27 Şubat 2013 Çarşamba

FİHİ MAFİH 55. fASIL

Birisi:
“ Kadı İzzeddin sana selâm gönderiyor ve her zaman iyiliğinizi, hayrınızı söylüyor, sizi Övüyor” dedi.

(Mevlânâ) buyurdu ki:
Her kim bizi hayırla yâd ederse (iyilikle anarsa), onun da Dünyada yâdı, hayırla (İyilikle)  olsun.


Eğer bir kimse, başka biri hakkında iyi şeyler söylerse o hayır, iyilik, kendisinin olur ve gerçekte kendisini övmüştür.

Bunun benzeri şöyledir:
Mesela, bir kimse kendi evinin çevresine güller, fesleğenler dikse, her bakışında gül ve fesleğen görür ve kendisini her zaman cennetteymiş gibi hisseder.

 İnsan, insanların iyiliğini söylemeye alışmış ve onların hayrıyla meşgul olan kimse,  onun sevgilisi olur; onu andı mı, sevgilisini anmış olur.

Bu gül ve gül bahçesidir, ruh ve rahatlıktır.
Birisinin kötülüğünü söyleyince, o kimse gözünde sevimsizleşir.

Onu hatırlayıp da, hayali gözünün önüne gelince sanki yılan yahut akrep veyahut çer-çöp görmüş gibi olur.

Bunun için mademki gece-gündüz, güller, gül bahçeleri, İrem bağları görebileceksin, o halde niçin dikenliklerin ve yılanların bulunduğu bir yerde dolaşırsın?

Bütün insanları sev ki, daima çiçekler ve gül bahçeleri içinde bulunasın.
Eğer hepsini düşman bilirsen, düşmanların hayali gözünün önüne gelir ve sanki gece-gündüz dikenlikler ve yılanlar arasında geziyormuş gibi olursun.

Şu halde herkesi seven ve her şeyi hoş gören evliya, bunu başkaları için değil, Allah saklasın!
Gözlerine çirkin, sevimsiz ve iğrenç bir hayal görünmesin, diye yaparlar.

Mademki bu dünyada insanları tahayyül (Hayalde canlandırmak) ve yâd etmek (Anmak) mutlaka zaruridir (Zorunlu, mecburi) ve bundan kaçınılamaz, o halde iğrenç, çirkin hayallerin yollarını karıştırmaması, bozulmaması için insanları anarken hepsinin hoş ve iyi olmasına çalış.

Binaen aleyh halk hakkında yaptığın her şey ve onları ister iyilikle, ister kötülükle olsun anman tamamıyla sana ait olur.

Bu bakımdan Ulu Tanrı buyuruyor ki:
Kim iyi bir iş yaparsa kendi nefsine ve kim kötü bir iş işlerse               kendine yapar.”
(Fussilet suresi 46)

Ve onun için her “ kim bir zerre ağırlığınca iyilik ederse onu görecek ve her kim de zerre kadar kötülük işlerse onu görecek.”
(Zilzal suresi 7-8)

Biri:
Ulu Tanrı:
Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım
(Bakara suresi 30) buyurdu.

Melekler de:
Yeryüzünde fesat (Bozukluk) çıkaracak, kan dökecek bir kimse mi yerleştireceksin?
Biz ise sana hamd ederek, seni takdis (Kutsal), seni tenzih (Her türlü eksik ve noksan bulunmadığını, insan özelliğinde olmadığına inanıyoruz) ediyoruz
(Bakara suresi 30) dediler.

Âdem henüz gelmeden insanın fesat çıkarıcı ve kan dökücü oluşuna önceden nasıl hükmettiler?
Diye sordu.

Mevlana buyurdu ki:
Bunun için iki şık vardır.
Biri menkul (Söylenmiş), diğeri ma’kûl (Akla uygun, mantıklı).

Menkul olan (Söylenmiş), o melekler Levh-i mahfuz’da (Allah tarafından takdir edilen şeylerin yazılı bulunduğu manevi levha, ilm-i ilahi) bir kavim ortaya çıkacak, onların sıfatları şöyle olacak, diye okudular ve işte bu suretle ondan haber vermişlerdir.

İkinci şık da şudur:
Melekler akıl yoluyla, o kavmin yerden (Çıkacağını) olacağını istidlal (Bir delile dayanarak bir şeyden bir netice çıkarma, delil ile anlama) ettiler.

Şüphesiz o zaman, bunlar hayvan olur ve hayvandan da elbette elbette böyle bir hareket meydana gelir.

Her ne kadar bu mana onlarda bulunsa ve onlar natık (Konuşan) olsalar da onlarda hayvanlık olduğundan, çaresiz fesat (Bozukluk) çıkarırlar ve kan dökerler.

Çünkü bu insanın levazımındandır (Yaşamak, geçinmek, yolculuk için lüzumlu olan nesneler).

Başka bir kavim de buna başka bir mana uydurup diyorlar ki:
Melekler sırf akıl ve hayırdır (İyilik).
Onların bu işte hiçbir ihtiyarı (Seçme, seçilme, katlanma) yoktur.

Nasıl ki, sen uykuda yaptığın işlere karşı koyamıyorsan, inkâr (Yaptığını saklama, gizleme, yapmadım deme, reddetme, tanımama),

Küfür (Allah’a ve dine ait şeylere inanmama, İslam dinine uymayan inanışlarda bulunma, nankörlük, fena kaba söz söyleme, örtme ve gizleme) yahut

Tevhid (Bir kılma, bir etme, birleştirme, bir sayma, bir olarak bakma, birliğine inanma, Allah’ın birliğine inanma) ile meşgul oluyorsan, işte melekler de uyanıkken böyledirler.

İnsanlar ise bunun aksinedir.
Onların ihtiyarları (Seçme, seçilme, katlanma) vardır.

Her hırsı, hevesi, her şeyi kendileri için isterler.
Hepsinin kendilerinin olması için kan dökerler ve bu ancak hayvanın vasfıdır (Niteliği).

Binaen aleyh (Bundan dolayı) onların hali, insanların zıddına olmuştur.
İşte bu yolla onlardan, her ne kadar arada bir söz ve dil yok ise de:
Onlar böyle dediler” diye haber verdiler.

Bunun takdiri şöyledir:
Eğer birbirine zıt iki hal söze gelir ve kendi hallerinden haber verirlerse, bu tıpkı şuna benzer:

Mesela şair der ki:
Havuz ben doldum! Dedi.
Havuz söz söylemez.

Bunun manası şudur:
Eğer havuzun dili olsaydı, bu haldeyken şöyle söylerdi.

Her meleğin içinde bir levha vardır.
O levhada dünyanın durumunu ve ne olacağını melek kudreti nispetinde önceden okur ve bu okuduğu, bildirdiği şey meydana gelince, onun Ulu Tanrı hakkındaki inancı, aşkı ve O’ndan geçişi, (Mestliği, sarhoşluğu) artar.

Tanrı’nın gaibi (Görünmeyeni) biliciliğine ve büyüklüğüne hayret eder.
O aşk ve güvenin hayretinin fazlalığı sözsüz ve cümlesiz bir halde O’nun zikri (Anması), tespihi (Allah’ı her türlü arazdan, kusur, ayıp ve eksikliklerden uzak olduğuna inanma) olur.

Mesela bir yapı ustası, çırağına:
“ Bu yapılan saray için şu kadar ağaç, şu kadar tuğla, kiremit, taş ve şu kadar saman gider” diye haber verir.

Saray tamam olup (Söylediğinden) ne az, ne de çok malzeme harcanmamış olunca, çırağın ustasına olan güveni artar.
İşte onlar da bu mesabededirler (Derece, rütbe, kadar).

Biri şeyhten:
“ Mustafa o kadar azametiyle ve hakkında, “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım
(Hadis) buyrulduğu halde, yine Allah’a karşı:

Ey Muhammed’in Rabbi, keşke Muhammed olmasaydı!” Buyurdu.
Bu nasıl oluyor? Diye sordu.

Şeyh:
Söz misal vermekle aydınlanır.
Buna bir misal vereyim de anlaşılsın” buyurdu ve anlattı:

Bir köyde bir adam bir kadına âşık oldu.
Her ikisinin de evi, çadırı birbirine yakındı ve beraber eğlenip vakit geçiriyor, birbirlerinden gelişip büyüyorlardı.

Yaşayışları, birbirinden idi ve suda yaşayan balık gibi, senelerden beri beraberlerdi.

Ulu Tanrı onları birdenbire zenginleştirdi.
Birçok koyunlar, öküzler, atlar, altın, eşya, hizmetçi ve köle bağışladı.

Son derece zengin olduklarından, günün birinde şehre gittiler ve her biri büyük, şahane birer saray satın alıp, adamlarıyla, uşaklarıyla oraya yerleşti.

Biri bir tarafta, öbürü diğer tarafta yaşıyorlardı ve vaziyet bu hale gelince, o eski eğlencelerini ve beraberliklerini tatbik edemediler.

Kalpleri için-için yanıyordu ve gizli-gizli ah çekip söyleniyorlardı.
Nihayet bu yanıp tutuşma haddini aşınca, onların her şeyleri bu ayrılık ateşinde yandı ve yanma sona erince de, feryatları ve ahları Tanrı tarafından kabul edildi.

Atları ve koyunları azalmaya başladı, yavaş-yavaş o hale geldi ki ilk durumlarına döndüler ve sonra uzun zaman yine o köyde birleşip zevk ve eğlence içinde vakit geçirdiler.
Ayrılık acısından bahsettiler.

“ Muhammed’in Rabbi!
Keşke Muhammed yaratılmasaydı!”
(Hadis)
Niçin söylendi?

Muhammed’in ruhu Âlem-i kuds’te  (Temizlik, paklık, arılık, kutsallık, mübareklik) mücerretti (Tek, yalnız, karışık ve katışık olmayan).

O, Ulu Tanrı’nın vuslatı (Sevgisi içinde) içinde yaşıyordu.
Tıpkı balık gibi, rahmet denizine dalıp çıkıyordu.

Her ne kadar bu dünyada peygamberlik makamına ermiş, halka yol göstermiş, büyüklüğe, padişahlığa, şöhrete mazhar ve sahabeye sahip olmuş ise de eski yaşayışını hatırlayınca yine der ki:

Keşke Peygamber olmasaydım ve bu âleme gelmeseydim!
Çünkü bu âlem mutlak visale (Sevgiliye kavuşmaya) nispetle (Oranla) hepsi yük, azap ve zahmettir.

Bütün bu bilgiler çalışmalar ve kulluklar (Sevgiyle bağlanıp hizmet etme) Tanrı’nın büyüklüğüne ve vereceği şeye nazaran, sanki birinin başını eğip sana saygı gösterip gitmesi gibidir.

Eğer bütün yeri Tanrı’ya saygı göstermekte başına koyan, tıpkı başını bir defa yere koymuş olman gibidir.

Tanrı’nın istihkakı (Kuluna ayırdığı) ve lütfu (Bağışladıkları) senin varlığından ve saygından daha eskidir.

Seni nereden meydana çıkardı, var etti ve kulluğa, saygı göstermeye istidatlı (Yetenekli) kıldı.
Bir da O’nun kulluğundan dem vuruyor, laf ediyorsun.

Bu kulluklar ve hizmetler, tıpkı ağaçtan ve keçeden bebekler yapıp, sonradan Tanrı’nın huzuruna onları çıkartarak:

“ Bu bebekler benim hoşuma gitti, fakat onlara can vermek senin işindir.
Eğer can bağışlarsan diriltmiş olursun, bağışlamazsan ferman senindir!” Demene benzer.

İbrahim buyurdu ki:
Tanrı O’dur ki öldürür ve diriltir.”
(Bakara suresi 258)

Nemrud da:
“ Ben de yaşatır ve öldürürüm “ dedi.
(Bakara suresi 258)

Ulu Tanrı ona mal, mülk verdiğinden o da kendini kudretli sandı ve işini Hakk’a havale etmedi.
“ Ben de diriltirim ve öldürürüm” dedi.

Bu mülkten maksat bilgidir.
Ulu Tanrı insanın, ben bu işle ve bu amel ( bağlılıkla ve inançla) ile diriltirim, zevk hâsıl (istenilen hale getirme) ederim diye işleri kendine izafe (Katma, karıştırma) etmesi için ona akıl ve hazarat (Güven) bağışladı.

Yoksa O ne diriltir, ne öldürür demek değildir.
Biri büyük Mevlana’dan sordu ki:

İbrahim Nemrud’a:
Benim Tanrım güneşi doğuda yükseltip batıda batırdı.
 Eğer sen Tanrılık iddiasında isen bunun aksini göster” dedi.
(Bakara suresi 258)

Buradan da anlaşılıyor ki Nemrud İbrahim’i susturmuştur.
Çünkü o ilk sözünü bırakıp cevap vermeden, başka bir delil getirmeye çalışmıştır.

Büyük Mevlana buyurdu ki:
Öbürleri saçmaladılar, sen de mi saçmalıyorsun?
Bu her iki misal de aynıdır.

Bunun pek çok manası vardır.
Bu manalardan biri:

Ulu Tanrı seni yokluktan, annenin karnında şekillendirdi.
Senin doğun annenin karnıdır.

Oradan doğdun, çıktın, yükseldin ve mezarın batısından battın.
Bu ilk sözün aynıdır.

Başka bir tabirle, “diriltir ve öldürür” diye söylenmiştir.
O halde eğer kudretin varsa çocuğu mezar batısından çıkar, rahim doğusuna götür bakalım.

Başka bir manası da şudur:
Mademki arif (Çok anlayışlı ve sezgili) de

Taat (İnanarak ibadet etmek),
Mücahede (Uğraşma, savaşma) ve yüksek ilimler vasıtasıyla aydınlık, kendinden geçiş, zevk ve rahatlık hâsıl (Meydana geliyor) oluyor ve bunları terk edince, o zevk gurup (Görülmez olmak) ediyor, o halde bu taat (İnanarak ibadet etmek) haliyle, bunu terk etme hali, onun doğusu ve batısı olmuş olur.

Şu halde eğer sen yaratmaya muktedirsen, batı gibi olan fesat, kötülük günah batısında, taatten doğan bu aydınlığı ve rahatı şu anda göster.

Bu kulun işi değildir ve kul bunu hiçbir zaman yapamaz.
Tanrı’nın işidir.

Çünkü eğer isterse güneşi batıdan doğdurur, isterse doğudan.

Dirilten de O’dur, öldüren de
(Gafır-Mümin suresi 68)

Kâfir (Allah’ın varlığına ve birliğine inanmayan) ve Mümin (İman etmiş, İslam dinine inanmış) her ikisi de O’nu tespih ederler.

Çünkü Ulu Tanrı, her kim doğru yolda gider ve doğrulukla çalışır, şeraite ve nebilerin, velilerin yoluna uygun olarak yürürse, onda böyle aydınlıklar, hayat ve zevkler meydana geleceğini bildirmiştir.

Bunun aksini yaptığı zaman da karanlıklar, korkular, kaygılar, belalar kendini göstereceğini haber vermiştir.

Her ikisi de mademki bununla meşgul oluyorlar ve Tanrı’nın vaat ettiği şey ne artar, ne eksilir, olduğu gibi meydana çıkar.
O halde her ikisine Tanrı’yı tespih (Tanrı'yı her türlü kusur, ayıp ve eksiklikten, insanlığa özgü niteliklerden uzak tutarım-Süphanallah demiş) etmiş olurlar.

Yalnız o bir dille, bu ayrı bir dille.
O tespih (Allah’ı her türlü arazdan, kusur, ayıp ve eksikliklerden uzak olduğuna inanma)  ile bu tespih arasında ne fark vardır?
O da Tanrı’yı tespih eder, bu da.

Mesela bir hırsız hırsızlık edince, onu darağacında asarlarsa bu da Müslümanların vaizidir.

Yani bu demektir ki her kim hırsızlık ederse hali bu olur.
Birine de padişah doğruluğu ve eminliği yüzünden hil’at (Süslü elbise) verilmiştir.

O da Müslümanların vaizidir (Dini öğütlerde bulunan).
Fakat hırsız o dille vazeder (Kalbi yumuşatacak, kendisini iyiliğe sevk edecek söz söyleme), emin olan da bu dille.

Fakat sen iki vaiz arasındaki farka bak!

                               ***

FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ                        
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Güzel şeyler söylememiz ve güzellikleri öne çıkarmamız gerektiğini öğrendik.

2.   Güzel şeyler düşünmemizi ve güzellikleri hatırımıza getirmemiz gerektiğini öğrendik.

3.   İnsanları sevmemiz gerektiğini, düşman olarak görmememiz gerektiğini öğrendik.

4.   Yapacağımız iyiliğin iyi huylu olmamıza ve beğenilen ve sevilen olacağımız sonucunu doğurduğunu öğrendik.

5.   Yapacağımız kötülükle de sonuçta kötü huylu biri olacağımızdan herkes tarafından itici bir kişi olarak görüleceğimizi öğrendik.

6.   Tanrı’ya inananın veya inanmayanın Tanrı tarafından aynı mesafede olacağının bilgisinde olanların düşmanlık yolundan sakındıklarını öğrendik.

7.   Nasıl tanımlarsak tanımlayalım Tanrı’nın öncesi olmayan bir zamanda kimin nasıl davranacağını genel çizgileriyle belirlemiş olduğunu öğrendik.

8.   Sevenlerin ayrılığının çok acı verdiğini öğrendik.

9.   Tanrı’nın biz dünyaya gelmeden çok önce vereceklerini ayırdığını, yeri ve zamanı gelince görünür kılarak verdiğini öğrendik.

10.                  İster sözlere değer vererek anla ve kendini doğruluğa yönelt, ister olaylara bakarak ders alarak kendini düzelt ve doğruluğa yönelt, ikisinin de sesli veya sessiz öğütlerin bilgi olduğunu bilerek, işaretlerini doğru anlamamız ve kendimizi yönlendirmemiz gerektiğini öğrendik.

 
İşte böyle yaren,

Tüm insanları sevmemiz ve sevgiyle yaklaşmamız gerekmektedir.
Ancak bu sevgi kurallara göre olmalıdır.

Sevgi gözümüzü kör edecek duruma gelirsek aldatılmamız, kandırılmamız zarara uğratılmamız olacağından ölçüsünü ve sınırını iyi ayarlamamız gerekmektedir.

Değişik insanlardan yaşam boyunca zarar görmemizden dolayı güvensizliği genelleştirerek bütün insanları düşman gibi görmemizin hem ruh sağlığımızı bozduğunu hem de iletişim kurmakta, işbirliği yapmakta sıkıntılara soktuğunu öğrendik.

                                              *
RAVLİ

Popüler Yayınlar