“ Kadı İzzeddin sana selâm gönderiyor ve her zaman iyiliğinizi, hayrınızı söylüyor, sizi Övüyor” dedi.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Her kim bizi hayırla yâd ederse (iyilikle anarsa), onun da Dünyada yâdı, hayırla (İyilikle) olsun.
Eğer bir kimse, başka biri hakkında iyi şeyler söylerse o hayır, iyilik, kendisinin olur ve gerçekte kendisini övmüştür.
Bunun benzeri şöyledir:
Mesela, bir kimse kendi
evinin çevresine güller, fesleğenler dikse, her bakışında gül ve fesleğen görür
ve kendisini her zaman cennetteymiş gibi hisseder.
İnsan, insanların iyiliğini söylemeye alışmış
ve onların hayrıyla meşgul olan kimse,
onun sevgilisi olur; onu andı mı, sevgilisini anmış olur.
Bu gül ve gül bahçesidir, ruh
ve rahatlıktır.
Birisinin kötülüğünü söyleyince, o kimse gözünde sevimsizleşir.
Onu hatırlayıp da, hayali
gözünün önüne gelince sanki yılan yahut akrep veyahut çer-çöp görmüş gibi olur.
Bunun için mademki
gece-gündüz, güller, gül bahçeleri, İrem bağları görebileceksin, o halde niçin
dikenliklerin ve yılanların bulunduğu bir yerde dolaşırsın?
Bütün insanları sev ki, daima çiçekler ve gül bahçeleri içinde bulunasın.
Eğer hepsini
düşman bilirsen, düşmanların hayali gözünün önüne gelir ve sanki
gece-gündüz dikenlikler ve yılanlar arasında geziyormuş gibi olursun.
Şu halde herkesi seven ve her şeyi hoş gören evliya, bunu
başkaları için değil, Allah saklasın!
Gözlerine çirkin, sevimsiz ve iğrenç bir hayal görünmesin, diye yaparlar.
Mademki bu dünyada insanları
tahayyül (Hayalde canlandırmak) ve yâd etmek (Anmak) mutlaka zaruridir
(Zorunlu, mecburi) ve bundan kaçınılamaz, o halde iğrenç,
çirkin hayallerin yollarını karıştırmaması, bozulmaması için insanları anarken
hepsinin hoş ve iyi olmasına çalış.
Binaen aleyh halk hakkında
yaptığın her şey ve onları ister iyilikle, ister kötülükle olsun anman
tamamıyla sana ait olur.
Bu bakımdan Ulu Tanrı
buyuruyor ki:
“ Kim
iyi bir iş yaparsa kendi nefsine ve kim kötü bir iş işlerse kendine yapar.”(Fussilet suresi 46)
Ve onun için her “ kim bir zerre ağırlığınca iyilik ederse onu görecek ve her
kim de zerre kadar kötülük işlerse onu görecek.”
(Zilzal suresi 7-8)
Biri:
Ulu Tanrı:“ Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”
(Bakara suresi 30) buyurdu.
Melekler de:
“ Yeryüzünde
fesat (Bozukluk) çıkaracak, kan dökecek bir kimse mi yerleştireceksin?Biz ise sana hamd ederek, seni takdis (Kutsal), seni tenzih (Her türlü eksik ve noksan bulunmadığını, insan özelliğinde olmadığına inanıyoruz) ediyoruz”
(Bakara suresi 30) dediler.
Âdem henüz gelmeden insanın
fesat çıkarıcı ve kan dökücü oluşuna önceden nasıl hükmettiler?
Diye sordu.
Mevlana buyurdu ki:
Bunun için iki şık vardır.Biri menkul (Söylenmiş), diğeri ma’kûl (Akla uygun, mantıklı).
Menkul olan (Söylenmiş), o melekler Levh-i mahfuz’da (Allah tarafından takdir edilen şeylerin yazılı bulunduğu
manevi levha, ilm-i ilahi) bir kavim ortaya çıkacak, onların sıfatları
şöyle olacak, diye okudular ve işte bu suretle ondan haber vermişlerdir.
İkinci şık da şudur:
Melekler akıl yoluyla, o
kavmin yerden (Çıkacağını) olacağını istidlal (Bir delile
dayanarak bir şeyden bir netice çıkarma, delil ile anlama) ettiler.
Şüphesiz o zaman, bunlar
hayvan olur ve hayvandan da elbette elbette böyle bir hareket meydana gelir.
Her ne kadar bu mana onlarda
bulunsa ve onlar natık (Konuşan) olsalar da
onlarda hayvanlık olduğundan, çaresiz fesat (Bozukluk)
çıkarırlar ve kan dökerler.
Çünkü bu insanın
levazımındandır (Yaşamak, geçinmek, yolculuk için
lüzumlu olan nesneler).
Başka bir kavim de buna başka
bir mana uydurup diyorlar ki:
Melekler sırf akıl ve
hayırdır (İyilik).Onların bu işte hiçbir ihtiyarı (Seçme, seçilme, katlanma) yoktur.
Nasıl ki, sen uykuda yaptığın
işlere karşı koyamıyorsan, inkâr (Yaptığını saklama,
gizleme, yapmadım deme, reddetme, tanımama),
Küfür (Allah’a ve dine ait şeylere inanmama, İslam dinine uymayan
inanışlarda bulunma, nankörlük, fena kaba söz söyleme, örtme ve gizleme)
yahut
Tevhid (Bir kılma, bir etme, birleştirme, bir sayma, bir olarak
bakma, birliğine inanma, Allah’ın birliğine inanma) ile meşgul
oluyorsan, işte melekler de uyanıkken böyledirler.
İnsanlar ise bunun aksinedir.
Onların ihtiyarları (Seçme, seçilme, katlanma) vardır.
Her hırsı, hevesi, her şeyi
kendileri için isterler.
Hepsinin kendilerinin olması
için kan dökerler ve bu ancak hayvanın vasfıdır (Niteliği).
Binaen aleyh (Bundan dolayı) onların hali,
insanların zıddına olmuştur.
İşte bu yolla onlardan, her
ne kadar arada bir söz ve dil yok ise de:“ Onlar böyle dediler” diye haber verdiler.
Bunun takdiri şöyledir:
Eğer birbirine zıt iki hal
söze gelir ve kendi hallerinden haber verirlerse, bu tıpkı şuna benzer:
Mesela şair der ki:
Havuz ben doldum! Dedi.Havuz söz söylemez.
Bunun manası şudur:
Eğer havuzun dili olsaydı, bu haldeyken şöyle söylerdi.
Her meleğin içinde bir levha
vardır.
O levhada dünyanın durumunu
ve ne olacağını melek kudreti nispetinde önceden okur ve bu okuduğu, bildirdiği
şey meydana gelince, onun Ulu Tanrı hakkındaki inancı, aşkı ve O’ndan geçişi, (Mestliği,
sarhoşluğu) artar.
Tanrı’nın gaibi (Görünmeyeni) biliciliğine
ve büyüklüğüne hayret eder.
O aşk ve güvenin hayretinin
fazlalığı sözsüz ve cümlesiz bir halde O’nun
zikri (Anması), tespihi (Allah’ı her türlü arazdan, kusur, ayıp ve eksikliklerden uzak olduğuna
inanma) olur.
Mesela bir yapı ustası,
çırağına:
“ Bu yapılan saray için şu
kadar ağaç, şu kadar tuğla, kiremit, taş ve şu kadar saman gider” diye haber
verir.
Saray tamam olup
(Söylediğinden) ne az, ne de çok malzeme harcanmamış olunca, çırağın ustasına
olan güveni artar.
İşte onlar da bu
mesabededirler (Derece, rütbe, kadar).
Biri şeyhten:
“ Mustafa o kadar azametiyle
ve hakkında, “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım”
(Hadis) buyrulduğu halde, yine Allah’a karşı:
“ Ey
Muhammed’in Rabbi, keşke Muhammed olmasaydı!” Buyurdu.
Bu nasıl oluyor? Diye sordu.
Şeyh:
“ Söz
misal vermekle aydınlanır.Buna bir misal vereyim de anlaşılsın” buyurdu ve anlattı:
Bir köyde bir adam bir kadına
âşık oldu.
Her ikisinin de evi, çadırı
birbirine yakındı ve beraber eğlenip vakit geçiriyor, birbirlerinden gelişip
büyüyorlardı.
Yaşayışları, birbirinden idi
ve suda yaşayan balık gibi, senelerden beri beraberlerdi.
Ulu Tanrı onları birdenbire
zenginleştirdi.
Birçok koyunlar, öküzler,
atlar, altın, eşya, hizmetçi ve köle bağışladı.
Son derece zengin
olduklarından, günün birinde şehre gittiler ve her biri büyük, şahane birer
saray satın alıp, adamlarıyla, uşaklarıyla oraya yerleşti.
Biri bir tarafta, öbürü diğer
tarafta yaşıyorlardı ve vaziyet bu hale gelince, o eski eğlencelerini ve
beraberliklerini tatbik edemediler.
Kalpleri için-için yanıyordu
ve gizli-gizli ah çekip söyleniyorlardı.
Nihayet bu yanıp tutuşma
haddini aşınca, onların her şeyleri bu ayrılık ateşinde yandı ve yanma sona erince de, feryatları ve
ahları Tanrı tarafından kabul edildi.
Atları ve koyunları azalmaya
başladı, yavaş-yavaş o hale geldi ki ilk durumlarına döndüler ve sonra uzun
zaman yine o köyde birleşip zevk ve eğlence içinde vakit geçirdiler.
Ayrılık acısından bahsettiler.
“ Muhammed’in Rabbi!
Keşke Muhammed
yaratılmasaydı!” (Hadis)
Niçin söylendi?
Muhammed’in ruhu Âlem-i
kuds’te (Temizlik,
paklık, arılık, kutsallık, mübareklik) mücerretti (Tek, yalnız, karışık ve katışık olmayan).
O, Ulu Tanrı’nın vuslatı (Sevgisi içinde) içinde yaşıyordu.
Tıpkı balık gibi, rahmet
denizine dalıp çıkıyordu.
Her ne kadar bu dünyada
peygamberlik makamına ermiş, halka yol göstermiş, büyüklüğe, padişahlığa,
şöhrete mazhar ve sahabeye sahip olmuş ise de eski yaşayışını hatırlayınca yine
der ki:
Keşke Peygamber olmasaydım ve
bu âleme gelmeseydim!
Çünkü bu âlem mutlak visale (Sevgiliye kavuşmaya) nispetle (Oranla) hepsi yük, azap ve zahmettir.
Bütün bu bilgiler çalışmalar
ve kulluklar (Sevgiyle bağlanıp hizmet etme)
Tanrı’nın büyüklüğüne ve vereceği şeye nazaran, sanki birinin başını eğip sana
saygı gösterip gitmesi gibidir.
Eğer bütün yeri Tanrı’ya
saygı göstermekte başına koyan, tıpkı başını bir defa yere koymuş olman
gibidir.
Tanrı’nın istihkakı (Kuluna ayırdığı) ve lütfu (Bağışladıkları)
senin varlığından ve saygından daha eskidir.
Seni nereden meydana çıkardı,
var etti ve kulluğa, saygı göstermeye istidatlı (Yetenekli)
kıldı.
Bir da O’nun kulluğundan dem vuruyor, laf ediyorsun.
Bu kulluklar ve hizmetler,
tıpkı ağaçtan ve keçeden bebekler yapıp, sonradan Tanrı’nın huzuruna onları
çıkartarak:
“ Bu bebekler benim hoşuma
gitti, fakat onlara can vermek senin işindir.
Eğer can bağışlarsan diriltmiş
olursun, bağışlamazsan ferman senindir!” Demene benzer.
İbrahim buyurdu ki:
“Tanrı
O’dur ki öldürür ve diriltir.”(Bakara suresi 258)
Nemrud da:
“ Ben de yaşatır ve
öldürürüm “ dedi.(Bakara suresi 258)
Ulu Tanrı ona mal, mülk
verdiğinden o da kendini kudretli sandı ve işini Hakk’a havale etmedi.
“ Ben de diriltirim ve
öldürürüm” dedi.
Bu mülkten maksat bilgidir.
Ulu Tanrı insanın, ben bu
işle ve bu amel ( bağlılıkla ve inançla) ile diriltirim,
zevk hâsıl (istenilen hale getirme) ederim diye
işleri kendine izafe (Katma, karıştırma) etmesi
için ona akıl ve hazarat (Güven) bağışladı.
Yoksa O ne diriltir, ne öldürür demek değildir.
Biri büyük Mevlana’dan sordu
ki:
İbrahim Nemrud’a:
“ Benim
Tanrım güneşi doğuda yükseltip batıda batırdı.Eğer sen Tanrılık iddiasında isen bunun aksini göster” dedi.
(Bakara suresi 258)
Buradan da anlaşılıyor ki
Nemrud İbrahim’i susturmuştur.
Çünkü o ilk sözünü bırakıp
cevap vermeden, başka bir delil getirmeye çalışmıştır.
Büyük Mevlana buyurdu ki:
Öbürleri saçmaladılar, sen de
mi saçmalıyorsun?Bu her iki misal de aynıdır.
Bunun pek çok manası vardır.
Bu manalardan biri:
Ulu Tanrı seni yokluktan,
annenin karnında şekillendirdi.
Senin doğun annenin karnıdır.
Oradan doğdun, çıktın,
yükseldin ve mezarın batısından battın.
Bu ilk sözün aynıdır.
Başka bir tabirle, “diriltir ve öldürür” diye söylenmiştir.
O halde eğer kudretin varsa
çocuğu mezar batısından çıkar, rahim doğusuna götür bakalım.
Başka bir manası da şudur:
Mademki arif (Çok anlayışlı ve sezgili) de
Taat (İnanarak ibadet etmek),
Mücahede (Uğraşma, savaşma) ve yüksek ilimler vasıtasıyla
aydınlık, kendinden geçiş, zevk ve rahatlık hâsıl (Meydana
geliyor) oluyor ve bunları terk edince, o zevk gurup (Görülmez olmak) ediyor, o halde bu taat (İnanarak ibadet etmek) haliyle, bunu terk etme hali,
onun doğusu ve batısı olmuş olur.
Şu halde eğer sen yaratmaya
muktedirsen, batı gibi olan fesat, kötülük günah batısında, taatten doğan bu
aydınlığı ve rahatı şu anda göster.
Bu kulun işi değildir ve kul
bunu hiçbir zaman yapamaz.
Tanrı’nın işidir.
Çünkü eğer isterse güneşi
batıdan doğdurur, isterse doğudan.
“ Dirilten
de O’dur, öldüren de”
(Gafır-Mümin suresi 68)
Kâfir (Allah’ın varlığına ve birliğine inanmayan) ve Mümin (İman etmiş, İslam dinine inanmış) her ikisi de O’nu tespih ederler.
Çünkü Ulu Tanrı, her kim
doğru yolda gider ve doğrulukla çalışır, şeraite ve nebilerin, velilerin yoluna
uygun olarak yürürse, onda böyle aydınlıklar, hayat ve zevkler meydana
geleceğini bildirmiştir.
Bunun aksini yaptığı zaman da
karanlıklar, korkular, kaygılar, belalar kendini göstereceğini haber vermiştir.
Her ikisi de mademki bununla meşgul oluyorlar ve Tanrı’nın vaat ettiği şey ne artar, ne eksilir, olduğu gibi meydana çıkar.
O halde her ikisine Tanrı’yı tespih (Tanrı'yı her türlü kusur, ayıp ve eksiklikten, insanlığa özgü niteliklerden uzak tutarım-Süphanallah demiş) etmiş olurlar.
Yalnız o bir dille, bu ayrı
bir dille.
O tespih (Allah’ı her türlü arazdan, kusur, ayıp ve eksikliklerden uzak
olduğuna inanma) ile bu tespih
arasında ne fark vardır?O da Tanrı’yı tespih eder, bu da.
Mesela bir hırsız hırsızlık
edince, onu darağacında asarlarsa bu da Müslümanların vaizidir.
Yani bu demektir ki her kim
hırsızlık ederse hali bu olur.
Birine de padişah doğruluğu
ve eminliği yüzünden hil’at (Süslü elbise) verilmiştir.
O da Müslümanların vaizidir (Dini öğütlerde bulunan).
Fakat hırsız o dille vazeder
(Kalbi yumuşatacak, kendisini iyiliğe sevk edecek söz
söyleme), emin olan da bu dille.
Fakat sen iki vaiz arasındaki
farka bak!
***
FİHİ MAFİH MEVLANA
HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA
***
Neler öğrendik:
1.
Güzel şeyler
söylememiz ve güzellikleri öne çıkarmamız gerektiğini öğrendik.
2.
Güzel şeyler
düşünmemizi ve güzellikleri hatırımıza getirmemiz gerektiğini öğrendik.
3.
İnsanları
sevmemiz gerektiğini, düşman olarak görmememiz gerektiğini öğrendik.
4.
Yapacağımız
iyiliğin iyi huylu olmamıza ve beğenilen ve sevilen olacağımız sonucunu
doğurduğunu öğrendik.
5.
Yapacağımız
kötülükle de sonuçta kötü huylu biri olacağımızdan herkes tarafından itici bir
kişi olarak görüleceğimizi öğrendik.
6.
Tanrı’ya inananın
veya inanmayanın Tanrı tarafından aynı mesafede olacağının bilgisinde olanların
düşmanlık yolundan sakındıklarını öğrendik.
7.
Nasıl tanımlarsak
tanımlayalım Tanrı’nın öncesi olmayan bir zamanda kimin nasıl davranacağını
genel çizgileriyle belirlemiş olduğunu öğrendik.
8.
Sevenlerin
ayrılığının çok acı verdiğini öğrendik.
9.
Tanrı’nın biz
dünyaya gelmeden çok önce vereceklerini ayırdığını, yeri ve zamanı gelince
görünür kılarak verdiğini öğrendik.
10.
İster sözlere
değer vererek anla ve kendini doğruluğa yönelt, ister olaylara bakarak ders
alarak kendini düzelt ve doğruluğa yönelt, ikisinin de sesli veya sessiz
öğütlerin bilgi olduğunu bilerek, işaretlerini doğru anlamamız ve kendimizi yönlendirmemiz gerektiğini
öğrendik.
Tüm insanları sevmemiz ve
sevgiyle yaklaşmamız gerekmektedir.
Ancak bu sevgi kurallara göre olmalıdır.
Sevgi gözümüzü kör
edecek duruma gelirsek aldatılmamız,
kandırılmamız zarara uğratılmamız olacağından ölçüsünü ve sınırını iyi
ayarlamamız gerekmektedir.
Değişik insanlardan yaşam
boyunca zarar görmemizden dolayı güvensizliği genelleştirerek bütün insanları
düşman gibi görmemizin hem ruh sağlığımızı bozduğunu hem de iletişim kurmakta,
işbirliği yapmakta sıkıntılara soktuğunu öğrendik.
*
RAVLİ