13 Şubat 2013 Çarşamba

FİHİ MAFİH 42. fASIL

Bu tahsiller yapan, zahiri ilimler öğrenmekte olan kimseler eğer bizim aramıza katılırlarsa, öğrendikleri ilmi unuttuklarını zannediyorlar.

Hâlbuki bize geldikleri zamanda, belki onların bütün ilimleri canlanıyor.

İlimlerin hepsi şekildir.
Canlandıkları zaman tıpkı cansız bir bedenin dirilmesine benzerler.

Bütün bilgilerin aslı oradandır.
O harfsiz ve sessiz olur.

Çünkü “Allah Musa’ya hitap ederek onunla sözleşti (konuştu).”
(Nisa suresi 164) buyrulduğu gibi, Ulu Tanrı, Musa (Tanrı’nın selamı onun üzerine olsun) ile konuştu.

Fakat harfli ve sesli olarak söz söylemedi ve damağı dili ile de konuşmadı.
Çünkü harfin görünmesi için harfe, dudağa ve damağa ihtiyaç vardır.

O yüce ve mutlu olan Tanrı; ağız dudak ve damaktan münezzehtir (Temizdir, katışıksızdır).

Bu yüzden nebilerinde sessiz ve harfsiz âlemde Tanrı ile sözleşmeleri, işitmeleri vardır.

Öyle ki bu cüz’i (Parça) akılların vehimleri sona ermez, onu kavrayıp anlayamazlar.

Yalnız nebiler bu harfsiz âleminden harf âlemine gelirler ve çocuk olurlar.

Peygamber “ Çocuklar için öğretmen olarak gönderildim
(Hadis) buyurmuştur.

Şimdi her ne kadar bu cemaat harf ve seste kalmış olup o âlemin ahvalini (Durumunu) kavrayamasalar ise de yine ondan kuvvet alır ve onunla gelişip büyürler, rahata kavuşur dinlenirler.

Mesela bebek annesini her ne kadar adamakıllı tanımaz ve bilmezse de onunla sükûnet (Huzur verici, rahatlatıcı, dinlendirici) bulur, avunur ve rahat eder.

Ondan kuvvet alır.

Meyve de dalında rahat eder, tatlılaşır ve olgunlaşır, buna rağmen ağacın mahiyetinden (Aslı, esası, içyüzü, kendiliği, doğası) haberi yoktur.

Bunun gibi her ne kadar insanlar o büyükten ve onun harfinden, sözünden kuvvet bulur, yetişmiş olur ve onu layıkıyla bilmezler ve ona eremezseler de bütün insanlarda harf ve sesin ötesinde bir şey vardır ve her insan çok büyük bir âlemdir.

Bütün halkın delilere karşı temayülü olduğunu görmüyor musunuz?
Onların ziyaretine gider ve:

“ Onun büyük bir adam olmak ihtimali var!” derler.
Evet, bu doğrudur.
Böyle bir şey vardır.

Fakat onun yerinde yanlışlık etmişlerdir.
O şey akla sığmaz ama her akla sığmayan da o değildir.

Her ceviz yuvarlaktır.
Fakat her yuvarlak olan ceviz değildir.

Biz onun alametlerinin ne olduğunu söyledik.
Her ne kadar onun hali söze ve zapt edilmeye gelmezse de, akıl ve can ondan kuvvet alır, beslenip yetiştirilmiş olurlar.

Onların etraflarında dönüp dolaştıkları bu delilerde ise bu alamet (Mana) yoktur).

Bunlar sayesinde halleri değişmez ve rahata kavuşamazlar.

Onlar sükun ve huzur bulduklarını zannederlerse de biz ona sükunet ve rahat diyemeyiz.

Mesela bir çocuk annesinden ayrılıp kısa bir zaman başka biriyle avunsa, rahat etse bile buna sükûnet (Dinginlik) der miyiz?
Bu yanılmıştır.

Doktorlar derler ki:
İnsanın mizacına hoş gelen ve onun iştahını açan her şey, o insana kuvvet verir, kanını temizler.
Fakat bu insanda bir hastalık olmadığı zaman böyledir.

Mesela toprak yiyen bir kimsenin toprak hoşuna gitmiş olsa da biz ona:
“ Bu toprak onu ıslah (İyeleştirici, düzeltici) edicidir, mizacını (Bir şeyle karıştırılmış başka şey, huy, tabiat) düzeltir” demeyiz.

Bunun gibi mesela safravî (Safra, öd ile ilgili hastalık) olanın ekşi şeyler hoşuna gider ve şekerden hoşlanmaz.
Bu hoşluğun değeri yoktur.

Çünkü bu, bir hastalıktan dolayı ona hoş gelmektedir.

Bir hastalık ve illetten önce bir şey insanın hoşuna giden şey hoştur.

Mesela birinin elini kesseler veya kırsalar, onu eğri olarak sarıp boynuna
assalar, operatör onu düzeltir ve eski haline yerleştirir, getirir.

Fakat bu kimsenin hoşuna gitmez.
Istırap çeker ve o eğri hali onun daha fazla hoşuna gider.

Doktor ona der ki:
Senin önce elinin doğru, sağlam olması hoşuna gidiyordu ve bundan rahattın; eğri yaptıkları zaman üzülüyor, kederleniyordun.

Şimdi eğer bu eğrilik hoşuna gidiyorsa bu, aldatıcı bir hoşluktur, değeri yoktur.

Bunun gibi ruhlar âleminde mukaddes melekler Tanrı’nın zikrinden ve Tanrı’nın rahmetine gark olmaktan hoşlanırlardı.

Onlar eğer, cisimlerle karıştıktan sonra rahatsız, üzgün iseler ve çamur yemek hoşlarına gidiyorsa da onların doktorları olan veli ve nebi:

“ Bu senin hoş dediğin hiç de hoş değildir ve atlatıcı bir hoşlanma, bir yalandır.
Hoşluk başka bir şeydir ki sen onu unutmuşsun.

İşte o senin önce hoşuna giden, senin asli (Seçkin, özel), doğru olan mizacının (Bir şeyle karıştırılmış başka şey, huy, tabiat) hoşlandığı şeydir.

Bu toprak yemek hastalığı senin hoşuna gidiyor ve bunun hoş olduğunu sanıyorsun, böyle olmadığını söyledikleri zaman buna inanıyorsun” der.

Arif nahiv (Gramer) talebesinden birinin yanına oturmuştu.
Nahiv talebesi:

“ Kelime bu üç şeyden hariç değildir.
Ya isim, ya fiil veya harf olur “ dedi.

Arif üstünü başını parçalayıp:
“ Eyvahlar olsun benim yirmi senelik ömrüm, çalışmam boşuna gitti.

Ben bu üçün haricinde başka bir kelime vardır, ümidiyle çalıştım, çabaladım.
Sen benim emeğimi ziyan ettin” dedi.

Arif gerçi o bir sözle maksada erişmişti.
Fakat nahiv (Gramer) talebesini bu şekilde tenbîh (Uyandırma, bir işin yapılmasını veya bırakılmasını veya o işten vazgeçilmesini tekrar-tekrar hatırlatmak) etmek istemişti.

Rivayet etmişlerdir ki:
Hasan ve Hüseyin (Tanrı onlardan razı olsun) çocukken, bir adamın yanlış ve şeriata (Din kurallarına) uymayan bir tarzda abdest aldığını gördüler.

Ona en iyi şekilde, nezaketle abdest almayı öğretmek istediler.
Adamın yanına gelip:

“ Bu bana yanlış abdest alıyorsun diyor.
Her ikimiz de senin önünde abdest alalım.

Bak bakalım ikimizden hangimizin abdesti doğrudur?” dediler.
Ve her ikisi de adamın önünde abdest aldılar.

Adam:
“ Ey oğullarım, sizin abdestiniz çok doğru, şeriata uygun ve güzel!
Ben zavallının abdesti ise yanlıştı” dedi.

Misafir ne kadar çok olursa evi o kadar geniş yaparlar.
Döşemesi ve yemeklerini de ona göre hazırlarlar.

Görmüyor musun ki çocukcağızın boyu küçük olduğundan, misafir olan düşüncesi de onun ev gibi olan kalıbına göredir.

Bu çocuk süt ve sütannesinden başka bir şey bilmez.
Büyüdüğü zaman, bir misafir gibi olan düşünceleri de çoğalır ve vücut evi daha çok büyür, genişler.

Hele aşk misafirleri gelince eve sığmazlar, evi yıkar, harap ederler.
Yeniden birtakım evler yaparlar.

Bu Padişahın perdeleri ve debdebesi, ordusu ve adamları onun evine sığmaz.

O perdeler bu kapıya layık değildir ve böyle sayısız, sınırsız maiyet erkânına (Emri altında bulunan ileri gelenler) da ucu bucağı olmayan yerler lazımdır.

O perdeleri asınca hepsi aydınlık verir ve bütün perdeleri ortadan kaldırır, bütün gizliler açığa çıkar.

Bunlar bu dünyadaki perdelerin aksine olur.
Bu dünyadaki perdeler ise engeli bilhassa arttırırlar.

İnsanların beni ne mazur (Mazereti olan) görmeleri ve ne de paylamaları (Sert sözler söylemek, azarlamak) için birtakım hadiselerden şikâyet ediyorum.

Fakat o hadiseleri tayin etmiyorum.
Tıpkı ağlayan bir mum gibi ki bu ateşin arkadaşlığından mı yoksa baldan ayrıldığı için mi gözyaşı döktüğü anlaşılmaz.

Bir adam:
“ Bunu Kadı Ebu Mansur Herevi söylemiştir” dedi.

Mevlana buyurdu ki:
Kadı Mansur kapalı söz söyler, onun hükümleri tereddütle karışmış ve bulanık olur.

Fakat Mansur buna dayanamadı, kızdı, apaçık söyledi ve yaydı:
Bütün âlem Kaza’nın eseri ve kaza ise Şahit’in esiridir.
Şahit açıklar ve gizlisi yoktur.

Mevlana o adama:
“ Kadı'nın kitabından bir sayfa oku” dedi.

O da okudu:

Sonra buyurdu ki:
Tanrı’nın öyle kulları vardır ki bir kadını çarşaflı görünce ona:
“ Yüzündeki peçeyi aç da yüzünü göreyim, bakayım kimsin, nesin?

Eğer sen yüzün kapalı olarak geçersen ve ben de seni göremezsem bu kimdi, nasıl bir kimseydi?

Diye merakımdan rahatım huzurum kaçacak.

(Yoksa) Ben senin yüzünü görünce, seni rahatsız edecek ve sana gönül bağlayacak bir adam değilim.

Tanrı beni çoktan beri (Kurtulmuş) sizden temiz ve fâriğ (Vazgeçmiş, çekilmiş) kılmıştır.

Sizi görünce huzurumu, rahatımı ve iyi düşüncelerimi bozmayacağınızdan eminim.

Fakat görmezsem acaba kimdi?
Diye merak ederim.

Nefislerine düşkün olan diğer bir gurubun aksine olarak ki bunlar güzellerin yüzlerini açık olarak görürlerse, huzurları kaçar ve onları rahatsız ederler.

O halde onlar için yüzlerini açmamaları haklarında hayırlıdır.
Gönül ehli olan ise, fitne ve fesattan kurtulmak için, açmaları yerinde olur.

Bir adam dedi ki:
“ Kimse Harezm’de (İran, Azerbaycan bölgesi) âşık olmamalı.
Çünkü orada güzeller çoktur.

Evvela bir güzel görüp ona gönül bağladıktan sonra, daha güzelini görünce ilkinden soğurlar””

Buyurdu ki:
Eğer Harezm’e âşık olmaları lazım gelir.
Çünkü onda güzeller sayısız ve kusursuzdur ve bu Fakr Harezm’midir.

Onda mana güzelleri ve ruhani suretler sınırsızdır.

O güzeller kime gelir kararını alırsa, ondan sonra evvelkini unutturacak başka bir güzel yüz gösterir.
Sonu yoktur.

O halde Fakr nefsine (Allah’a muhtaç olan nefs) âşık olalım ki onda böyle güzeller mevcuttur.

                               ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Mevlana Hazretlerinin sözlerini okuyanın, doğru kabul edip içselleştirenlerin önceki öğrendiklerinin daha faydalı, yararlı, yerinde ve zamana uygun yerini aldığını, pasif bilgiden aktif duruma geldiğini öğrendik.

2.   Mevlana Hazretlerinin nuru (Işığı) ile bakmaya başlayanların şüpheden sıyrılıp hakikate ve kendine güveni sağladığını öğrendik.

3.   Mevlana hazretlerinin öğretim tarzı kavramlar üzerinden olduğundan ilk başlayanların anlamada ve kavramada güçlük çektiklerini fakat devam edenlerin akıl ve düşüncesinin geliştiğini öğrendik.

4.   Mevlana Hazretleri harfsiz, sözsüz, dinlemeyi ve konuşmayı öğrettiğini öğrendik.

5.   Allah’a bağlılığımızın farkında olmasak bile davranışlarımızla bu bağın başkaları tarafından görülebildiğini öğrendik.

6.   Uyandırmanın, yönlendirmenin doğruyu olduğu gibi söyleyebilen bilgin ve yaşlı kişiler olması gerektiğini öğrendik.

7.   Her şeyin görünenden, söylenenden, duyulandan ibaret olmadığını görünmeyen ama varlığının tesirinde olduğumuz sayısız varlık ve oluşumlar olduğunu öğrendik.

8.   Yanlış veya eksik yapana nezaketle o yanlışının doğru ile gösterilmesi gerektiğini öğrendik.

9.   Nefsine düşkün olanın güzelliklerle karşılaştığı zaman o güzel kişiyi rahatsız etmek için uğraştığını öğrendik.

İşte böyle yaren,

Bloğumda sunduğun Mantık-el tayr (Kuşdili) Feridüddin Attar hazretlerinin hikâyelerini ve İlahiname hikâyelerini okumalarını öneririm.

Bu hikâyelerle din ve dünya işleriniz düzene girer ve neyin neyi ifade ettiğini anlar duruma gelirsiniz.

Parça aklınızla anlayabileceğimiz kadarıyla anlatmaya ve Mevlana Hazretlerinin sözlerine yaklaştırmaya çalışmaktayım.

Mevlana Hazretlerinin sözlerini açıklamak haddim ve yetkim olmadığı bilincindeyim.

Ancak internette Mevlana hazretlerinin sözlerini derviş olmayanların değiştirerek ve çarpıtarak ve eksilterek bozmaya uğraştıklarından bu yazıları size değiştirmeden ve ne manaya Mevlana Hazretlerinin kendi sözlerinden sunmaktayım.

Yarenlerimin bu yazıları kendi bilgisayarlarının hafızalarını almalarını ve miras olarak evlatlarına en güzel hediye olarak sunmalarını arzulamaktayım.

Sizler de Mevlana, Şems, ve dostlarının yazılarını değişik zamanda okuduğunuz zaman aynı yazı olmasına rağmen, daha güzel ve daha doğru anlayacağınızı, içindeki manaların beni de gör, beni de al, seninle beraber bende yaşayayım çağrısını defalarca duyacaksınız ve hayranlığınız hayrete dönüşecektir.

Sadece okumakla anlamayacaksınız, bu büyüklere sevgi ile bağlandığınız zaman uykuda bile olsan onların seni eğittiğinin farkına varacaksın.

Binlerce yıl okuyup düşünsen anlayamayacağını onlar büyüklüklerinden dolayı bedelsiz hediye ederler.

“Haciali dede” bloğumu bozdukları için buradan size buradan sunuş yapmaktayım.

Bu bloğu da bozabilecekleri endişesindeyim.
Şeytan ve düşman hep uyanık iş başındadır.

Temiz ve doğru bir öğretiye sahip olmanız için bu konularda tüm aramalarınızı Ravli başlığı olanı takip etmenizi öneririm.

                                   *
RAVLİ

Popüler Yayınlar