Nereye gider-oturursa
münakaşalara girişir, münazaraya yapardı.
Her gittiği ve oturduğu yerde
tam manasıyla münakaşalar, münazaralar yapar, konuşmayı iyi idare ettiği gibi güzel
de konuşurdu.
Fakat dervişlerle düşüp
kalkmaya başladıktan sonra onun bu münakaşa ve münazara âdeti eski hararetini
kaybetti.
Mısra:
Aşkı, Aşktan başka bir şey söndüremez.
*
"Tanrıyla oturup kalkmak isteyen, tasavvuf ehliyle oturur."
(Hadis)
Bu bilgiler, fakirlerle
(dervişlerle) beraber bulunurken elde edilecek faydalara göre "Dünya hayatı oyundan ve eğlenceden ibarettir”
(Muhammed suresi 36)
buyrulduğu gibi, oyun oynamak ve ömrü ziyan etmektir.
İnsan ergin, akıllı, yetkin
olunca, vaktini oyunla geçirmez ve oyun oynasa bile utancından, kimse görmesin
diye gizler.
Bu zahiri (Görünen) ilim ve söylentiler ile dünya heveslerinin hepsi rüzgâr, insan ise topraktır.
Toprak, rüzgâra karışınca her
nereye gitse gözleri rahatsız eder.
Mevcudiyetinden rahatsızlık
ve itirazdan başka bir şey meydana çıkmaz.
Fakat onlar “Peygambere gönderilen Kur’an’ı işittikleri zaman, Hakk’ı
tanıdıklarından dolayı gözleri yaşlarla dolup taşar”
(Maide suresi 83) buyrulduğu
gibi her ne kadar toprak ise de işittiği her söze ağlar ve gözyaşları ırmak
gibi akar.
Şimdi, rüzgâr yerine toprağa
su karışmış olduğundan iş, aksinedir.
Toprak suyu bulduğu için hiç
şüphe yok ki yeşillikler, fesleğenler, menekşeler, gül ve güllükler biter.
Şu Fakr (yokluk) yolu, öyle
bir yoldur ki bu yolda bütün dileklerine kavuşursun ve her temenni ettiğin şey
mutlak surette bu yolda eline geçer.
Ordular bozguna uğratmak,
düşmanı yenmek, ülkeler almak, insanları esir etmek, kendi akranlarından üstün
olmak ve daha buna benzeyen ne kadar şey varsa, eğer fakr (Yokluk)yolunu
seçmişsen hepsi sana gelir, hepsine kavuşursun
Diğer yolların aksine olarak
bu yolu tutan hiç kimse şikâyet etmemiştir.
Başka yolları takip eden ve
başka yollarda çalışan yüz binlerce kişiden ancak birinin istediği olmuş ve
içini ferahlatacak, rahat ettirecek bir şekilde bile değil.
Çünkü o maksadın ortaya
çıkması için her yolun birtakım usulleri ve vasıtaları vardır.
Bu arzular ancak bu yollar
vasıtasıyla elde edilecek hale gelir.
Bu yol uzundur, afetlerle ve
engellerle doludur, belki de o sebepler, vasıtalar istenilen şeyle uyuşmazlar.
Şimdi sen Fakr âleminden
geldiğin ve onunla meşgul olduğundan, Ulu Tanrı sana, vehmine ve hayaline hiç
gelmeyen mülkler, âlemler bağışlar.
O zaman evvelce istediğin,
dilediğin şeylerden:
“ Ah!Böyle şeyler varken bu kadar önemsiz, küçük bir şeyi nasıl istemişim?” diye utanırsın.
Ulu Tanrı da sana:
“ Gerçi sen o istekten temizlendin,
usanıp bıktın ve artık istemiyorsun ama bir zamanlar bunlar senin aklından
geçmişti ve bizim için sonradan bunların hepsini terk ettin.
Keremimiz sonsuzdur.
Sana elbette onu da kolay
kılarız” buyuruyor.
Mesela, Mustafa (Tanrı’nın
selam ve salatı üzerine olsun) hakikatte vasıl olmadan ve şöhret kazanmadan
önce Arap’ın fasâhât (Güzel ve açık konuşma, iyi söz
söyleme yeteneği) ve belagâtini (Sözün düzgün,
kusursuz, yerinde ve adamına göre söyleme ilmi) görüp:
“ Keşke ben de böyle fasâhât
ve belagat sahibi olsaydım! Derdi.
Fakat ona gayb âlemi keşif
olunup Tanrı ile kendinden geçince, içindeki bu arzu soğudu ve hiçe indi.
Ulu Tanrı buyurdu ki:
“O
dileğin fasâhât ve belagati sana verdim”.
Muhammed:
“ Ey Tanrım, bu benim ne
işime yarar?İstemiyorum, vazgeçtim” dedi.
Ulu Tanrı:
“ Üzülme, o da olur.Feragatin (Vazgeçmek) yerinde kalsın.
Ziyanı yok” buyurdu ve ona
öyle bir söz verdi ki bütün alem onun zamanından bugüne kadar onun şerhinde
cilt-cilt kitaplar yazdılar ve hala da yazıyorlar.
Fakat henüz o sözü
kavramaktan ve anlatmaktan acizdirler.
Yine Yüce Tanrı buyuruyor ki:
Ezhab (Yakın olanlar) zayıf olduğundan, can korkusundan ve
kıskançların kötülüğünden senin adını halkın kulağına gizli-gizli
fısıldıyorlar.
Ben senin büyüklüğünü öyle
yayacağım ki, dünyadaki bütün iklim bölgelerinde (İnsan
yaşayan yerlerde) ve her taraftaki yüksek minarelerde günde beş vakit
yüksek ve güzel seslerle adın söylenecek ve bu suretle doğuda, batıda meşhur
olacaksın.
İşte her kim kendisini bu
yolda feda ederse onun bütün din ve dünya ile ilgili olan arzuları yerine
gelir.
Şimdiye kadar hiç
kimse bu yoldan şikâyet etmemiştir.
Bizim sözlerimizin
hepsi nakit, başkalarının ki nakildir.
Nakil, nakdin Fer’idir.
(Nakil
asılla ilgili olmayıp, aslın ikinci derecede önemli olanıdır)
Nakit (Peşin verilmiş, kıymetli) insanın ayağına benzer.
Nakil ise ayak şeklinde
ağaçtan yapılmış bir kalıp gibidir.
Bunu hakiki ayaktan ilham alarak
yapmışlar, çalmışlardır.
Eğer dünyada ayak olmasaydı,
bu kalıbı yapmasını ne bileceklerdi?
İşte bunun için bazı sözler
nakit, bazısı nakildir.
Bunlar birbirine benzerler,
fakat ayırt edebilmek için temyiz
(İyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı vb. birbirinden
ayıran akıl kuvveti) sahibi bir insan lazımdır.
Temyiz imandır.
Küfr ise temyizden mahrum olmaktır.
Görmüyor musun Firavun
zamanında, Musa’nın asası yılan ve sihirbazların değnekleri, ipleri ejderha
olunca, temyiz sahibi olmayan bunların hepsini aynı renkte görerek ayıramadığı
halde, temyiz sahibi, temyiz vasıtasıyla sihri gerçekten ayırt edebildi.
Şu halde imanın temyiz
olduğunu anlamış olduk.
Bu fıkh’ın (Bir şeyi gereği gibi anlayıp bilme) vahiy (Bir fikrin veya bir emrin Allah tarafından bir Peygambere
bildirilmesi) değil midir?
Yalnız halkın duyguları,
düşünceleri ve tasarruflarıyla karıştıktan sonra güzelliği, hoşluğu
kalmamıştır?
Mesela şimdi o güzellikten,
lütuf ve vahiyden ne kalmıştır?
Turut’ta şehre doğru akan bu
su, kaynağının bulunduğu yerde kim bilir ne kadar temiz ve ne kadar güzeldir?
Hâlbuki şehre girince şehrin
bağlarından, bahçelerinden ve helâlardan, ahalinin evlerinden geçer.
O kadar insan elini, yüzünü,
ayağını ve diğer uzuvlarını, giyeceklerini, halılarını onunla yıkar.
Merkeplerin, atların
pislikleri ve idrarları ona karışır.
Aynı su borudan başka bir
kolla başka bir tarafa akınca bakarsın toprağı güllük yapmış, susuzu suya
kandırmış, çölü yeşertmiştir.
Fakat ilk temizliği ve
berraklığının kalmadığını ve birçok kötü şeylerin karışmış olduğunu anlamak
için temyiz sahibi bir insan lazımdır.
Bu bakımdan “ Mümin zekidir, temyiz fetânet (Bir şeyi çabuk ve iyi anlamak) ve akıl sahibidir.”
(Hadis)
Yaşlı bir adam, yüz yaşında bile olsa oyunla vakit geçirince akıllı sayılmaz,
hala ham ve çocuktur.
Bunun gibi oyun oynamayan bir
çocuk da ihtiyardır.
Burada yaşın değeri yoktur.
“ İçimi
bozulmayan su”
(Muhammed suresi 15) dünyanın
bütün pisliklerini temizlediği halde, bozulmadan eskisi gibi temiz, tatlı ve
berrak kalan sudur.
Bu su midede bozulmaz, kokmaz
ve bozuk bir hılt (Vücut sıvıları) olmaz.
Çünkü o hayat suyudur.
Bir kimse namazda feryat
eder, ağlarsa onun namazı boşa gider mi, gitmez mi?
Bunun cevabı uzun ve
etraflıdır:
Eğer o kimseye bu
mahsûsât (Gözle
görülen) âleminin dışında bir şey gösterdikleri için ağlamışsa, döktüğü
gözyaşlarına gözyaşı derler.
O ne ve nasıl bir şey
görmüştür?
Namazın cinsinden olan,
namazı tamamlayan bir şey görmüş olmalıdır.
Namazdan maksat onun doğru ve
tamam olmasıdır.
Eğer bunun aksini görmüşse,
dünya için veya bir düşmana yenildiğinden, ondan öç almak duygusuyla yahut bir
kimseyi:
“ Onun bu kadar giyeceği var
da benim yok!”diye kıskandığından ağlamışsa, namazı daha kötü, yanlış, noksan
ve faydasız olur.
O halde iman doğru ile
yanlışı nakd (Peşin verilmiş, kıymetli) ile
nakli (Aktarma) ayırt edebilen temyizdir.
Her kim bundan mahrumsa, bu
söz onun indinde (Düşüncesinde) ziyan
olur ve temyizi olan ise, bu söylediğimiz sözlerden nasibini alır.
Mesela iki akıllı ve
kifayetli (Yeterli, yararlı) şehirli, bir köylünün faydalanması için gidip
şahitlik etseler, köylü bilgisizliğinden ve saflığından her ikisinin de
sözlerine aykırı olan bir şey söylese, onların şahitliği bir sonuç vermez ve
zahmetleri boşuna gider.
İşte bunun için derler ki:
Köylünün şahidi
kendisiyle beraberdir.(Köylü kendi bildiğine inanır ve yapar)
Fakat sarhoşluk başa vurunca
sarhoş, burada bir temyiz eden var mıdır, yok mudur ve bu söze layık mıdır,
değil midir? Diye bunların hiç birisine bakmadan saçma sapan konuşur.
Mesela bir kadının göğüsleri
sütle dolup ağrıyınca, mahallenin köpek yavrularını toplar ve sütünü onlara
verir.
Kıymetli bir inciyi bir
çocuğun eline versen, çocuk bunun değerini bilmediğinden, senden ayrılıp biraz
öteye gidince, eline bir elma tutuşturup elinden inciyi alırlar.
Çünkü çocuğun temyiz hassası (Özel bir nitelik, kuvvet,
güç) yoktur.
Yani elma ile incinin
değerini tefrik (Seçme, ayırt etme) edemez.
İşte bunun için bu temyiz büyük bir nimettir.
Bunun gibi bizim sözümüz de
temyiz sahibi olmayanın eline düştü.
Müderrisin önüne gelince
Ebayezid:
“ Bu bana öğretmek istediğin
fıkhullah (Allah’ın fıkh) mıdır? Dedi.
Ona:
“ Hayır, Ebu Hanife’nin
fıkhıdır” dediler.O
. “ Ben fıkhullah’ı öğrenmek
istiyorum” dedi.
Babası onu nahivci’nin
(Gramer hocasının) yanına götürünce:
“ Bu Nahvullah (Allah’ın grameri) mıdır?” diye sordu.
Nahivci:
“ Hayır, Sibeveyh’in
nahvidir” karşılığını verdi.
O da:
“ Ben bunu istemem” deyip
gitti.
Böylece, babası onu hangi
üstadın yanına götürdü ise de aynı şeyi söyledi ve nihayet aciz kalan Ebayezid
bu arzu içinde Bağdad’a geldi ve Cüneyd’i görür görmez, işte
Fıkhullah! Diye bağırdı.
Kuzu nasıl olur da kendisini
sütüyle besleyen anasını tanımaz?
Çünkü o akıldan ve temyizden
dünyaya gelmiştir.
Sen sureti (Görüneni) bırakıver!
Bir şeyh vardı.
Her zaman müritlerini
karşısında el-pençe divan durdururdu.
Ona:
“ Ey Şeyh bunları niçin
oturtmuyorsun?Hâlbuki dervişlerin âdeti böyle değildir.
Bu emirlerin, padişahların
âdetidir” dediler.
Şeyh:
“ Hayır, susunuz.Onların feyiz bulmaları için, tarikata saygı göstermelerini ve onu fevkalade üstün görmelerini istiyorum.
Her ne kadar saygı
kalpte olursa da dış, için aynasıdır.”
(K.K.) denilmiştir.
Unvan’ın manası nedir?
Mesela bir mektubun
başlığından onun içindekini, kime gideceğini, kime yazıldığını bilirler.
Aynı şekilde kitabın
başlığında da içinde ne gibi bölümler, parçalar ve bahisler (konular)
bulunduğunu anlarlar.
Saygının dış görünüşünden,
yani baş eğmek, ayakta durmak gibi şeylerden, o insanın içinde ve Tanrı’ya
nasıl tazim (Saygı gösterme, ululama, büyük sayma) ettikleri belli olur.
Görünüşte saygı
göstermezlerse, bundan içinde Allah korkusu olmadığı, Allah adamlarını
küçümsediğini ve onları gözünde büyütmediği meydana çıkar.
***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA
***
Neler öğrendik:
1.
Dervişlerle
bulunmanın sayısız faydalar sağladığını öğrendik.
2.
İmandan hissesi
olan kişi Tanrı sözünü duyduğu zaman içinde etki yaparak duygulandığını
öğrendik.
3.
İnsan vücudu
toprak ve sudan (Balçık) oluştuğu için bedenimiz ağlayışımızla güzelliklerin
oluştuğu yer olacağımızı öğrendik.
4.
Derviş yolunda
olduğumuz müddetçe arzularımıza kavuşmamıza kolaylık sağladığını hatta aklımıza
ve hayalimize gelmeyen şeyleri Tanrı’nın armağan ettiğini öğrendik.
5.
Dervişin
sözlerinin ilk kaynaktan temiz kirlenmemiş her devirde geçerli ve değerli olan
Tanrı sözleri olduğunu öğrendik.
6.
Derviş olmakla temiz
ve bozulmadan içimizi bozulmayan bir sağlamlığa ulaştıran Tanrı sözleri ile
doldurmamız gerektiğini öğrendik.
7.
Derviş o kadar Tanrı
sözleriyle beslenir ki herkese ikram eder.
8.
Derviş sözünün
değerini çocukluktan, oyun oynamaktan kendini kurtaramayanların değerini bilemeyeceğini
öğrendik.
9.
İyi ile kötüyü,
doğru ile yanlışı, faydalı ile zararlıyı, devamlı olan ile geçici olanı
birbirinden ayıracak bilgi ve kuvvete sahip olmamız gerektiğini öğrendik.
10.
Kime hitap
edilmişse o söz ona ait olduğunu, bizim buna göre anlamamız ve davranmamız
gerektiğini öğrendik.
11.
Tanrı emirlerine
inanış kadar, görünüş olarak da saygılı olmamız gerektiğini öğrendik.
İşte
böyle yaren,
RAVLİ DERVİŞ
RAVLİ SÖZ yazarak Google den
okumalısın.
*
RAVLİ