23 Şubat 2013 Cumartesi

FİHİ MAFİH 52. fASIL

BEYT:
Fakat insanın meyli son haddine gelince,
Dostluk baştanbaşa düşmanlık haline gelir,

Bu beytin manasını sordular.
Mevlana buyurdu ki:

Düşmanlık âlemi, dostluk âlemine oranla dardır.
Çünkü dostluk âlemine kavuşmak için insanlar düşmanlık âleminden kaçarlar.

Dostluk âlemi de dostluğun ve düşmanlığın kendisinden var olduğu âleme nazaran dardır.

Dostluk ve düşmanlık, inkâr (Ret etme) ve iman (kabul etme) ikiliğe sebep olur.
Çünkü küfür (Allah’a ve dine ait şeylere inanmamak) inkârdır (Ret etmedir).

İnkâr edene, inkâr edeceği bir kimse lazımdır.
Bunun gibi kabul edene de kabul edeceği bir kimse gerekir.

Bundan da anlaşılıyor ki birlik ve yabancılık, ikiliğe muciptir (Sebep olur).
O âlem ise küfrün ve imanın, dostluk ve düşmanlığın fevkinde (Üst tarafında), ötesindedir.

Mademki dostluk ikiliği icap ettirir ve orada ikilik olmayan bir âlem mevcuttur, sırf birlik vardır, oraya erişince, bu ikisi sığmayacağından, dostluk ve düşmanlıktan çıkmış olur.

Şu halde oraya erişildiği zaman ikilikten ayrılmış demektir.
İkilik, aşk ve dostluk olan o ilk âlem, şimdi söylediğimiz âleme nispetle daha düşük ve aşağıdadır.

Binâen aleyh onu istemez ve kendisine düşman bilir.
Mesela Mansur’da Hakk’ın dostluğu son hadde varınca, kendisinin düşmanı oldu ve kendini yok ettirdi.

Ene-l Hak dedi.
Yani, ben fenâ buldum, yok oldum.

(Kişinin kendi benliğini kaybederek, gönlünün tamamen aşk ile Allah tarafından ele geçirilmesi)

Yalnız Hak kaldı, işte o kadar!
Demek istedi.

Bu alçak gönüllülüktür.
Kulluğun, bendeliğin (Bağlanmanın) son haddidir (Sınırı).
Yani yalnız O’dur (Allah), demektir ve o kadar.

Hâlbuki:
Sen Tanrı’sın ve ben kulum” dersen bu, iddia ve büyüklükte bulunmak sayılır.
Bununla sen, kendi varlığını da ispat etmiş oluyorsun.

Böylece ikilik lazım gelir ve bu O Allah’tır! Dediğin de ikiliktir.
Çünkü ben olmadıkça o mümkün olamaz.

Şu halde Ene’l Hakk’ı Hak söylemiştir.
Zira O’ndan gayrı bir varlık yoktu, Mansur da yok olmuştu ve o söz Hakk’ın sözüydü.

Hayal âlemi, tasavvurlar ( Düşünme ve anlama yoluyla göz önüne getirme) âlemine oranla daha geniştir.
Çünkü bütün tasavvurlar hayalden doğar.

Hayal âlemi de, hayali var eden o âleme nispetle dardır.
Bu sözle ancak bu kadar anlaşılabilir, yoksa gerçek, mananın (Anlamın) kelime ve cümlelerle belli olması imkânsızdır.

Biri:
“ O halde cümle ve sözün faydası nedir?”
Diye sordu.

Mevlana buyurdu ki:
Sözün faydası şudur ki seni istemeye sevk ve teşvik eder, heyecanlandırır, yoksa istenilen sözle hâsıl (Ortaya çıkmaz) olmaz.

Eğer böyle olsaydı, bu kadar mücahedeye (Uğraşıya, savaşa) ve kendini yok etmeğe ne lüzum vardı?

Mesela şunun gibi:
Uzakta kımıldayan bir şey görüyorsun ve iyice görmek için arkasından koşuyorsun.

Yoksa onun hareketi vasıtasıyla değil.

İnsanın natıkası (Düşünüp konuşma kuvveti, düzgün, dokunaklı söz söyleme) da insanın içinde bunun gibidir.

Sen onu görmemekle beraber, o seni mananın (Akla yakın sebebin) talebi için kışkırtır.

Biri:
“ Ben o kadar ilimler okudum, öğrendim ve zihnimde manalar zapt ettim (Aklımda tuttum).

Fakat insanda baki (Sonsuza kadar) kalacak olan mananın (Anlamın) hangisi olduğu bir türlü belli olmadı ve ona yol bulamadım? “Dedi.

Mevlana buyurdu ki:
Eğer o sadece söz ile belli olsaydı, vücudun (Tanrı’da) yok olmasına ve bu kadar zahmetlere lüzum kalmazdı.

Bunun için o kadar çalışmak lazımdır ki.
Yok, olup bitinceye kadar çalışmalısın.

Biri:
“ Ben  bir Kâbe olduğumu işitmiştim.
Fakat o kadar baktığım halde Kâbe’yi göremiyorum.

Mevlana buyurdu ki:
Gidip damdan bakayım” diyor, nihayet dama çıkınca boynumu uzatıyor ve göremiyor, Kâbe’yi inkâr ediyor.

Kâbe’yi görmek bununla hâsıl (Görünmez) olmaz.
Yerinde göremediğin gibi

Mesela kışın, kürkü nasıl candan ararsın?
Hâlbuki yaz gelince çıkarıp atıyorsun.

Ondan için sıkılıyor.
İşte kürkü istemek, sıcaklık elde etmek içindir.

Çünkü sen kışın sıcağa âşıktın.
Soğuğu defedecek bir şeyle ısınıyor muydun ve kürk vasıtasına muhtaç değil miydin?

Fakat artık mâni (Engel) kalmayınca kürkü çıkarıp attın.

Gökler yarıldığı
(İnşikak suresi 1)

Ve yerler oynadığı zaman
(Zilzal suresi 1) bu sana işarettir.

Yani sen kavuşma tadını tattın.
İşte bir gün gelir ki bu parçaların ayrılığı tadını tadar, o âlemin genişliğini de müşahede (Allah âlemini gözle görür) eder ve bu darlıktan kurtulursun, demektir.

Mesela birini çarmıha gerseler, o orada rahat olduğunu zannederek kurtulma zevkini unutur.

Hâlbuki çarmıhtan kurtulunca ne azap içinde olduğunu anlar.
Bunun gibi çocukların rahatı ve gelişmesi, orada ellerini bağladıkları halde, beşikte olur.

Fakat büyük bir adamı beşiğe koysalar, burası onun için zindan ve azap olur.

Bazı kimseler güllerin açılıp goncalardan baş çıkarmasından hoşlanır, bazısı ise bütün gül yapraklarının birbirinden ayrılıp, kendi asıllarına bağlanmış olmalarından zevk duyar.

İşte bazıları hiçbir dostluk, aşk ve sevgi, küfür ve iman kalmamasını, böylece asıllarına kavuşmalarını isterler.

Çünkü bütün bunlar duvardır (geçilmesi gereken zorluk).
Darlığa, sıkıntıya ve ikiliğe sebep olur.

Hâlbuki o âlem genişliği, huzur ve mutlak birliğe muciptir (gerektirir).
O söz pek o kadar yüksek değildir ve kuvveti yoktur.

Hem nasıl büyük olabilir?
Nihayet sözdür.

Hatta bizzat za’fı mucip (Kuvvetsizliğe sebep) olur.
Müessir (Tesir eden, hükmünü yürüten, işleyen) olan Hak’tır ve müheyyic (Heyecan veren) olan da Hak’tır.

O arda örtülüdür, perdedir.
İki üç harfin bir araya gelmesi nasıl hayat ve heyecana sebep olur?

Mesela biri senin yanına geldi.
Sen hatırını sayıp ona:

“ Nasılsın, iyi misin?
Hoş geldin” dedin, o da bunlara sevindi ve bunlar onun seni sevmesine sebep olmuştur.

Birine sövdün ve o iki üç kelimenin, sevgi ve rızanın artması, kızgınlık ve düşmanlığın şiddetlenmesi ile ne ilgisi var?

Sadece Ulu Tanrı, her hangi birinin gözü, Tanrı’nın Cemaline (Yüz güzelliği) ve Kemaline (Olgunluk, yetkinlik, tamlık, eksiksizlik) erişmesin diye, bunları sebep ve perdeler yapmıştır.

İnce zayıf perdeler, zayıf gözlere göredir.
O, perdelerin gerisinde hükümler verir, sebepler yaratır.

Bu ekmek gerçekte, hayatın sebebi değildir.
Fakat onu Ulu Tanrı hayatın ve kuvvetin vasıtası yapmıştır.

Nihayet o cansız bir cisimdir ve insan hayatına sahip değildir.
O halde kuvvetin artmasına nasıl sebep olur?

Eğer onda dirilik (Canlılık, dirilik) bir olsaydı, bizzat kendini diriltirdi.

                               ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ                         
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Düşmanlık alanının dar olduğunu yani çünkü düşmanlarla bir arada olunmayacağını öğrendik.

2.   Dostluk alanının birliktelik içerdiğinden geniş alan ve zaman sağladığını öğrendik.

3.   Düşman olandan kaçıldığını, dost ile kavuşmak için çareler arandığını öğrendik.

4.    Allah’a ve dine inanmayan kişinin ret edici tavırda olduğundan akla, mantığa, delile, şahide ait ne söylense söylensin kabul etmeyeceğini öğrendik.

5.   İlahi âlem çok üstte olduğundan burada inanmanın, inanmamanın, kabul edilmenin ve kabul edilmemenin sözlerinde ve şartlarında konuşulmayan, önem taşımayan yer olduğunu, diğer bir ifade ile bu tanımların eşit mesafede olduğunu öğrendik.

6.   Dostluk ve düşmanlık diye bakış açısında olanların ikilik içerdiğinden dolayı birlik âlemine varınca ne dostluğun ne de düşmanlığın kalmayacağını öğrendik.

7.   Tanrı’yı dost ve âşık olununca yine ikilik olduğunu, bu ikilik son sınıra gelince, kişi kendini Tanrı’da yok eder ve yok edince artık vücudun öneminin yok olup Tanrı ile beraber olunacağını öğrendik.

8.   Ene’l hak diyenin Mansur’un ağzından çıktığını, ancak bu sözün sahibinin Allah’ın kendisinin sözü olduğunu öğrendik.

9.   Kelimelerin manayı tamamen kaplayamayacağını ancak manayı istemeye sevk ve teşvik eder, heyecanlandırır, tanıtıp, yolu açtığını öğrendik.

10.                  Tanrı’da yok olmadıkça ebedi olan sözleri bilemeyeceğimizi, anlayamayacağımızı öğrendik.

11.                  Gören gözü olmayanın, yeteri kadar yakın olmayanın yoktur sözünün akla dayanan bir söz olmadığını öğrendik.

12.                  Tanrı ile kavuşma tadını almayanın ilahi âlemi göremeyeceğini öğrendik.

13.                  Herkesin bulunduğu ve alıştığı durumu benimsediğini ve sevdiğini öğrendik.

14.                  Tanrı’nın perde arkasından hüküm verdiğini iş yaptığını, bunun için her gözün bunu göremediğini öğrendik.

15.                  Hayatın dirilikle olduğunu, diğer kuvvet veren gözüken unsurlarda dirilik olmadığını öğrendik.

İşte böyle yaren,

Tanrı’ya ulaşmanın, buluşmanın ancak kendimizi Tanrı’da yok etmedikçe baş gözüyle gördüğümüz gibi göremeyeceğimizi, söylenen sözlerin yeterli olmadığını öğrendik, anladık.

RAVLİ ……(Anlaşılmayan kavramı yaz)..Google den araştır.

                                      *
RAVLİ

Popüler Yayınlar