17 Şubat 2013 Pazar

FİHİ MAFİH 46. fASIL

Şeyh İbrahim aziz bir derviştir.
Onu görünce dostları hatırlıyorum

Mevlânâ Şemseddîn’in ona pek çok inayeti (Karşılıksız iyilikleri) vardı ve daima:
“ Bizim Şeyh İbrahim” der ve kendine izafe (Katardı) ederdi.

İnayet ( Allah’a yönelim ve ibadetten meydana gelen, Allah’ın emirlerine sevgi duyulması ve Allah’ın kendi güzelliğini o kişide görmek istemesi) başka bir şey, içtihat (Gücü kuvveti yettiği kadar çalışmak, Kur’an’ı kerimden ve hadisten mana ve hüküm çıkarmak, o iş hakkında fikri ve görüşü olmak) ayrı bir iştir.

Nebiler, peygamberlik derecesine içtihat vasıtasıyla erişmediler.
Yalnız adet şöyledir:

O inayetle her kimde hâsıl (Görünürse) olursa, onun tabiatı ve yaşayışı, içtihat ve salâh (Bağlılık, düzelme, iyileşme, iyilik, rahatlık, barış) yoluna uygun olmalıdır.

Bu avam (Herkes, kaba ve cahil halk, ayak takımı) içindir.
Çünkü avam bu suretle onlara ve sözlerine inanır.

Avamın gözleri içi görmez, dışı görür.
Dış görünüşe uyduklarından onun vasıtası ve bereketiyle içe yol bulurlar.

Firavun da ihsanda bulunmak, hayırlar işlemek, bağışlar etmek suretiyle pek çok çalıştı, Ceht (Çalıştı, çabaladı) gösterdi.

Fakat Tanrı’nın inayetini olmadığından hiç şüphe yok ki o taat (İbadet), içtihat ve ihsan ona bir şey temin etmedi ve onların hepsini örttü.
Onda bir nur yoktu, o da hepsini kapattı.

Mesela bir emir kaledekilere hayır (İyilik) ihsanda (Bağış, bahşiş) bulunsa, maksadı isyan etmek, padişaha karşı gelmek olsa şüphesiz onun bu ihsanının değeri ve nuru olmaz.

Firavun da Tanrı’nın inayetinden tamamen mahrum edilemez.
Belki Ulu Tanrı’nın ona gizli bir inayeti vardır ve hayra dayanarak onu ilençli (Birinin kötü duruma düşmesi dileğinin gönülde oluşması) kılmıştır.

Çünkü padişah için kahır  (Derin üzüntü, acı) ve lütuf (Karşılık beklemeden yapılan yardım, iyilik), zindan (Hapishane) ve hil’at (Süslü elbise) da lazımdır.

Gönül ehli olanlar Firavundan Tanrının inayetini tamamen nefy (Sürgün) etmezler, fakat zahir ehli onu büsbütün reddedilmiş olarak bilir.

Hâlbuki zahiri yerine getirmek için, böyle demek lazımdır.
Padişah birini asar, herkesin ortasında sallandırır.

Bunu her ne kadar içerde, halktan gizli bir yerde ve ufacık bir çivi ile asmak mümkün ise de, insanların görüp ibret (Ders) alması ve hükmün yerine geldiğini, padişahın emrinin kuvvetli ve tesirli olduğunu, göstermek için böyle yaparlar.

Bütün darağaçları odundan değil midir?
Dünyanın mansıbı (Hizmeti, makamı, rütbesi, derecesi), devleti ve yüksekliği de çok yüksek bir darağacıdır.

Ulu Tanrı bir kimseyi tutmak isterse, dünyada ona yüksek bir mevki, mansıp, padişahlık nasip eder.

Tıpkı firavun, Nemrud ve daha bunlar gibi.
Bütün bu dünya bir darağacı gibidir, Ulu Tanrı bütün yaratıkların oradan haberdar olmaları için, hepsini oraya çıkarıyor.

Çünkü ulu Tanrı:
Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim
(Kutsi Hadis) buyuruyor.

Yani ben bütün dünyayı yarattım ve bunlardan maksat, bizim bazen lütufla (Karşılık beklemeden yapılan yardım, iyilik), bazen kahırla (Derin üzüntü, acı) görünmemizdir.

Bu, mülkünü tarif etmek, etrafıyla anlatmak için bir, tanıtıcı kâfi gelecek bir padişah değildir.

Eğer bütün âlemin zerreleri hepsi O’nu tarif etseler, yine anlatmakta kusur eder, aciz kalırlar.

O halde bütün yaratıklar gece gündüz Hakk’ı gösteriyorlar, yalnız bazısı bunu bilir ve gösterebilir, bazısı bilmez, gafildir.

Fakat ne olursa olsun izhar-ı Hak (Hakk’ı meydana çıkarma) sabit olur.
Mesela bir emir birini dövmelerini, terbiye etmelerini emretse, dövülen kimse bağırıp çağırır.

Bununla beraber döven de dövülen de emirin hükmünün yerine geldiğini gösterir.

Her ne kadar dövülen acısından bağırıyorsa da, herkes dövenin de dövülenin de emirin hükmü altında bulunduklarını ve her ikisinin de bir kimsenin hükmünün yerine getirildiğini bilirler.

Tanrı’nın varlığını ispat eden kimse, daima Hakkı izhar eder (Hakk’ı meydana çıkarma) ve O’nun vücudunu inkâr eden de yine O’nu ispat eder.

Çünkü bir şeyi inkâr etmeden ispat etmek, tasavvur (Düşünme ve anlama yoluyla şekillendirme) olunamaz ve bunun bir zevki olmaz.

Mesela bir münazaracı, bir toplantıda her hangi bir meseleyi ortaya atsa, eğer orada ”Kabul etmiyorum” diyen bir muarız (Karşı gelen) bulunmazsa, o neyi ispat edecek ve nüktesinde (Herkesin anlayamadığı ince mana) ne zevki olur?

Zira ispat bir nefye (Kanıtlamaya) karşı yapılırsa hoş olur.
İşte bu âlem de Tanrı’nın vücudunu göstermek için kurulmuş bir meclistir.

Tanrı’nın varlığını kabul ve ispat eden yahut etmeyen olamazsa, güzelliği kalmaz ve her ikisi de Tanrı’yı ispat edicidir.

Yârân,
Emir-i İğdişân’ın yanına gittiler.

O:
“ Hepinizin burada ne işi var?” diye onlara çıkıştı.
Bizim bu kalabalığımız, bir kimseye kötülük etmek için değildir.

Kendimize sabır ve tahammülde yardımcı olmak ve birbirimizi desteklemek için toplandık, dediler.

Mesela bir taziyet (Başsağlığı dileme) için halk toplanır.
Bu, ölümü uzaklaştırmak için değildir.

Maksat felaket sahibini teselli etmek ve içinde bulunduğu dehşeti gidermektir.

Müminler bir nefs-i vahid  (Tek kişi ) gibidirler
(Hadis)
Dervişler bir vücut hükmünü taşırlar.

Eğer organlardan biri ağrırsa, geri kalan organlar da ağrır, musdarip (Acı çeken, ıstırabı olan) olurlar.

Göz görmesini, kulak işitmesini, dil söylemesini bırakıp, hepsi orada (O ağrıyan yerde) birleşirler.

Dostluğun şartı, kendini dost uğruna feda etmek, dost için mücadeleye atılmaktır.

Çünkü hepsinin yüzü bir şeye çevrilmiştir ve bir denize gark (Nur içine batma) olmuşlardır.

İmanın eseri ve İslam’ın şartı da budur.
Vücut ile tanışan bir yük, canla taşınana nasıl benzer?

Bizi bir zarara uğratamazsın, biz tanrıya döneceğiz
(Şuara suresi 50)

Mümin, mademki kendisini Hakk’a feda ediyor, o halde belaya uğradığı, tehlikeyle karşılaştığı zaman elini ve ayağını niçin bırakmıyorlar?

Mademki Hakk’a doğru gidiyor, ele ayağa ne lüzum var?
Eli ayağı O’ndan (Kendisinden) bu tarafa gelmen için verdi.

Ayağı ve eli yapan tarafına gittiğinden, elden ayaktan düşsen ve elsiz ayaksız kalsan, Firavun’un sihirbazları gibi gitsen ne lazım gelir?

Zehir, gümüş vücutlu sevgili elinden içilebilir.
Onun acı sözü de şeker gibi yenilebilir.

Sevgili çok tatlı, pek çok tatlıdır.
Tuzun olduğu yerde ciğer bile yenilir.

Tanrı daha iyisini bilir.

                               ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ                        
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Allah yolunda çalışıp çabalamak ve ahlak olarak kendimizi Tanrı’dan gelecek bağışlara ve bahşişlere hazırlamamız gerektiğini öğrendik.

2.   Tanrı bilgisi edinmenin ve söylemenin yeterli olmadığını, bağlılıkla ve yalvarış ahlakıyla Tanrı’dan bekleyiş içinde olmamız gerektiğini öğrendik.

3.   Tanrı bilgisi edinenlerin dıştan bir bilgiye sahip olduklarını ancak bu yolda devam edenlerin Tanrı’dan yardım gelmesiyle içe doğru yol bulabileceklerini öğrendik.

4.   Yapılan iyiliklerde Tanrı’ya bağlılık ve ibadet oldukça yaptıklarının kabul edileceğini ve nurla donatılacağını öğrendik.

5.   Tanrı’dan herkese iyilikler geldiğini öğrendik.

6.   Kiminin Tanrıyı iyilikler yönüyle gördüğünü ve tanıdığını, kiminde acılarla, eziyetlerle tanıdığını öğrendik.

7.   İsyancı olanların, şikâyetçi olanların Tanrı’dan nur alamayacaklarını öğrendik.

8.   Tanrı’nın vermekle, almakla imtihan ettiğini, kulunun tepkisine göre değerlendirdiğini öğrendik.

9.   Tüm duyuş, düşünüş, beden ve davranışlarımızın bir yerde olduğunu, bu yerde bir hastalık olduğunda her yerimizin etkileneceğinden dikkatli olmamız gerektiğini öğrendik.

İşte böyle yaren,

Yüce Allah’ı bir sevgili olarak görmemiz ve bilmemizle oluşan aşkın tüm yanlışlardan kurtaracağını, o yüce makamdan yardım geleceğini, bu yoldan gidenlerin pişman olmayacaklarını öğrendik, anladık.

                                          *
RAVLİ

Popüler Yayınlar