlatırdı.

Bir gün Alevi-yi Muarrif (Teşrifatçı Alevi) onun yanında kadıyı övüyor:
"Böyle kadı dünyada bulunmaz.

Rüşvet almıyor, istediği gibi hüküm vermiyor.
Tarafsızca, hiç çekinmeden, dosdoğru hakkın yerine gelmesi ve halk arasında adaletin yayılması ve tesisi için çalışıyor." Dedi.

Bunun üzerine şeyh:
"Senin bu, o rüşvet almıyor, demen bir defa yalan.

Sen Alevi bir adam, üstelik Mustafa'nın (Allah'ın selam ve salâtı onun üzerine olsun) neslinden olduğun halde, rüşvet almıyor diye onu övüyorsun.

Bu rüşvet almak değil de nedir ve bundan daha iyi rüşvet ne olabilir ki karşısında onu övüyorsun." Dedi.

Şeyhülislam Tirmizi:
"Seyid Burhaneddin (Allah onun büyük ruhunu takdis etsin) tahkike ait sözleri pek güzel anlatıyor.
Bu da şeyhlerin kitaplarını, yazılarını ve esrarını okumasından ileri geliyor." Dedi.

Biri bunun üzerine:
"Sen de okuduğun halde nasıl oluyor da böyle sözler söylemiyorsun?" diye sorunca, o:
"Onun bir aşkı, bir derdi, bir cehdi (Çalışıp çabalama), bilgisi ve ameli (Bağlılıkla, doğrulukla inanarak din emirlerini yerine getirme),  var." Cevabını verdi.

O adam:
 "Öyleyse niçin böyle söylemiyor, bunu aklına getirmiyor da mütalaadan bahsediyorsun?"
Esas olan odur ve biz onu diyoruz.
Sen de ondan bahsetsene!" dedi.

Onlarda öbür dünyanın derdi yoktu.

Gönüllerini tamamen bu dünyaya bağlamışlardı.

Bazısı ekmek yemeğe, bazısı da ekmeği seyretmeğe gelmişti.
Bu sözü öğrenip satmak istiyorlar.

Bu söz bir gelindir, bir güzeldir.
Güzel bir cariyeyi satmak için alırlar; böyle olunca o cariye kendisini alanı nasıl sever ve ona nasıl gönül verir?

O tüccar cariyeyi satmaktan zevk duyar ve bunun için onu alır. Kendisi için alacak mertlik ve insanlık onda ne gezer.

Zayıf, korkak olan bir adamın eline halis bir Hint kılıcı geçse, bunu satmak için alır.

Çünkü o yayı çekecek kuvvetli pazısı yoktur.
Yayı sadece kirişi için ister.

Bunu kullanamaz, fakat yine de kirişe âşıktır.
Korkak onu sattığı zaman, parasını allığa ve rastığa verir.
Başka ne yapacak!
Satınca bundan daha iyi ne alabilir ki?

Bu söz Süryanicedir, sakın anladım demeyiniz!

Bunu ne kadar anlar, aklında tutarsan, o kadar o büyük anlayıştan uzaklaşırsın; bunun anlaşılması ancak anlayışsızlıkla kabil olur.

İşte senin uğradığın bela ve katlandığın sıkıntılar, güçlükler bu yanlış anlamadan ileri gelir.
Bu senin bağındır.

Bir şey olman için bağdan kurtulman lazım.
Sen su tulumunu denizden doldurdun ve:

"Deniz benim tulumuma sığdı" diyorsun.
Bu olamaz.

Evet, eğer "Benim tulumum denizde kayboldu" dersen, yerinde olur.
Esas şu, aklın seni padişahın kapısına getirinceye kadar iyidir.
Aranır ve istenir.
Fakat kapıya geldiğin zaman sen onu boşa.

Çünkü o artık senin için zararlıdır, yolunu keser, ona ulaşınca kendini bırak.
Artık senin nedenle, niçin ile bir işin kalmamıştır.

Mesela kaba yahut cübbe biçtirmek için biçilmemiş bir kumaş istersin. Akıl seni terzinin önüne kadar götürür ve buraya götürünceye kadar, senin için faydalıdır.


Fakat onu hemen bırakman ve terzinin karşısında da kendi tasarruf ve bilgini terk etmen lazımdır.

Bunun gibi bir hastanın aklı da kendini doktora götürünceye kadar iyidir, faydalıdır; götürdükten sonra o artık bir rol oynamaz.

Hastanın kendisini doktora teslim etmesi lazım gelir.
Senin gizli iniltilerini ashabın kulakları işitir.

Bir şeyi olan veya kendisinde bir cevher (Öz) yahut bir hastalık bulunan insan (belli olur).

Deve katarları arasındaki mest (Sarhoş gibi) deve, nihayet gözünden, ürüyüşünden ve ağzından akan salyalardan, saçılan köpüklerden ve daha başka şeylerden anlaşılır.

"Çehreleri yüzlerindeki secde izinden bellidir."
(Fetih suresi 29 buyrulmuştur.

(Mesela) bir ağaç kökünün yediği her şey o ağacın dalından, yaprağından ve meyvesinden anlaşılır.
Yemediğinden dolayı sararıp solan da nasıl gizli kalabilir?

Bu yüksek sesle çıkardıkları hay huyların, sırrı, onların bir sözden birçok sözleri anlamaları, bir harften birçok işaretleri bilmeleridir.


Mesela bir kimse Vâsıt'i ( Ortada bulunan) ve mutavvel (Uzatılmış)  (mufassal)  (Uzun uzadıya anlatılan) kitapları okumuş olsa, Tenbih'ten (Uyarı, uyarı, uyandırma), bir kelime duyunca, vaktiyle şerhini (Açık anlatılmış) okumuş olduğu için, o bir tek meselden birtakım esasları ve meseleleri anlar ve bir tek harf onun zihnini (Anlama, bilme, unutmama kuvveti, hafıza) uyandırır.

Yani, ben bunun altında birçok şeyler görüyorum.
Bunları anlıyorum ve ben bu bapta (kapıda) çok zahmetler çektim.

Geceleri sabahlara kadar çalıştım.
Sonunda hazineler elde ettim, demektir.

"Biz senin göğsünü genişletmedik mi?"
(İnşirah suresi 1) buyurduğu gibi, gönlün şerhi (Açık anlatımı) sonsuzdur.
O şerhi okumuş olan küçük bir işaretten birçok şeyler anlar.

Yeni başlamış olan bir kimse ise, o söylenen sözün yalnız kelime manasını anlayabilir.
Onun bunlardan ne haberi ve ne hayhuyu (telaşı) olsun.
Söz, dinleyenin anlayışı nispetinde gelir.


O, hikmeti çekmedikçe hikmet de çıkmaz.
Onu ne kadar çeker ve ondan ne kadar gıda alırsa hikmet de ona o nispette gelir (ilham olur).

Yoksa: "Bana niçin söz ilham olmuyor" derse, o zaman ona:
"Allah, Allah!

Sen niçin çekmiyorsun, istemiyorsun?" cevabı verilir.
Sana işitme kuvvetini vermeyen kimse, söz söyleyene de söz söylemek faktörünü vermez.

Mustafa (Allah'ın selam ve salâtı onun üzerine olsun) zamanında bir kâfirin Müslüman ve cevher sahibi bir kölesi vardır.


Bir sabah efendisi ona:
"Tasları getir, hamama gidelim." Diye emretti.

Yol üstündeki mescide Mustafa (Ona selam olsun) ashabı ile (Allah ondan razı olsun) namaz kılıyordu.

Köle: "Aman efendim Allah aşkına!
Şu tası birazcık tut.

İki rekât namaz kılayım da sonra hizmetinize geleyim." Deyip mescide gitti ve namazını kıldı.

Mustafa (Ona selam olsun) mescitten çıktı.
Eshabı da hep birden çıktılar.

Köle yalnız başına orada kaldı.
Efendisi onu kuşluk vaktine kadar bekledi.
Ve: "Hey köle dışarı çık!" Diye bağırmağa başladı.

Köle:
"Beni bırakmıyorlar, artık iş işten geçti." Dedi.
Efendisi onu kimin bırakmadığını görmek için başını uzatıp içeri bakınca, orada ayakkabı ile gölgeden başka bir şey görmedi.

Bunun üzerine: "Senin dışarı çıkmana kim mani oluyor?" diye sorunca, Köle:

"Senin içeri girmene mani olan ki sen onu görmüyorsun.
" Cevabını verdi.”

İnsan her zaman görmediği ve işitemediği, düşünemediği bir şeye âşıktır.

Gece gündüz onu arar ve ister.

Ben o görmediğim kimsenin kuluyum.
İnsan gördüğü ve anladığı şeyden sıkılır, usanır ve kaçar.
İşte bu yüzden filozoflar görmeyi inkâr ederler.

Onlar derler ki:
"O şeyi gördüğüm zaman bıkabilirim ve bu doğru olmaz.
" Sünniler ise derler ki:
"O’nu görmek, O bir halde ve bir renkte iken mümkün olabilir.

Çünkü "Göklerde ve yerde bulunan herkes, O’ndan ister. O her an yaratma halindedir"
(Rahman suresi, 29) buyurduğu gibi, bir anda yüz renge girer.

Yüz bin defa tecelli (Kendini gösterse, iş yapsa) etse, her an görünüşlerin biri öbürüne benzemez.

Şu anda sen Allah'ı işte bütün eserlerinde ve işlerinde, her lahza bir türlü görüyorsun.

Allah'ın bir işi öbürüne hiç benzemez.
Sevinçliyken başka, ağlarken başka, korku içindeyken başka, ümit ederken de başka türlü tecelli (Kendini gösterse, iş yapsa) eder.

Mademki Allah'ın işleri, hareketleri, tecellisi ve eserleri türlü türlüdür, o halde O'nun Zatının tecellisi de böyle olur.

Yani tıpkı işlerinin tecellisi gibidir.
Sen, Allah'ın kudretinden bir parça olduğun halde bir anda bin türlü olur ve bir kararda bulunmazsan (O'nun kendisi nasıl olur?), bununla, onu kıyas et.

Allah'ın bazı kulları vardır ki Hakk'a Kur'an vasıtasıyla ulaşırlar. Bazısı daha has olan kulları da vardır ki onlar Allah'tan gelir ve Kur'an'ı burada bulup Allah'ın göndermiş olduğunu bilirler.

"Her şeyi beyan eden, hatırlatan Kur'an'ı biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız."
(Hicr suresi 9)

Müfessirler bu ayetin Kur'an hakkında inmiş olduğunu söylerler.

Bu da iyi; fakat şu kadar var ki bu, senin içine bir arzu ve şevk koydu.

Bunları koruyan biziz ve ziyan ettirmeyiz.
Bir yere ulaştırırız.

Sen bir defa Allah!
De, sonra sebat et (Kararında dur) ki bütün belâlar (Evetler ) başına yağsın, demektir.

(Açıklama: Belâ; denemek, sınamak, anlamındadır.
Her şeyin Allah’tan geldiği bilincine varmak ve tereddütlerin gitmesi için bu o kişiye uygulanır.

Gam, keder, musibet, afet, ceza, zor iş, büyük uğraşı imtihan etmek için başına verilir ve bu durumda ne yapacağına Allah bakar.

Bu tür şeyler başımıza geldiği anda kalbimizi Allah’a bağlayarak, halkı unutmamız gerekmektedir.

Yani sebeplere, neden ben, niçin bana diyerek kendimizi kaptırmadan direk olarak Allah’a bağlanmamız, onun kararına razı olmamız gerekmektedir.

Çünkü veren O’dur, alacak da O’dur, değiştirecek de O’dur.)
Biri geldi ve Mustafa'ya (Allah'ın selam ve salâtı onun üzerine olsun): "Seni seviyorum" dedi.

Peygamber:
"Aklını başına topla!
Ne söylediğini biliyor musun?" deyince, o yine:
"Seni seviyorum" diye tekrarladı.

Mustafa:
"Aklını başına al, ne söylediğini biliyor musun?" dedi ve o "Seni seviyorum" karşılığını verdi.

Bunun üzerine Mustafa:
"Öyleyse bunda sebat (Kararında dur) et ki şimdi seni kendi elimle öldüreceğim.

Vay haline!" buyurdu.
(Seviyorum iddiasında bulunanın sevdiğine canını vermesi gerekir)

Mustafa (Allah'ın selam ve salâtı onun üzerine olsun) zamanında bir adam: "Ben senin dinini istemiyorum.

Bu dini geri al.

Senin dinine girdiğimden beri bir gün rahat etmedim.
Malım, karım elimden gitti.

Çocuğum öldü.
Saygı gösterenim kalmadı.
Kuvvetim ve şehvetim tükendi" dedi.

Peygamber de buyurdu ki:
"Hâşâ! (Asla)

Bizim dinimiz nereye giderse gitsin, gittiği yerdeki adamı kökünden söküp atmadıkça, evini barkını yıkıp yerini süpürmedikçe geri gelmez.

"Ona ancak temiz olanlar (Temizlenenler) dokunabilirler."
(Vakıa suresi79)

O öyle bir sevgilidir ki sende kendine has olan sevgiden kıl kadar bile bir şey kalsa sana yüzünü göstermez ve kendi vuslatına yol vermez.

Dostun sana yüz göstermesi için kendinden ve dünyadan usanıp bıkmalı ve kendi kendinin düşmanı olmalısın.

İşte bizim dinimiz de yerleştiği bir gönülden, onu Hakk'a ulaştırmadıkça ve kendine yaramayan şeylerden ayırmadıkça el çekmez.

Peygamber (Allah'ın selam ve salâtı onun üzerine olsun) o adama: "İşte sen bunun için rahat edemedin ve gam yiyorsun.

Gam yemek, o evvelce seni aldatan sevinçlerden istiğfar (Pişmanlık duyarak vazgeçmek) etmektir.
Bunlardan bir şeyler midende kaldıkça, sana yemek için bir şey vermezler.

İstiğfar ederken insan yemek yiyemez.
Midesi boşalıp çıkarma bitince yemek yer.

Sen de sabret ve üzül.
Çünkü gam yemek ve üzüntü çekmek istiğfar (Pişmanlık duyarak vazgeçmek) etmektir.

İşte bundan sonra gerçek sevinç hâsıl olur.
Bu öyle bir sevinç ki gamı ve kederi yoktur; dikensiz bir güle ve baş ağrısı vermeyen bir şaraba benzer.

Sen gece gündüz dünyada rahatlık ve huzur arıyorsun.
Fakat bunun bu dünyada hâsıl olması imkânsızdır.

Yine de onu aramaktan bir an geri kalmıyorsun.
Dünyada bulduğun rahatlık ise bir şimşek gibidir, çabuk gelir geçer ve bir yerde durmaz.

Hem de nasıl bir şimşek?
Dolularla, yağmurlarla, karlarla ve türlü-türlü mihnetlerle (Zahmet, eziyet, keder, sıkıntı, dert, bela, musibet) dolu bir şimşektir.

Mesela bir kimse Antalya'ya gitmek istemiş, fakat yanlışlıkla Kayseri yolunu tutmuş olsa, bununla beraber Antalya'ya varacağını ümit edip gayreti elden bırakmasa, bu yoldan Antalya'ya ulaşmasına imkân yoktur.

Eğer Antalya yolundan giderse, topal ve zayıf da olsa oraya erişir. Çünkü gidilecek yolun sonu burasıdır.

Dünya işi, zahmet çekmeden müyesser olmadığı gibi, ahret işi de böyledir.
Bunun için, hiç olmazsa bu zahmeti ahret için çek de emeğin boşa gitmesin.

Sen: "Ey Muhammed!
Dinini al.

Çünkü ben onunla rahat edemiyorum." Diyorsun.
Bizim dinimiz bir kimsenin maksadını hâsıl etmeden, onun yakasını bırakmaz.

Rivayet ederler ki çok fakir bir öğretmen vardı.

O kadar fakirdi ki kış mevsiminde tek kat cübbe giymişti.

Bu arada sel bir ayıyı dağdan indirmiş, sürükleyip götürüyordu. Ayının kafası suyun içinde gizlenmiş olduğundan, çocuklar yalnız sırtını görüp öğretmenlerine:

"Öğretmen, işte ırmağa bir post düşmüş, sen de çok üşüyorsun, onu alsana!" dediler.

Öğretmen, soğuğun şiddeti ve çok muhtaç olduğundan postu almak üzere suya atılınca, ayı keskin pençelerini ona geçirdi.

Böylece öğretmen de suda ayının pençesine düşmüş oldu.
Çocuklar: "Hey öğretmen, öğretmen, ya postu getir yahut getiremiyorsan kendin gel!" diye bağırıp durdular.

Öğretmen:
"Ben postu bırakıyorum ama o beni bırakmıyor, ne yapayım!" dedi.
Allah'ın şükrü de seni nasıl bırakır?

Kendi elimizde olmayıp Allah'ın elinde olduğumuza şükretmeliyiz.
Mesela çocuk küçükken ve annesiyle sütten başka bir şey bilmezken Yüce Allah hiç onu bıraktı mı?

Onu ilerletti, yemek yiyecek, oyun oynayacak hale getirdi.
Böylece onu oradan alıp, akıl makamına ulaştırdı.

İşte çocuğun içinde bulunduğu bu hal tıpkı o âleme benzer.

Orada, ilkönce seni başka bir meme ile oyalar, bırakmaz ve nihayet o [öyle bir] makama ulaştırır ki bundan evvelkinin hamlık çocukluk olduğunu ve hatta hiçbir şey olmadığını anlamış olursun.

"Bu zincirlerle, bukağılarla cennete sürüklenerek götürülen kavme şaştım.
Bunları tutunuz, bağlayınız, ondan sonra Vuslata (Buluşmaya) götürünüz.
Sonra Cemal'e (Yüze), sonra Kemal'e (Olgunluk) götürünüz."
(Hakka suresi 30,31)

Balıkçılar, balığı bir defada sudan çekip çıkarmazlar.

Oltanın çengeli balığın boğazına girince onu birazcık çekerler ve sonra bırakırlar, tekrar çekerler.

Bunu, balığın kanının akıp bitkin bir hale gelmesi, kuvvetini kaybetmesi ve zayıflaması için yaparlar.

Aşk oltası da insanın damağına takılınca, pis kanların azar-azar akması ve kudretini kaybetmesi için Allah onu yavaş-yavaş çeker.

Çünkü "Allah kiminin kalbini darlaştırır, kimini açar."
(Bakara suresi 245)

"Lâ ilâhe İllallah" Bu avamın (Herkes, kaba e cahil halk, ayak takımı) imanıdır.


Has (İyi niyetleri ve nitelikleri kendinde toplamış) olanların imanı "Lahuve İllâ Huve"dir.

(Başka bir hüviyet yoktur, ancak O'nun hüviyeti vardır)

Mesela bir kimse rüyasında padişah olduğunu, tahta çıktığını, etrafında kölelerin, perdedarların (Sekreter) ve emirlerin ayakta yerlerini aldığını gördüğü zaman:

"Padişah ben olmalıyım, benden başka bir padişah yoktur!" der.
Uykuda böyle söyler, fakat uyanıp da evde kendisinden başka bir kimse olmadığını görünce:

"Bu benim, benden başka kimse yok" der.
İşte bunu görmek için uyanık bir göz lazımdır, uykulu göz göremez, esasen onun vazifesi değildir.

Her grup (taife) başka bir grubu kötülüyor.

Bunlar:

"Biz doğruyuz, haklıyız:
Vahiy bize gelmiştir.
Onlar yanılmışlardır." derler.

Öbürleri ise aynı şeyi, bunlar için söylerler.
Böylece yetmiş iki millet birbirlerinin düşüncesini, sözünü kötüleyip dururlar.

Şu halde hep birden, hepsi birden vahyin varlığında anlaşmış, birleşmiş oluyorlar.

Fakat bu cümleden yalnız bir kişi için vahyin mevcut oluşunda müttefiktirler.
"Mümin zekidir.
Hakkı ve batılı (Doğru ve haklı olmayan, çürük, temelsiz) ayırt edicidir.

Akıl ve fetânet (Zihin açıklığı, anlama, bilme unutmama kuvveti, çabuk kavrayış, sağlam anlayış.) sahibidir."

(Hadis) buyrulduğu veçhile, o birin hangisi olduğunu bilmesi için Hakk'ı batıl'dan ayıran zeki bir mümin lazımdır.
İşte iman da bu ayırt etme ve anlamadır.

Biri: "Bu bilmeyenler çok, bilenler azdır.

Eğer bilmeyen ve cevher sahibi olmayanlarla bilen ve cevher sahibi olanlar arasında bir ayırma yapmak istesek ve bununla meşgul olsak, bu iş uzun sürmez mi?" diye sordu.

[Mevlana] buyurdu ki:
Her ne kadar bilmeyenler çok iseler de onlardan pek azını tanımakla, hepsini tanımış olursun.

Mesela bir avuç buğdayı tanıdığın, bildiğin zaman, yeryüzündeki bütün buğdayları tanır ve bilirsin.

Veya birazcık şekeri tatmışsan, yüz türlü helva yapsalar, tadından içinde şeker bulunduğunu bilirsin.

Çünkü şekeri tanıyordun, tatmıştın.
İnsanın, bir boynuz [büyüklüğünde] şekeri yedikten sonra, bunun ne olduğunu bilmemesi için iki boynuzlu olması lazım.

Bu sözün size tekrarlanmış gibi görünmesi, ilk dersinizi anlamamış olmandandır.

Bu yüzden her gün aynı şeyi söylemek icap ediyor.

Tıpkı şunun gibi:
Bir öğretmen varmış.
Küçük bir çocuk üç ay yanında kalmış ve elif'ten başka bir şey öğrenememiş.

Çocuğun babası gelip öğretmene:
"Hizmetinizde kusur etmiyoruz.
Eğer bir kusur işlemişsek buyurunuz, daha fazla hizmet edelim." Demiş.

Öğretmen: "Hayır, sizin kusurunuz yok.
Fakat çocuk bundan ileri gidemiyor.
" Deyip çocuğu çağırmış ve ona:

 "Elif'in bir şeyi yoktur, de!" demiş.
Çocuk öğretmenin bu, elif'in bir şeyi yoktur sözünü bile tekrar edememiş.

Öğretmen çocuğun babasına:
"Durum böyle, görüyorsunuz.

Bunu öğrenip geçmedikçe, ben ona yeni bir ders nasıl vereyim?
Deyince çocuğun babası:

"Âlemlerin Rabbi'ne hamdolsun!" diye dua etmiş.
Bu, Âlemlerin Rabbi'ne hamdolsun!
Dememiz Allah'ın ekmeği ve nimeti azaldığı için değildir.
Onun ekmeği ve nimeti sonsuzdur.

Fakat bizde iştah kalmadı ve misafirler de doydular.
İşte bunun için hamd, Allah içindir (El-hamdüli-llâh) (Allah’a şükran duygularını bildirme) denilir.

Bu ekmek dünyanınkine benzemez.
Çünkü dünyanın ekmeğini ve yiyeceklerini iştahın olmasa bile zorla, alabildiğin kadar yiyebilirsin ve cemad olduğu için onu istediğin yere sürükleyebilirsin; o da senin istediğin yere gelir.

Canı yoktur ki gitmezlik edebilsin.
Hâlbuki bunun aksine olarak, hikmetten ibaret olan Allah'ın nimeti ise diridir.

Tam iştahın olup yemek istediğin zaman, sana doğru gelir ve senin yiyeceğin, iştahın olmadan onu, zorla kendine doğru çekip yiyemezsin, yüzünü senden bir örtü ile saklar ve göstermez.

Kerametlerin hikâyesini buyuruyordu:
"Bir kimse eğer burada bir günde veya bir anda Kâbe’ye gitse, bu o kadar şaşılacak bir iş değildir.

Keramet göstermek sayılmaz.

Semum yeli (Sam yeli. Gündüz vakti sıcak çölde esen pek sıcak rüzgâr olup, bitki ve hayvanları mahveder.) bile aynı kerameti gösterir ve bir günde, bir anda istediğin yere gider.

Keramet, seni aşağı bir halden, yüksek bir hale getirmesidir.
Sen oradan buraya sefer eder, bilgisizlikten akla, ölülükten diriliğe kavuşursun.

Mesela önce toprak ve cemaddın (Taş gibi cansız), seni bitki âlemine getirdi; bitki âleminden aleka (Kan pıhtısı, yapışkan balçık, çamur) ve mudga (Et parçası) âlemine yolculuk ettin.

Buradan hayvanlık âlemine, hayvanlıktan da insanlık âlemine sefer ettin.
İşte keramet budur.

Yüce Allah böyle bir seferi sana yakınlaştırdı.
Bu gelip geçtiğin yollar, duraklar senin aklında, hayalinde yokken ve hangi yoldan nasıl geleceğini bilmezken, seni getirdiler.

İşte sen de apaçık görüyorsun ki geldin.
Böylece seni daha başka, türlü-türlü âlemlere de götürecekler.

Bunu inkâr etme ve sakın sana bundan haber verirlerse kabul et.
Ömer'e (Allah ondan razı olsun) zehirle dolu bir kâseyi armağan olarak getirdiler.

Ömer:
"Bu neye yarar?" diye sordu.

Ona:
"Bu, birini açıkça öldürmeyi uygun görmedikleri zaman onu, bundan bir parça içirmek suretiyle, gizlice öldürmeğe yarar.

Kılıçla öldüremeyecekleri bir düşman olunca bundan bir parça verip düşmanı haberi olmadan öldürürler." Dediler.

Ömer:
"Çok iyi bir şey getirdiniz.
Veriniz içeyim; çünkü içimde öyle büyük bir düşmanım var ki ona kılıç yetişmiyor ve dünyada bana ondan daha çok düşmanlık eden biri yoktur." Dedi.

Bunun hepsini bir defada içmene lüzum yok, bir zerresi yüz bin kişiyi öldürmeye yeter." Dediler.

Ömer:
"Bendeki düşman bir değil, bin kişiliktir ve yüz bin kişiyi yere vurmuştur." Deyip kâseyi aldı ve bir yudumda hepsini içti.

Bunun üzerine orada bulunanların hepsi birden Müslüman oldular ve: "Senin dinin haktır." Dediler.

Ömer:
"Hepiniz Müslüman oldunuz, fakat bu kâfir hala olmadı." Dedi. Ömer'in o iman'dan kastı, avamın imanı değildi.
Onda iman hatta fazlasıyla vardı.

Belki sıddık'lerin imanına sahipti.
Fakat onun istediği nebilerin, has kulların imanı ve ayn-el yakın (Bir şeyi kendi gözüyle görüp aslını, esasını, içyüzünü bilmek) idi.
İşte bunu ümit ediyordu.

Mesela şunun gibi:
Bir aslanın şöhreti dünyanın her tarafına yayılmıştı.
Bir adam merakını yenmek için, uzak bir yoldan onun bulunduğu ormana geldi.

Bu uğurda bir yıllık yolu yürümek zahmetine katlanmış, menziller aşmıştı.
Ormana gelip de uzaktan aslanı görünce, durakladı.
Çünkü daha ileri gidemiyordu.

Ona:
"Eh! Sen bu aslanın aşkıyla bu kadar yol yürüdün.
Onun bir hususiyeti var.

Her kim önüne korkmadan, çekinmeden çıkar da muhabbetle onu okşarsa aslan ona kötülük etmez.

Fakat korkar ve ürkersen aslan kızar.
Hatta bazılarının, kim bilir benim için ne kötü şeyler düşünüyorsunuz? Diye canına kıyıyor.

Bir yıllık yol yürüdükten sonra bu durmak da ne oluyor?" dediler. Bunun üzerine yoldan gelen [diğer kimseler] de kendi kendine:

"Mademki bir yıllık yolu teptin geldin, şimdi ise tam aslanın yanındasın, o halde durup bakmanın manası ne?

Aslana doğru bir iki adım daha atıver." Dediler.
Fakat kimsede bir adım daha atacak cesaret yoktu.

O kadar yol yürüdük.
Bize kolay geldi.

Fakat şimdi burada bir adım bile atamıyoruz, dediler.
İşte Ömer o imanla, aslanın önünde ve ona doğru atılacak bir tek adımı kastetmişti.

Bu adım nadirdir.
Ancak Allah'ın has kulları ile yakını olanların kararıdır.

Adım bu adımdır.
Geri kalanı bu adımın eseridir.

Bu iman, ellerini canlarından yıkamış olan nebilerden başkasına nasip olmaz.

Yâr (Sevgili) hoş şeydir.
Çünkü yar, yârin hayalinden kuvvet alır, gelişir ve yaşar.
Buna şaşmamalı.

Mecnun'a Leyla'nın hayali kuvvet vermiyor muydu?
Ve onun yiyeceği içeceği bundan ibaret değil miydi?

Mecazi bir sevgilinin hayali ona böyle bir kuvvet verir ve kuvvet bağışlamasına niçin şaşılsın.

Onun hayali, surette ve gaybette (Görünmeyen âlemde) mevcuttur.
Şu halde ona nasıl hayal denir?

O, hayal değil gerçeklerin ruhudur.
Âlem hayalle kaimdir (Ayakta durur) ve sen göründüğü, his olunduğu için bu âleme gerçek diyorsun.

Hâlbuki âlem senin hayal dediğin manaların sadece fer'idir (İkinci derecede olanı).

Hayal olan tersine, âlemin bizzat kendisidir.
O mana, bunun gibi yüz tanesini daha meydana getirir, çürütür.
Bu âlem yıkılır yok olur.

İşte o zaman o mana, bundan daha güzel olan yeni, iyi ve eskimez bir âlem hâsıl eder.
O, eskilikten ve yenilikten münezzehtir (Temizdir, arıdır ayrıdır).

Fer'leri (İkinci derecede olanı) ise bunlarla sınıflanmıştır.
Bunları ihdas eden odur ve her ikisinden de münezzeh (Temizdir, arıdır ayrıdır) ve üstündür.

Mesela bir mimar, içinden tahmin edip onun genişliği şu kadar, boyu bu kadar, sofası ve sahanlığı da o kadar olmalıdır" diye karar verirse buna hayal demezler.

Çünkü o gerçek, bu hayalden doğar ve bunun fer'idir (İkinci derecede olanı).

Evet, eğer mimardan başka birisi, böyle bir şekli içinden tasarlar ve tahayyül ederse, işte o zaman buna hayal derler.

Usulen halk böyle mimar olmayan, ev yapmaktan anlamayan kimseye: "Bu seninki bir hayalden ibarettir!" derler.

Allah daha iyisini bilir.

                     ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Mevlana Hazretlerinin dostları ile Allah arasına kendini sokmaktan sakındığını öğrendik.

2.   Allah’tan arada vasıta olmadan ikramın daha fazla olacağını öğrendik.

3.   Saygın olmak için ille de okumanın, okula gitmenin, diplomalı olmanın, etiket taşımanın gerekmediğini öğrendik.

4.   En iyi rüşvetin birin yüzüne karşı iyi denmesi olduğunu öğrendik.

5.   Sadece okumakla yeterli olunamayacağını, aşk gerektiğini, kendimize bunu dert etmemiz, çalışıp çabalamamız, bilgiyi bağlılıkla, doğrulukla inanarak ve bunları kendimize emrederek yerine getirmememiz lazım geldiğini öğrendik.

6.    Din işini kendimiz için yapmalıyız, öğrenip başkasına satmak için öğrenende sevgi ile bağlılık olmaz.

7.   Allah sözlerini yiğit olan kendi yaşamında mertçe kullanır, göstermelik bir hale sokmaz.

8.   Bazı şeyleri hep akılda anladım diye tutmamak gerektiğini, bu anlayışın bütünlük içinde kendi yerini ve değerini bulması ve başka anlayışlara ışık tutması için anladım dememeğin iyi olduğun öğrendik.

9.   Yanlış anlamaların kişiyi bağladığını, bela ve sıkıntılara sebebiyet verdiğini, kurtulmamız gerektiğini öğrendik.

10.                  Allah kapısına gidinceye kadar aklın gerekli olduğunu, kapıya varınca nedeni, niçini, aklıda bırakıp kendimizi teslim etmemiz gerektiğini öğrendik.

11.                  Aklımızın ihtiyacımız için uzmanına götürdüğünü, uzmanı, ustasını bulunca kendi bildiklerimizi terk edip teslim olmamız gerektiğini öğrendik.

12.                  Yeni öğrenmeye başlayanların kelime bilgisi olacağını daha sonra genişlemeden dolayı manayı anlayıp kavrayabileceğini, küçük bir uyaran söz ve davranıştan anlamlar çıkarıp kullanabileceğini öğrendik.

13.                    Sözün kalitesinin, güzelliğinin, yüceliğinin;  sözü isteyenin isteğine, o sözleri gıda gibi kabul etmesine bağlı olduğunu (bebeğinin annesini emmesi gibi) öğrendik.

14.                  Allah’ın tecellisi yani kendini göstermesinin türlü-türlü olduğunu öğrendik.

15.                  Allah’ın bizi imtihan etmek için başımıza işler açtığını, davranışımıza göre değerlendirdiğini öğrendik.

16.                  Söz söylemenin yeterli olmadığını, o sözün doğruluğunun ispatı için imtihan yapıldığını öğrendik.

17.                  Dünyaya ait sevinçlerin geçici ve aldatıcı olduğunu, gerçek ve kalıcı sevince ulaşmamız gerektiğini öğrendik.

18.                  Rahat, kuvvet, saygı, şehvet elinden alınıp temiz olmadıkça Müslüman olamayacağımızı öğrendik.

19.                  Var olanı hayal edebileceğimizi, görünür olmasa bile görünmeyen âlemde var olduğunu öğrendik.

20.                  Gerçeğin hayalden meydana geldiğini öğrendik.

İşte böyle yaren,

RAVLİ İLHAM yaz Google den incelemelisin.

Karam olarak daha geniş bilgi istersen RAVLİ ve ….öğrenmek istediğin kelimeyi yaz Googleden büyüklerimizin anlatımından öğren.

Yaren Ravli diye yönlendirmek sizi bana bağlamak için değildir.

Mevlana Hazretlerinin gökyüzüne doğru kurmuş olduğu merdivene basarak olgunluğa ulaşmanızı sağlamak amacıyladır.

Başka bir merdivene giderseniz bu merdivene döndüğünüz zaman ilk baştan tekrar başlamanız gerekeceğinden sizin hızlı yetişmeniz için bir öneridir.

Yani bir yolu izlemeniz gerekir ki varacağınız yere çabuk varın.

                                      *
RAVLİ

Popüler Yayınlar