15 Şubat 2013 Cuma

FİHİ MAFİH 44. fASIL

Herkes bir yere gitmek ve bir geziye çıkmak isteyince kafasında, oraya gidersem bana birçok hayırlar ve faydalı işler müyesser (Kolay) olur.

Vaziyetim düzelir, dostlarım sevinir, düşmanlarım yerinir gibi bir takım makul düşünceler belirir.

Adamın programı böyledir.
Fakat Tanrı’nın iradesi (İstediği) tamamen başka türlü olur.

Bu kadar tedbirler alıp planlar kurduğu halde, arzusuna uygun olarak bunların bir tanesi bile gerçekleşmez.

Bununla beraber o yine kendi tedbir ve ihtiyarına (Seçme, seçilme, katlanma) güvenir.

Beyit:
Kul tedbir (Bir şeye kavuşmak için yol, çare) alır ve takdirin (Allah’ın her şeyi daha önceden düzenlemesi) ne merkezde olduğunu bilmez.

Tedbir (Bir şeye kavuşmak için yol, çare) ise Tanrı’nın takdiri (Allah’ın her şeyi daha önceden düzenlemesi) karşısında kalmaz.

Bu şuna benziyor:
Mesela bir adam rüyasında yabancı bir şehre düşmüş.
Orada hiç tanıdığı yoktur.

Ne kimse onu, ne de o kimseyi tanıyor.
Sersemlemiş bir halde dolaşıp duruyor.

Pişman olup:
“ Niçin ben bu şehre geldim?
Bir tanıdığım, bir arkadaşım yok?” diye özleyiş ve üzüntü duyuyor.

Ellerini ovuşturuyor, dudağını ısırıyor, uyanınca bakıyor ki ne şehir ne de o insanlar var.

Anlar-bilir ki o tasalanma, o eseflenme, o hasret, faydasızmış; o hale pişman olur, yiten zamana acır.

Fakat bir kere daha uykuya dalınca rastgele kendini gene öyle bir şehirde görür.

Üzülüp kederlenmeğe, tasalanmağa başlar.
Böyle bir şehre geldiğine pişman olur ve ben uyanıkken o duyduğum üzüntüden dolayı pişman olmuştum ve bunun boş, rüya ve faydasız olduğunu biliyordum diye hiç aklına getirmez.

İşte insanlar da yüz bin defa azim ve tedbirlerinin yanlış olduğunu ve arzularına göre hiçbir işin ilerlemediğini, yalnız Ulu Tanrı’nın onlara bir unutkanlık verdiğini, böylece hepsini unuttuklarını gördükleri halde, yine kendi düşünce, irade ve tedbirlerine uyarlar.

Allah kişi ile onun kalbi arasına girer
(Enfal suresi 24)

İbrahim Edhem (Tanı’nın rahmeti onun üzerine olsun) padişahken ava çıkmıştı.

Bir ceylanın arkasından koştu.
O kadar koştu ki askerinden tamamen ayrıldı, uzaklaştı ve yorgunluktan atı kan-ter içinde kalmış olduğu halde, yine atını sürüyor, koşturuyordu.

O sahrada iş haddini aşınca ceylan söze geldi ve yüzünü ona çevirip:
“ Sen bunun için yaratılmadın, Tanrı seni, beni avlaman için yaratmamış, yoktan var etmemiştir.

Farz et ki beni avladın.
Sanki ne olacak?” dedi.

İbrahim bunu işitince bağırıp kendini attan yere attı.
O sahrada çobandan başka kimse yoktu.

İbrahim ona yalvardı ve:
“ Mücevherlerle, padişah esvaplarını (Elbise) silahlarımı ve atımı benden al ve o abanı (Yünden yapılmış elbise) bana ver, kimseye de bir şey söyleme, benim durumumdan bahsetme” dedi.

Abayı giydi ve yolu tuttu.
Şimdi bak, onun istediği neydi, Tanrı’nın istediği neydi?

O ceylan avlamak istedi, Yüce Tanrı onu ceylan ile avladı.
Bilesin ki bu dünyada yalnız O’nun istediği olur.
Murat O’nun mülküdür ve maksatlar da uyruklarıdır.

Ömer (Tanrı ondan razı olsun) İslam olmadan önce, kendi kız kardeşinin evine geldi.

Kardeşi, Kur’an okuyor ve yüksek sesle:
Taha ma enzelna (Biz sana Kur’an’ı sana, güçlük çekesin diye değil.)” diyordu.

Kardeşini görünce Kur’an’ı sakladı ve sustu.
Ömer kılıcını kınından çıkarıp:
“ Söyle bakalım ne okuyordun ve niçin sakladın?
Yoksa hemen şu anda boynunu kılıçla koparırım, kurtuluş yok” dedi.

Kız kardeşi pek çok korktu ve onun kızgınlığını, dehşetini bildiği için can korusuyla itiraf edip dedi ki:

Ulu Tanrı’nın bu zamanda Muhammed’e (Tanrı’nın selam ve salâtı onun üzerine olsun) gönderdiği Kelam’dan okuyordum.

Ömer:
“ Oku işiteyim!” dedi.
Kız kardeşi, Taha suresini okudu.
Ömer pek çok kızdı ve kızgınlığı yüz misli arttı:

“ Eğer şimdi seni öldürürsem, bu aciz bir kimseyi öldürmek olur.
Evvela gidip onun kafasını keseyim, ondan sonra senin işine bakayım” dedi.

Böylece son derece kızgın olarak, yalın kılıçla Muatafa’nın Mescidine doğru yollandı.

Yolda Kureyş’in ileri gelenleri onu görüp:
“İşte Ömer, Muhammed’in canını kıymaya gidiyor.

Her halde bu iş gelse-gelse Ömer’in elinden gelir” dediler.
Çünkü Ömer çok kuvvetli ve mert tabiatlı idi.

Karşılaştığı her orduya galip gelir ve onların kesik kafalarını nişan olarak gösterirdi.

O kadar ki Mustafa (Tanrı’nın selam ve salâtı onun üzerine olsun) daima:
Et Tanrım!
Benim dinimi Ömer’le destekle yahut Ebu Cehl ile” derdi.

Çünkü her ikisi de kendi zamanlarında kuvvet, mertlik ve korkusuzluklarıyla tanınmışlardı.

Sonunda Ömer Müslüman olunca ağlar ve “ Ey Tanrı’nın elçisi vay bana!
Eğer Ebu Cehl adını benden önce söyleseydin ve “Allah’ım benim dinimi Ebu Cehl ile veya Ömer ile!” deseydin benim halim ne olurdu?

Ben şimdi yolumu şaşırır, dalaletle kalmış olurdum “ derdi.
Hulasa yolda yalın kılıçla Tanrı’nın elçisinin mescidine yöneldi.

Bu esnada Cebrail (Tanrı’nın selam ve salâtı onun üzerine olsun) Mustafa’ya.

Ey Tanrı’nın elçisi işte Ömer geliyor!
İslam olunca onu kucakla!” Diye vahiy getirdi.

Ömer Mescide girer girmez, nurdan bir okun Mustafa’dan fırlayıp kendi kalbine saplandığını açıkça gördü.

Feryat edip, baygın bir halde yere düştü.
Ruhunda bir aşk ve sevgi meydana geldi ve sevgisinin çokluğundan, adeta Mustafa’da erimek ve yok olmak istiyordu.

“ Ey Tanrı’nın elçisi bana iman teklif et ve o kutlu kelimeyi söyle ki işiteyim” dedi.

Ömer Müslüman olunca:
“ Şimdi yalın kılıçla seni öldürmeye gelmiştim.

Bu günahın şükranesi ve kefareti olarak, bundan sonra senin arkandan kimin kötü bir söylediğini işitirsem onu sağ bırakmayıp, bu kılıçla kafasını gövdesinden hemen ayıracağım” diye yemin etti.

Mescidden çıkar çıkmaz ansızın babası karşısına çıkıp:
“ Dininden döndün değil mi?” dedi.

Ömer derhal babasının başını gövdesinden ayırdı ve kanlı kılıç elinde giderken, Kureyş’in büyük adamları kanlı kılıcını görüp:

(Düşmanın) Başını getireceğine bize söz vermiştin.
Hani getireceğin baş? Dediler.

Ömer:
“ İşte” dedi.

Onlar:
“ Bu kafayı buradan getirdin!” dediler.

O:
“ Hayır, bu önce getirmek istediğim kafa değildir.
Başka bir kafadır.” Dedi.

Şimdi bak!
Ömer’in kastı ne idi?

Ulu Tanrı’nın ondan muradı ne oldu?
Bundan da, bütün O’nun işlerinin olduğunu bilmiş ol.

Beyit:
Ömer elinde kılıç Tanrı’nın elçisini öldürmek için gelir.
Tanrı’nın tuzağına düşer ve şansından Peygamberin nazarına mazhar olur.

İşte eğer size de ne getirdiniz?
Diye sorarlarsa, baş getirdim deyiniz.

Biz bu başı görmüştük, derlerse, hayır bu baş o baş değildir, başka bir baştır.

Baş kendisinde bir sır bulunan baştır.
Yoksa içinde sır olmayan bin baş bir para etmez.

Bu ayeti okudular:
Biz evi insanlar için toplanma yeri yaptık.
Onu emin bir yer kıldık.

Müminlere:
İbrahim’in makamını namazgâh edinin.

İbrahim:
Ey Tanrım!
Beni kendi rıza hil’atinle (Süslü elbise) şereflendirdin ve seçkin kıldın.

Benim zürriyetime de bu şeref ve kerameti nasip et” dedi.
(Bakara suresi 125)

Ulu Tanrı:
Zalimler ahdime nail olmaz
(Onlar için söz vermem)
(Bakara suresi 124) buyurdu.

Yani, zalim olanlar benim hil’atime (Süslü elbise) ve kerametime layık değiller, demektir.

İbrahim Ulu Tanrı’nın zalimler ve isyancılara inayeti (Yardımı) olmadığını anlayınca bir kayıt koyup:

“ Ey Tanrım!
O iman getirenleri ve zalim olmayanları kendi rızkınla nasiplendir, onlardan bunu esirgeme” dedi.

Ulu Tanrı buyurdu ki:
Rızık (Yiyecek, içecek) umumidir.
Herkesin ondan nasibi vardır.

Ve bu misafirhaneden (Dünya’dan) bütün mahlûklar faydalanır ve hisselerini alırlar.

Yalnız Tanrı’nın bu rıza ve kabul hil’ati ve keramet şerefi has (Katışıksız, temiz) ve seçkin kullarına nasip olur.

Dışa bakıp, dışı görenler derler ki:
Bu ayetteki Beyt’ten (Evden) maksat Kâbe’dir ki her kim oraya sığınırsa afetlerden korunur ve orada avlanmak haramdır.

Bir kimseye eziyet etmek doğru değildir.
Ulu Tanrı onu seçmiştir, doğru ve güzel.

Ancak bu Kur’an’ın dış manasıdır.
Muhakkikler Araştırma yapanlar) derler ki:

Beyt (Ev) insanın içidir.
Yani, Ey Tanrım, içimi nefsin uğraşılarından ve vesveselerinden boşalt.

Bozuk ve yanlış heves ve düşüncelerden temizle ki onda hiçbir korku kalmasın, emniyet görünsün ve orası tamamen senin vahiy yerin olsun.

Oraya şeytan ve vesveseler girmesin, yol bulmasın.
Bunun gibi mesela Ulu Tanrı şeytanların meleklerin sırlarını işitmemeleri ve hiç kimsenin onların durumlarını bilmemeleri, her türlü zarar ve ziyandan uzak bulunmaları için gökyüzüne Şahapları (Kıvılcım, akan yıldız) memur etmiştir.

Yani, Ey Tanrım!
Sen de kendi inayet (Yardım) bekçilerini bizim içimize memur et ki şeytanların vesveseleri, heva-vü hevesleri ve nefsimizin hilelerini bizden uzaklaştırsınlar.

Bu mana batıl ehli (Yanlış anlayışlı) olanlarla, muhakkiklerin (İnceleyerek öğrenen)  verdiği manadır.

Herkes yerinden kalkar.
Kıran (Para) iki yüzlüdür.

Bazısı onun bir yüzünden faydalanır, bazıları öbür yüzünden.
Her ikisi de doğrudur.

Çünkü Ulu Tanrı her iki kavmin de ondan faydalanmasını ister.

Mesela bir kadının bir kocası ve bir de süt emen çocuğu olsa, kadın her ikisinden de ayrı bir zevk alır..

Çocuğun zevki annesinin sütü ve memesindendir.
Kocası ise eşi olduğu için zevk alır.

İnsanlar yolun çocuklarıdır.
Herkes Kur’an’dan zahiri (Okunuşundan, dinlemesinden) bir tad alır ve sütünden gıda alır.

Yalnız o olgunlar için Kur’an’ın manasından ayrı bir zevk vardır ve onlar başka türlü anlarlar.

İbrahim’in makamı ve musallası (Namaz kılmaya müsait açık yer) Kâbe etrafında bir yerdir ki zahir ehli (Görünür taraflara bakıp iç yüze aldırış etmeyen):

“ Orada iki rekât namaz kılmalıdır!” derler.
Bu iyi!

Evet, yalnız İbrahim’in yeri muhakkikler (Gerçeği arayıp meydana çıkaran, soruşturucu) yanında orasıdır ki, sen orada Hak için kendini ateşe atarsın ve kendini bu makama çalışıp çabalamak suretiyle ve kendini feda etmek suretiyle erişebilirsin.

Tanrı yolunda yahut bu makamın (Durulan yer) yanında, o kendini Tanrı uğrunda feda etti.

Yani onun indinde (Kendince) nefsin tehlikesi kalmamıştır ve hiç de kendinden korkmaz.

İbrahim’in makamında iki rekât namaz kılmak iyidir.
Fakat bu öyle bir namaz ki onun kıyamı (Ayakta durması) bu âlemde, rükû’u (Eğilmesi) öbür âlemdedir.

Kâbe’den maksat velilerin ve nebilerin gönülleridir ve burası Tanrı’nın vahyinin yeridir.

Kâbe onun fer’idir (İkinci derecede önemi olan).
Eğer gönül olmasa Kâbe ne işe yarar?

Veliler ve nebiler tamamen kendi muratlarını terk etmişler ve Tanrı’nın muradına o şekilde uymuşlardır ki O’nun buyurduğu her şeyi yapar ve O’nun inayeti olmayan kimselerden, isterse anneleri babaları olsun, nefret ederler ve o kimse artık gözlerine düşman gibi görünür.

Beyit:
Biz kendi gönlümüzün dizginini senin eline bıraktık.
Sen her ne kadar pişti mi?

Desen, ben yandı bile!
Derim.

Sen her ne söylersen misaldir.
Mesel değildir.

Misal (Masal, rüya, düş, benzer, andırır) başka, mesel (Örnek, benzer, numune) başkadır

Ulu Tanrı, kendi nurunu kandile benzetmiştir.
Bu misaldir ve velilerin vücudunu da şişeye benzetir.

Bu da misaldir.
Yoksa onun nuru Kevn-ü mekâna (Varlık, kâinat) sığmadığı halde kandile, şişeye nasıl sığar?

Celâli yüce olan Tanrı’nın nurlarının doğduğu yerler gönüle sığar mı?
Fakat istediğin zaman onu kalbinde bulursun.

Yalnız bu, zarfiyet (Kap, kılıf, muhafaza) bakımından bir nur ordadır, demek değil, belki bunu orada, resmini aynada bulduğun gibi bulursun demektir.

Bununla beraber senin resmin aynada değildir.
Yalnız dünyaya baktığın için orada kendini görüyorsun.

Mesela akla uygun olmayan şeyleri misal ile söylerse, akla uygun gelir.
Akli (Akıl ile bilinen veya bulunan şeyler, akla dayanan) olunca da mahsus (Özel) olur.

Şunun gibi:
Biri gözünü kapatınca garip, tuhaf şeyler görüyor.
Ve mahsus (Özel) suretler, şekiller müşahede (Gözle görme) ediyor.

Gözünü açtığı zaman hiçbir şey görmüyor, dersen hiç kimse bu akla uygun bulmaz ve inanmaz,

Yalnız bunun için bir misal söylersen, o zaman iyice anlaşılır.
Mesela bir kimse rüyasında yüz bin türlü şey görüyor.             

Uyanıkken bunun bir tanesini bile görmesi imkânsızdır.
Bunun gibi, biri içinden bir ev tasavvur etse, evin şeklini, enini, boyunu tasarlarsa, bunu hiç kimse aklına sığdırmaz.

Fakat mimar, onun şeklini, bir kâğıda çizerse, o zaman belli olur ve onun ne olduğu, nasıl olacağını belirtirse akla uygun gelir ve ondan sonra, makul (Akla uygun) olduğundan evi kurarsa bu mahsus (Özel) bir şekil olur.

Bundan da anlaşılıyor ki bütün makul olmayan (Yani akla ilk bakışta uygun gelmeyen şeyler) misal vermek suretiyle makul (Akla uygun) ve mahsus (Özel) oluyor.

Tıpkı şunun gibi:
Derler ki:

Öteki dünyada herkesin sevap, günah defteri dağıtılır.
Bazısının sağ eline, bazısının da sol eline gelir.

Ve yine:
“ Öteki dünyada melekler, arş ateş ve cennet vardır.
Bir mizan (Terazi), hesap ve kitap bulunur” derler.

Fakat buna bir misal vermedikçe, onun bu dünyada her ne kadar benzeri yoksa da, belli olmaz.

O ancak misalle belli olur.
Onun bu âlemde benzeri şunun gibidir:

Mesela padişah, kadı, terzi, ayakkabıcı ve daha başkaları gibi, bütün insanlar gece uyurlar.

Bunlar uyuyunca bütün düşünceleri uçar ve hiç kimsede bir düşünce kalmaz.

Fakat İsrafil’in nefesi gibi olan sabahın aydınlığı üfleyip, onların cisimlerindeki bütün zerreleri dirilttiği zaman, her birinin düşüncesi uçuşan nameler gibi, herkese doğru gelir ve hiç yanlışlık olmaz.

Terzinin düşüncesi terziye doğru, fakih’inki fakihe doğru,   demircinin ki demirciye doğru, zalimin düşüncesi zalime, adilin düşüncesi adile doğru gelir.

Hiçbir kimse gece terzi olarak uyuyup sabahleyin ayakkabıcı olarak kalkar mı?

Çünkü onun işi gücü ne ise yine onunla meşgul olur ve o dünyada              da böyle olacağını bilmelisin.

Bu imkânsız değildir, hatta bu dünyada da hakikat olmuştur.
O halde eğer bir kimse bu misale hizmet eder ve ipin ucuna varırsa, o dünyanın bütün ahvalini (Durumunu) görür, müşahede (Gözle görür) eder, kokusunu alır ve bu ona keşfedilmiş olur.

İşte o zaman hepsinin Tanrı’nın kudretine sığdığını bilir.
Mesela mezarda çok çürümüş kemikler görürsün.

Bunlar rahatlığa müteallik (ilişiği) olmalı.
Memnun, kendinden geçmiş bir halde uyumuş ve o zevkten, mestlikten (Sarhoşluk) de haberi vardır.

Bu toprağı hoş olsun!
Dedikleri boşuna değildir.

Eğer toprağın hoşluktan haberi olmasaydı, bunu nasıl söylerlerdi?

ŞİİR:
O ay’a benzeyen güzelin ömrü yüz yıl ve benim gönlüm de onun ok torbası olsun.
Gönlüm, kapısının toprağında ne güzel can verdi.

Yarabbi!
Ona, toprağı hoş olsun!
Diye kim dua etmişti?

Bunun benzeri, mahsûsât âleminde (Görünür, korunur âlem) vakidir (Koruyan, saklayan).

Mesela bir yatakta uyuyan iki kişiden biri kendisini sofralar, gül bahçeleri ve cennet ortasında, öbürü ise yılanlar, cehennem zebanileri ve akrepler arasında görüyor.

Eğer ikisinin arasına karışırsan, ne bunu ne de onu görürsün.
O halde bazısının parçaları da mezarda rahat, zevk ve memnunluk içinde kendinden geçmiş olur, bazısının ki ise azap, elem ve mihnet (Zahmet, eziyet) içinde bulunur.

Sen de ne bunu ne de onu görebilirsin.
Bunda şaşılacak ne var sanki?

İşte böylece makul olmayanın Yani akla ilk bakışta uygun gelmeyen şeyler) , misal (Masal, rüya, düş, benzer, andırır) vermekle, makul (Akla uygun)  olduğu ve misalin mesele (Örnek, benzer, numune) benzemediği anlaşılmış oldu.

Mesela arif ferağlığa ve zevke bahar adını vermiştir.
Keder, üzüntü, sıkıntıya da sonbahar der.

Sevinç, memnunluk bahara veya üzüntü, keder sonbahara nereden benzer?
Bu ancak misaldir (Masal, rüya, düş, benzer, andırır) ve bu olmadan o mana kavranamaz, tasavvur ve idrak (Anlayış, akıl erdirme, yetişme, erişme, olgunluk) edilemez.

Bunun gibi Ulu Tanrı buyuruyor ki:
“Körle gören bir değil, karanlıkla aydınlık da bir değil, gölge ile sıcaklık da bir değil
(Fatır suresi 19.20.21)

Burada Tanrı imanı aydınlığa ve küfrü (Allah’a ve dine ait şeylere inanmamak) karanlığa yahut imanı hoş bir gölgeye, küfrü de amansız, beyni kaynatan yakıcı bir güneşe nispet (Bağlılık, ilgi) buyurmuştur.

İmanın letafeti (Hoşluk, güzellik, nezaket, yumuşaklık) ve nuru (Aydınlık, parıltı, patlaklık), o âlemin nuruna yahut küfrü ve karanlığı bu âlemin karanlığına nasıl benzer?

Eğer bir kimse biz konuşurken uyursa, o uyku, boş bulunmaktan değil, belki güvendendir.

Mesela bir kervan çok korkunç bir yoldan ve gecenin karanlığında ilerlerken, düşmanlardan zarar gelmesi korkusuyla (Develeri) boyuna sürüp koşturur, kulaklarına köpek veya horoz sesi gelip de, köye varınca güzelce uyurlar.

Yolda hiç ses seda yokken, korkudan uykuları gelmiyordu.
Hâlbuki köyde emniyet olduğundan, bütün o köpek havlamalarına ve horoz seslerine rağmen iç huzuru ve sevinç içinde derin bir uykuya dalıyorlar.

Bizim sözümüz de emniyet ve mamurluktan geliyor, nebilerin, velilerin sözüdür.
Ruhlar tanıdıklarının sözünü duyunca güven duyup korkudan kurtulurlar.

Çünkü bu sözden ona ümit ( Her şeyden bağımsız sadece Allah’la olan özel bağ kurma olayıdır. Sebep, neden, Vb. sıralı oluşumdan bağımsızdır) ve devlet kokusu gelir.

Mesela bir kimse karanlık bir gecede kervanla yolculuk etse, korkusunun fazlalığından, haramilerin her an kervanın içine girdiklerini sanır, onları sözleriyle, sesleriyle tanımak için konuşmalarını duymak ister: bir şey duymayınca da emin olur.

Ey Muhammed sen : “ Oku!” de
(Hadis)

Demek istiyor ki:
Senin zatın o kadar latiftir (Yumuşak, hoş, güzel, nazik) ki nazarlar (Bakışlar) ona eremez.

Fakat konuştuğun zaman, ruhlarına aşina (Bildik, tanıdık) olduğunu anlarlar ve bundan emin olup rahat ederler.

Onun için sen konuş ey Muhammed!

ŞİİR:
Cismin o kadar zayıf ki sadece bir insan olduğun anlaşılıyor.
Seninle karşı karşıya konuşmazsam, safiyetten beni göremezsin.

Tarlada bir hayvancık vardır ki pek küçük olduğundan göze gözükmez.
Fakat ses çıkardığı zaman, onu sesiyle görürler.

Yani yaratıklar bu dünya tarlasında batmışlardır.
Senin zatın pek latif olduğundan göze görünmez.

Seni tanımaları için söz söylemelisin.
Bir yere gitmek istediğin zaman oraya önce senin gönlün gider, görünür ve oranın durumunu öğrenir.

O zaman dönüp gövdeni sürükler.
İşte bütün bu yaratıklar (İnsanlar) nebilere ve velilere nispetle gövdeler gibidir.

Onlar ise âlemin kalbidir.

Önce onlar dünyayı dolaştılar, beşerilikten (İnsana mensup), et ve deriden kurtulduktan sonra, hem o dünyanın hem bu dünyanın altını üstünü öğrendiler, menziller kat ettiler.

İşte böylece bu yolun nasıl bilineceğini öğrenmiş oldular.
Sonra da gelip insanlara:

O asli olan âleme geliniz.
Çünkü burası haraplık âlemidir.

Fani (yokluk) sarayıdır.
Biz güzel bir yer bulduk.
Size bildiriyoruz” diye davet ettiler.

İşte bu yüzden ruh, bütün hallerde, sevgili ile beraberdir ve onun menziller kat etmeğe ihtiyacı olmadığı gibi, yol kesiciden ve esterin (Katır) palanının (Semer, eğer) kaybolmasından da korkmasına lüzum yoktur.

Bunlarla kayıtlı bulunan zavallı gövdedir.

ŞİİR:
Kalbime:
“ Ey kalbim, bilgisizliğinde kimin hizmetinden mahrum olduğunu biliyor musun?” dedim.

Kalbim de bana:
“ Beni yanlış anlıyorsun.

Ben daima hizmetle meşgulüm, sergerdan (Başı dönen, sersem, şaşkın) olan sensin” dedi.

Her nerede ve her ne halde olursan ol, dost ve âşık olmaya çalış.
Muhabbet senin mülkün olunca, sonuna kadar, her zaman dost olursun.

İster mezarda, ister kıyamette, ister cennette olsun.
Mademki sen buğday ektin, muhakkak buğday biter ve ambarda bu aynı buğday, tandırda da bu buğday bulunur.

Mecnun Leyla’ya mektup yazmak istedi, kalemi alıp da şu beyti yazdı:
Hayalin güzümde,
Adın ağzımda,
Yâdın (Hatırın) kalbimde.

Ben nereye yazayım?
Seni hayalin gözlerimde yerleşmiş,

Adın dilimden düşmüyor,
Yâdın (Hatırın) canımın içinde yer etmiş,

O halde mektubu kime yazayım
Sen ki bu yerlerde gezip dolaşıyorsun.

Kalemi kırıp kâğıdı yırttı.

Birçok insanların kalbi bu sözlerle dolu olabilir.
Fakat kelime ve cümleler haline getiremezler.

Her ne kadar söylemek ister de söyleyemezlerse buna şaşılmaz ve bu kimselerin durumu, aşka mani değildir.

Belki esas olan kalbin dileği aşk ve sevgidir.
Mesela çocuk sütün aşığıdır ve ondan yardım görür, kuvvet alır.

Bununla beraber sütü anlatamaz ve onun tarifini yapamaz, cümleler haline getiremez ve:

“ Ben sür içmekten ne zevk alıyorum?
Onu içmemekle nasıl zayıflıyorum, üzülüyorum?” diyemez.

Fakat buna rağmen yetişkin bir kimse, her ne kadar yüz türlü şeylerle sütü anlatsa, tarif etse de o bunlarla sütten hiç tad alamaz.

                                ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ                        
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:
Neler öğrenmedik ki?                       *RAVLİ

Popüler Yayınlar