Onu görünce dostları hatırlıyorum
Mevlânâ Şemseddîn’in ona pek
çok inayeti (Karşılıksız iyilikleri) vardı ve
daima:
“ Bizim Şeyh İbrahim” der ve
kendine izafe (Katardı) ederdi.
İnayet ( Allah’a yönelim ve ibadetten meydana gelen, Allah’ın
emirlerine sevgi duyulması ve Allah’ın kendi güzelliğini o kişide görmek
istemesi) başka bir şey, içtihat (Gücü kuvveti
yettiği kadar çalışmak, Kur’an’ı kerimden ve hadisten mana ve hüküm çıkarmak, o
iş hakkında fikri ve görüşü olmak) ayrı bir iştir.
Nebiler, peygamberlik
derecesine içtihat vasıtasıyla erişmediler.
Yalnız adet şöyledir:
O inayetle her kimde hâsıl (Görünürse) olursa, onun tabiatı ve yaşayışı, içtihat
ve salâh (Bağlılık, düzelme, iyileşme, iyilik, rahatlık,
barış) yoluna uygun olmalıdır.
Bu avam (Herkes, kaba ve cahil halk, ayak takımı) içindir.
Çünkü avam bu suretle onlara
ve sözlerine inanır.Avamın gözleri içi görmez, dışı görür.
Dış görünüşe uyduklarından onun vasıtası ve bereketiyle içe yol bulurlar.
Firavun da ihsanda bulunmak,
hayırlar işlemek, bağışlar etmek suretiyle pek çok çalıştı, Ceht (Çalıştı, çabaladı) gösterdi.
Fakat Tanrı’nın inayetini
olmadığından hiç şüphe yok ki o taat (İbadet),
içtihat ve ihsan ona bir şey temin etmedi ve onların hepsini örttü.
Onda bir nur yoktu, o da
hepsini kapattı.
Mesela bir emir kaledekilere
hayır (İyilik) ihsanda (Bağış,
bahşiş) bulunsa, maksadı isyan etmek,
padişaha karşı gelmek olsa şüphesiz onun bu ihsanının değeri ve nuru olmaz.
Firavun da Tanrı’nın
inayetinden tamamen mahrum edilemez.
Belki Ulu Tanrı’nın ona gizli
bir inayeti vardır ve hayra dayanarak onu ilençli (Birinin
kötü duruma düşmesi dileğinin gönülde oluşması) kılmıştır.
Çünkü padişah için kahır (Derin üzüntü, acı)
ve lütuf (Karşılık beklemeden yapılan yardım, iyilik),
zindan (Hapishane) ve hil’at (Süslü elbise) da lazımdır.
Gönül ehli olanlar Firavundan
Tanrının inayetini tamamen nefy (Sürgün)
etmezler, fakat zahir ehli onu büsbütün reddedilmiş olarak bilir.
Hâlbuki zahiri yerine getirmek
için, böyle demek lazımdır.
Padişah birini asar, herkesin
ortasında sallandırır.
Bunu her ne kadar içerde,
halktan gizli bir yerde ve ufacık bir çivi ile asmak mümkün ise de, insanların
görüp ibret (Ders) alması ve hükmün yerine
geldiğini, padişahın emrinin kuvvetli ve tesirli olduğunu, göstermek için böyle
yaparlar.
Bütün darağaçları odundan
değil midir?
Dünyanın mansıbı (Hizmeti, makamı, rütbesi, derecesi), devleti ve
yüksekliği de çok yüksek bir darağacıdır.
Ulu Tanrı bir kimseyi tutmak
isterse, dünyada ona yüksek bir mevki, mansıp, padişahlık nasip eder.
Tıpkı firavun, Nemrud ve daha
bunlar gibi.
Bütün bu dünya bir darağacı
gibidir, Ulu Tanrı bütün yaratıkların oradan haberdar olmaları için, hepsini
oraya çıkarıyor.
Çünkü ulu Tanrı:
“ Ben
gizli bir hazine idim, bilinmek istedim”(Kutsi Hadis) buyuruyor.
Yani ben bütün dünyayı
yarattım ve bunlardan maksat, bizim bazen lütufla (Karşılık
beklemeden yapılan yardım, iyilik), bazen kahırla (Derin üzüntü, acı) görünmemizdir.
Bu, mülkünü tarif etmek, etrafıyla
anlatmak için bir, tanıtıcı kâfi gelecek bir padişah değildir.
Eğer bütün âlemin zerreleri
hepsi O’nu tarif etseler, yine anlatmakta kusur
eder, aciz kalırlar.
O halde bütün yaratıklar gece
gündüz Hakk’ı gösteriyorlar, yalnız bazısı bunu bilir ve gösterebilir, bazısı
bilmez, gafildir.
Fakat ne olursa olsun izhar-ı
Hak (Hakk’ı meydana çıkarma) sabit olur.
Mesela bir emir birini
dövmelerini, terbiye etmelerini emretse, dövülen kimse bağırıp çağırır.
Bununla beraber döven de
dövülen de emirin hükmünün yerine geldiğini gösterir.
Her ne kadar dövülen
acısından bağırıyorsa da, herkes dövenin de dövülenin de emirin hükmü altında
bulunduklarını ve her ikisinin de bir kimsenin hükmünün yerine getirildiğini
bilirler.
Tanrı’nın varlığını ispat
eden kimse, daima Hakkı izhar eder (Hakk’ı meydana
çıkarma) ve O’nun vücudunu inkâr eden de
yine O’nu ispat eder.
Çünkü bir şeyi inkâr etmeden
ispat etmek, tasavvur (Düşünme ve anlama yoluyla
şekillendirme) olunamaz ve bunun bir zevki olmaz.
Mesela bir münazaracı, bir
toplantıda her hangi bir meseleyi ortaya atsa, eğer orada ”Kabul etmiyorum” diyen bir muarız (Karşı gelen) bulunmazsa, o neyi ispat edecek ve
nüktesinde (Herkesin anlayamadığı ince mana) ne
zevki olur?
Zira ispat bir nefye (Kanıtlamaya) karşı yapılırsa hoş olur.
İşte bu âlem de Tanrı’nın
vücudunu göstermek için kurulmuş bir meclistir.
Tanrı’nın varlığını kabul ve
ispat eden yahut etmeyen olamazsa, güzelliği kalmaz ve her ikisi de Tanrı’yı
ispat edicidir.
Yârân,
Emir-i İğdişân’ın yanına
gittiler.
O:
“ Hepinizin burada ne işi
var?” diye onlara çıkıştı.Bizim bu kalabalığımız, bir kimseye kötülük etmek için değildir.
Kendimize sabır ve tahammülde
yardımcı olmak ve birbirimizi desteklemek için toplandık, dediler.
Mesela bir taziyet (Başsağlığı dileme) için halk toplanır.
Bu, ölümü uzaklaştırmak için
değildir.
Maksat felaket sahibini
teselli etmek ve içinde bulunduğu dehşeti gidermektir.
“ Müminler
bir nefs-i vahid (Tek kişi ) gibidirler”
(Hadis)Dervişler bir vücut hükmünü taşırlar.
Eğer organlardan biri
ağrırsa, geri kalan organlar da ağrır, musdarip (Acı çeken, ıstırabı olan)
olurlar.
Göz görmesini, kulak
işitmesini, dil söylemesini bırakıp, hepsi orada (O ağrıyan yerde) birleşirler.
Dostluğun şartı, kendini
dost uğruna feda etmek, dost için mücadeleye atılmaktır.
Çünkü hepsinin yüzü bir şeye
çevrilmiştir ve bir denize gark (Nur içine batma)
olmuşlardır.
İmanın eseri ve İslam’ın
şartı da budur.
Vücut ile tanışan bir yük,
canla taşınana nasıl benzer?
“ Bizi
bir zarara uğratamazsın, biz tanrıya döneceğiz”
(Şuara suresi 50)
Mümin, mademki kendisini
Hakk’a feda ediyor, o halde belaya uğradığı, tehlikeyle karşılaştığı zaman
elini ve ayağını niçin bırakmıyorlar?
Mademki Hakk’a doğru gidiyor,
ele ayağa ne lüzum var?
Eli ayağı O’ndan (Kendisinden) bu tarafa gelmen için verdi.
Ayağı ve eli yapan tarafına
gittiğinden, elden ayaktan düşsen ve elsiz ayaksız kalsan, Firavun’un
sihirbazları gibi gitsen ne lazım gelir?
Zehir, gümüş vücutlu sevgili
elinden içilebilir.
Onun acı sözü de şeker gibi
yenilebilir.
Sevgili çok tatlı, pek çok
tatlıdır.
Tuzun olduğu yerde ciğer bile
yenilir.
Tanrı daha iyisini
bilir.
***
FİHİ MAFİH MEVLANA
HAZRETLERİ Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA
***
Neler öğrendik:
1.
Allah yolunda
çalışıp çabalamak ve ahlak olarak kendimizi Tanrı’dan gelecek bağışlara ve
bahşişlere hazırlamamız gerektiğini öğrendik.
2.
Tanrı bilgisi
edinmenin ve söylemenin yeterli olmadığını, bağlılıkla ve yalvarış ahlakıyla
Tanrı’dan bekleyiş içinde olmamız gerektiğini öğrendik.
3.
Tanrı bilgisi
edinenlerin dıştan bir bilgiye sahip olduklarını ancak bu yolda devam edenlerin
Tanrı’dan yardım gelmesiyle içe doğru yol bulabileceklerini öğrendik.
4.
Yapılan iyiliklerde
Tanrı’ya bağlılık ve ibadet oldukça yaptıklarının kabul edileceğini ve nurla
donatılacağını öğrendik.
5.
Tanrı’dan herkese
iyilikler geldiğini öğrendik.
6.
Kiminin Tanrıyı
iyilikler yönüyle gördüğünü ve tanıdığını, kiminde acılarla, eziyetlerle
tanıdığını öğrendik.
7.
İsyancı
olanların, şikâyetçi olanların Tanrı’dan nur alamayacaklarını öğrendik.
8.
Tanrı’nın
vermekle, almakla imtihan ettiğini, kulunun tepkisine göre değerlendirdiğini
öğrendik.
9.
Tüm duyuş,
düşünüş, beden ve davranışlarımızın bir yerde olduğunu, bu yerde bir hastalık
olduğunda her yerimizin etkileneceğinden dikkatli olmamız gerektiğini öğrendik.
İşte böyle yaren,
Yüce Allah’ı bir sevgili
olarak görmemiz ve bilmemizle oluşan aşkın tüm yanlışlardan kurtaracağını, o
yüce makamdan yardım geleceğini, bu yoldan gidenlerin pişman olmayacaklarını
öğrendik, anladık.
*
RAVLİ