Vaziyetim düzelir, dostlarım
sevinir, düşmanlarım yerinir gibi bir takım makul düşünceler belirir.
Adamın programı böyledir.
Fakat Tanrı’nın iradesi
(İstediği) tamamen başka türlü olur.
Bu kadar tedbirler alıp
planlar kurduğu halde, arzusuna uygun olarak bunların bir tanesi bile
gerçekleşmez.
Bununla beraber o yine kendi
tedbir ve ihtiyarına (Seçme, seçilme, katlanma) güvenir.
Beyit:
Kul tedbir (Bir şeye kavuşmak için yol, çare) alır ve takdirin (Allah’ın her şeyi daha önceden
düzenlemesi) ne merkezde olduğunu bilmez.
Tedbir (Bir şeye kavuşmak için yol, çare) ise Tanrı’nın takdiri (Allah’ın her şeyi daha önceden
düzenlemesi) karşısında kalmaz.
Bu şuna benziyor:
Mesela bir adam rüyasında
yabancı bir şehre düşmüş.Orada hiç tanıdığı yoktur.
Ne kimse onu, ne de o kimseyi
tanıyor.
Sersemlemiş bir halde dolaşıp
duruyor.
Pişman olup:
“ Niçin ben bu şehre geldim?Bir tanıdığım, bir arkadaşım yok?” diye özleyiş ve üzüntü duyuyor.
Ellerini ovuşturuyor,
dudağını ısırıyor, uyanınca bakıyor ki ne şehir ne de o insanlar var.
Anlar-bilir ki o tasalanma, o
eseflenme, o hasret, faydasızmış; o hale pişman olur,
yiten zamana acır.
Fakat bir kere daha uykuya
dalınca rastgele kendini gene öyle bir şehirde görür.
Üzülüp kederlenmeğe,
tasalanmağa başlar.
Böyle bir şehre geldiğine
pişman olur ve ben uyanıkken o duyduğum üzüntüden dolayı pişman olmuştum ve
bunun boş, rüya ve faydasız olduğunu biliyordum
diye hiç aklına getirmez.
İşte insanlar da yüz bin defa
azim ve tedbirlerinin yanlış olduğunu ve arzularına göre hiçbir işin
ilerlemediğini, yalnız Ulu Tanrı’nın onlara bir unutkanlık verdiğini, böylece
hepsini unuttuklarını gördükleri halde, yine kendi
düşünce, irade ve tedbirlerine uyarlar.
“ Allah
kişi ile onun kalbi arasına girer”
(Enfal suresi 24)
İbrahim Edhem (Tanı’nın
rahmeti onun üzerine olsun) padişahken ava çıkmıştı.
Bir ceylanın arkasından
koştu.
O kadar koştu ki askerinden
tamamen ayrıldı, uzaklaştı ve yorgunluktan atı kan-ter içinde kalmış olduğu
halde, yine atını sürüyor, koşturuyordu.
O sahrada iş haddini aşınca
ceylan söze geldi ve yüzünü ona çevirip:
“ Sen bunun için
yaratılmadın, Tanrı seni, beni avlaman için yaratmamış, yoktan var etmemiştir.
Farz et ki beni avladın.
Sanki ne olacak?” dedi.
İbrahim bunu işitince bağırıp
kendini attan yere attı.
O sahrada çobandan başka
kimse yoktu.
İbrahim ona yalvardı ve:
“ Mücevherlerle, padişah
esvaplarını (Elbise) silahlarımı ve atımı benden al ve o abanı (Yünden yapılmış
elbise) bana ver, kimseye de bir şey söyleme, benim durumumdan bahsetme” dedi.
Abayı giydi ve yolu tuttu.
Şimdi bak, onun istediği
neydi, Tanrı’nın istediği neydi?
O ceylan avlamak istedi, Yüce
Tanrı onu ceylan ile avladı.
Bilesin ki bu dünyada yalnız O’nun istediği olur.Murat O’nun mülküdür ve maksatlar da uyruklarıdır.
Ömer (Tanrı ondan razı olsun)
İslam olmadan önce, kendi kız kardeşinin evine geldi.
Kardeşi, Kur’an okuyor ve
yüksek sesle:
“ Taha
ma enzelna (Biz sana Kur’an’ı sana, güçlük çekesin diye değil.)”
diyordu.
Kardeşini görünce Kur’an’ı
sakladı ve sustu.
Ömer kılıcını kınından
çıkarıp:“ Söyle bakalım ne okuyordun ve niçin sakladın?
Yoksa hemen şu anda boynunu kılıçla koparırım, kurtuluş yok” dedi.
Kız kardeşi pek çok korktu ve
onun kızgınlığını, dehşetini bildiği için can korusuyla itiraf edip dedi ki:
Ulu Tanrı’nın bu zamanda
Muhammed’e (Tanrı’nın selam ve salâtı onun üzerine olsun) gönderdiği Kelam’dan
okuyordum.
Ömer:
“ Oku işiteyim!” dedi.Kız kardeşi, Taha suresini okudu.
Ömer pek çok kızdı ve kızgınlığı yüz misli arttı:
“ Eğer şimdi seni öldürürsem,
bu aciz bir kimseyi öldürmek olur.
Evvela gidip onun kafasını
keseyim, ondan sonra senin işine bakayım” dedi.
Böylece son derece kızgın
olarak, yalın kılıçla Muatafa’nın Mescidine doğru yollandı.
Yolda Kureyş’in ileri
gelenleri onu görüp:
“İşte Ömer, Muhammed’in
canını kıymaya gidiyor.
Her halde bu iş gelse-gelse
Ömer’in elinden gelir” dediler.
Çünkü Ömer çok kuvvetli ve
mert tabiatlı idi.
Karşılaştığı her orduya galip
gelir ve onların kesik kafalarını nişan olarak gösterirdi.
O kadar ki Mustafa (Tanrı’nın
selam ve salâtı onun üzerine olsun) daima:
“ Et
Tanrım!Benim dinimi Ömer’le destekle yahut Ebu Cehl ile” derdi.
Çünkü her ikisi de kendi
zamanlarında kuvvet, mertlik ve korkusuzluklarıyla tanınmışlardı.
Sonunda Ömer Müslüman olunca
ağlar ve “ Ey Tanrı’nın elçisi vay bana!
Eğer Ebu Cehl adını benden
önce söyleseydin ve “Allah’ım benim dinimi Ebu Cehl ile veya Ömer ile!”
deseydin benim halim ne olurdu?
Ben şimdi yolumu şaşırır,
dalaletle kalmış olurdum “ derdi.
Hulasa yolda yalın kılıçla
Tanrı’nın elçisinin mescidine yöneldi.
Bu esnada Cebrail (Tanrı’nın
selam ve salâtı onun üzerine olsun) Mustafa’ya.
“ Ey
Tanrı’nın elçisi işte Ömer geliyor!
İslam olunca onu
kucakla!” Diye vahiy getirdi.
Ömer Mescide girer girmez,
nurdan bir okun Mustafa’dan fırlayıp kendi kalbine saplandığını açıkça gördü.
Feryat edip, baygın bir halde
yere düştü.
Ruhunda bir aşk ve sevgi
meydana geldi ve sevgisinin çokluğundan, adeta Mustafa’da erimek ve yok olmak
istiyordu.
“ Ey Tanrı’nın elçisi bana
iman teklif et ve o kutlu kelimeyi söyle ki işiteyim” dedi.
Ömer Müslüman olunca:
“ Şimdi yalın kılıçla seni
öldürmeye gelmiştim.
Bu günahın şükranesi ve
kefareti olarak, bundan sonra senin arkandan kimin kötü bir söylediğini
işitirsem onu sağ bırakmayıp, bu kılıçla kafasını gövdesinden hemen ayıracağım”
diye yemin etti.
Mescidden çıkar çıkmaz
ansızın babası karşısına çıkıp:
“ Dininden döndün değil mi?”
dedi.
Ömer derhal babasının başını
gövdesinden ayırdı ve kanlı kılıç elinde giderken, Kureyş’in büyük adamları
kanlı kılıcını görüp:
(Düşmanın) Başını
getireceğine bize söz vermiştin.
Hani getireceğin baş?
Dediler.
Ömer:
“ İşte” dedi.
Onlar:
“ Bu kafayı buradan
getirdin!” dediler.
O:
“ Hayır, bu önce getirmek
istediğim kafa değildir.Başka bir kafadır.” Dedi.
Şimdi bak!
Ömer’in kastı ne idi?
Ulu Tanrı’nın ondan muradı ne
oldu?
Bundan da, bütün O’nun işlerinin olduğunu bilmiş ol.
Beyit:
Ömer elinde kılıç
Tanrı’nın elçisini öldürmek için gelir.Tanrı’nın tuzağına düşer ve şansından Peygamberin nazarına mazhar olur.
İşte eğer size de ne
getirdiniz?
Diye sorarlarsa, baş getirdim
deyiniz.
Biz bu başı görmüştük,
derlerse, hayır bu baş o baş değildir, başka bir baştır.
Baş kendisinde bir
sır bulunan baştır.
Yoksa içinde sır
olmayan bin baş bir para etmez.
Bu ayeti okudular:
“ Biz
evi insanlar için toplanma yeri yaptık.Onu emin bir yer kıldık.
Müminlere:
İbrahim’in makamını
namazgâh edinin.
İbrahim:
Ey Tanrım! Beni kendi rıza hil’atinle (Süslü elbise) şereflendirdin ve seçkin kıldın.
Benim zürriyetime
de bu şeref ve kerameti nasip et” dedi.
(Bakara suresi 125)
Ulu Tanrı:
“ Zalimler
ahdime nail olmaz” (Onlar için söz vermem)
(Bakara suresi 124) buyurdu.
Yani, zalim olanlar benim
hil’atime (Süslü elbise) ve kerametime layık değiller, demektir.
İbrahim Ulu Tanrı’nın
zalimler ve isyancılara inayeti (Yardımı) olmadığını anlayınca bir kayıt koyup:
“ Ey Tanrım!
O iman getirenleri ve zalim
olmayanları kendi rızkınla nasiplendir, onlardan bunu esirgeme” dedi.
Ulu Tanrı buyurdu ki:
Rızık (Yiyecek, içecek) umumidir.Herkesin ondan nasibi vardır.
Ve bu misafirhaneden
(Dünya’dan) bütün mahlûklar faydalanır ve hisselerini alırlar.
Yalnız Tanrı’nın bu rıza ve
kabul hil’ati ve keramet şerefi has (Katışıksız, temiz) ve seçkin kullarına
nasip olur.
Dışa bakıp, dışı görenler
derler ki:
Bu ayetteki Beyt’ten (Evden)
maksat Kâbe’dir ki her kim oraya sığınırsa afetlerden korunur ve orada avlanmak
haramdır.
Bir kimseye eziyet etmek
doğru değildir.
Ulu Tanrı onu seçmiştir,
doğru ve güzel.
Ancak bu Kur’an’ın dış
manasıdır.
Muhakkikler Araştırma
yapanlar) derler ki:
Beyt (Ev) insanın içidir.
Yani, Ey Tanrım, içimi nefsin
uğraşılarından ve vesveselerinden boşalt.
Bozuk ve yanlış heves ve
düşüncelerden temizle ki onda hiçbir korku kalmasın, emniyet görünsün ve orası
tamamen senin vahiy yerin olsun.
Oraya şeytan ve vesveseler
girmesin, yol bulmasın.
Bunun gibi mesela Ulu Tanrı
şeytanların meleklerin sırlarını işitmemeleri ve hiç kimsenin onların
durumlarını bilmemeleri, her türlü zarar ve ziyandan uzak bulunmaları için
gökyüzüne Şahapları (Kıvılcım, akan yıldız) memur etmiştir.
Yani, Ey Tanrım!
Sen de kendi inayet (Yardım)
bekçilerini bizim içimize memur et ki şeytanların vesveseleri, heva-vü
hevesleri ve nefsimizin hilelerini bizden
uzaklaştırsınlar.
Bu mana batıl ehli (Yanlış
anlayışlı) olanlarla, muhakkiklerin (İnceleyerek öğrenen) verdiği manadır.
Herkes yerinden kalkar.
Kıran (Para) iki yüzlüdür.
Bazısı onun bir yüzünden
faydalanır, bazıları öbür yüzünden.
Her ikisi de doğrudur.
Çünkü Ulu Tanrı her iki
kavmin de ondan faydalanmasını ister.
Mesela bir kadının bir kocası
ve bir de süt emen çocuğu olsa, kadın her ikisinden de ayrı bir zevk alır..
Çocuğun zevki annesinin sütü
ve memesindendir.
Kocası ise eşi olduğu için
zevk alır.
İnsanlar yolun çocuklarıdır.
Herkes Kur’an’dan zahiri (Okunuşundan,
dinlemesinden) bir tad alır ve sütünden gıda alır.
Yalnız o olgunlar için Kur’an’ın manasından ayrı bir zevk vardır ve
onlar başka türlü anlarlar.
İbrahim’in makamı ve
musallası (Namaz kılmaya müsait açık yer) Kâbe
etrafında bir yerdir ki zahir ehli (Görünür taraflara
bakıp iç yüze aldırış etmeyen):
“ Orada iki rekât namaz
kılmalıdır!” derler.
Bu iyi!
Evet, yalnız İbrahim’in yeri
muhakkikler (Gerçeği arayıp meydana çıkaran,
soruşturucu) yanında orasıdır ki, sen orada Hak için kendini ateşe
atarsın ve kendini bu makama çalışıp çabalamak suretiyle ve kendini feda etmek
suretiyle erişebilirsin.
Tanrı yolunda yahut bu makamın (Durulan yer) yanında, o kendini Tanrı uğrunda feda etti.
Yani onun indinde (Kendince) nefsin tehlikesi kalmamıştır ve hiç de
kendinden korkmaz.
İbrahim’in makamında iki
rekât namaz kılmak iyidir.
Fakat bu öyle bir namaz ki
onun kıyamı (Ayakta durması) bu âlemde, rükû’u (Eğilmesi) öbür âlemdedir.
Kâbe’den maksat velilerin ve
nebilerin gönülleridir ve burası Tanrı’nın vahyinin yeridir.
Kâbe onun fer’idir (İkinci
derecede önemi olan).
Eğer gönül olmasa Kâbe ne işe
yarar?
Veliler ve nebiler tamamen
kendi muratlarını terk etmişler ve Tanrı’nın muradına o şekilde uymuşlardır ki O’nun buyurduğu her şeyi yapar ve O’nun inayeti olmayan kimselerden, isterse anneleri
babaları olsun, nefret ederler ve o kimse artık gözlerine düşman gibi görünür.
Beyit:
Biz kendi
gönlümüzün dizginini senin eline bıraktık.Sen her ne kadar pişti mi?
Desen, ben yandı
bile!
Derim.
Sen her ne söylersen
misaldir.
Mesel değildir.
Misal (Masal, rüya, düş, benzer, andırır) başka, mesel (Örnek, benzer, numune) başkadır
Ulu Tanrı, kendi nurunu
kandile benzetmiştir.
Bu misaldir ve velilerin
vücudunu da şişeye benzetir.
Bu da misaldir.
Yoksa onun nuru Kevn-ü mekâna
(Varlık, kâinat) sığmadığı halde kandile, şişeye
nasıl sığar?
Celâli yüce olan Tanrı’nın
nurlarının doğduğu yerler gönüle sığar mı?
Fakat istediğin zaman onu
kalbinde bulursun.
Yalnız bu, zarfiyet (Kap, kılıf, muhafaza) bakımından bir nur ordadır,
demek değil, belki bunu orada, resmini aynada bulduğun gibi bulursun demektir.
Bununla beraber senin resmin
aynada değildir.
Yalnız dünyaya baktığın için
orada kendini görüyorsun.
Mesela akla uygun olmayan
şeyleri misal ile söylerse, akla uygun gelir.
Akli (Akıl ile bilinen veya bulunan şeyler, akla dayanan) olunca da
mahsus (Özel) olur.
Şunun gibi:
Biri gözünü kapatınca garip,
tuhaf şeyler görüyor.Ve mahsus (Özel) suretler, şekiller müşahede (Gözle görme) ediyor.
Gözünü açtığı zaman hiçbir
şey görmüyor, dersen hiç kimse bu akla uygun bulmaz ve inanmaz,
Yalnız bunun için bir misal
söylersen, o zaman iyice anlaşılır.
Mesela bir kimse rüyasında
yüz bin türlü şey görüyor.
Uyanıkken bunun bir tanesini
bile görmesi imkânsızdır.
Bunun gibi, biri içinden bir
ev tasavvur etse, evin şeklini, enini, boyunu tasarlarsa, bunu hiç kimse aklına
sığdırmaz.
Fakat mimar, onun şeklini,
bir kâğıda çizerse, o zaman belli olur ve onun ne olduğu, nasıl olacağını
belirtirse akla uygun gelir ve ondan sonra, makul (Akla
uygun) olduğundan evi kurarsa bu mahsus (Özel)
bir şekil olur.
Bundan da anlaşılıyor ki
bütün makul olmayan (Yani akla ilk bakışta uygun
gelmeyen şeyler) misal vermek suretiyle makul (Akla
uygun) ve mahsus (Özel) oluyor.
Tıpkı şunun gibi:
Derler ki:
Öteki dünyada herkesin sevap,
günah defteri dağıtılır.
Bazısının sağ eline, bazısının
da sol eline gelir.
Ve yine:
“ Öteki dünyada melekler, arş
ateş ve cennet vardır.Bir mizan (Terazi), hesap ve kitap bulunur” derler.
Fakat buna bir misal
vermedikçe, onun bu dünyada her ne kadar benzeri yoksa da, belli olmaz.
O ancak misalle belli olur.
Onun bu âlemde benzeri şunun
gibidir:
Mesela padişah, kadı, terzi,
ayakkabıcı ve daha başkaları gibi, bütün insanlar gece uyurlar.
Bunlar uyuyunca bütün
düşünceleri uçar ve hiç kimsede bir düşünce kalmaz.
Fakat İsrafil’in nefesi gibi
olan sabahın aydınlığı üfleyip, onların cisimlerindeki bütün zerreleri
dirilttiği zaman, her birinin düşüncesi uçuşan nameler gibi, herkese doğru
gelir ve hiç yanlışlık olmaz.
Terzinin düşüncesi terziye
doğru, fakih’inki fakihe doğru,
demircinin ki demirciye doğru, zalimin düşüncesi zalime, adilin
düşüncesi adile doğru gelir.
Hiçbir kimse gece terzi
olarak uyuyup sabahleyin ayakkabıcı olarak kalkar mı?
Çünkü onun işi gücü ne ise yine onunla meşgul olur ve o dünyada da böyle olacağını bilmelisin.
Bu imkânsız değildir, hatta
bu dünyada da hakikat olmuştur.
O halde eğer bir kimse bu
misale hizmet eder ve ipin ucuna varırsa, o dünyanın bütün ahvalini (Durumunu) görür,
müşahede (Gözle görür) eder, kokusunu alır ve bu ona keşfedilmiş olur.
İşte o zaman hepsinin
Tanrı’nın kudretine sığdığını bilir.
Mesela mezarda çok çürümüş
kemikler görürsün.
Bunlar rahatlığa müteallik (ilişiği) olmalı.
Memnun, kendinden geçmiş bir
halde uyumuş ve o zevkten, mestlikten (Sarhoşluk)
de haberi vardır.
Bu toprağı hoş olsun!
Dedikleri boşuna değildir.
Eğer toprağın hoşluktan
haberi olmasaydı, bunu nasıl söylerlerdi?
ŞİİR:
O ay’a benzeyen
güzelin ömrü yüz yıl ve benim gönlüm de onun ok torbası olsun.Gönlüm, kapısının toprağında ne güzel can verdi.
Yarabbi!
Ona, toprağı hoş
olsun!Diye kim dua etmişti?
Bunun benzeri, mahsûsât
âleminde (Görünür, korunur âlem) vakidir
(Koruyan, saklayan).
Mesela bir yatakta uyuyan iki kişiden biri kendisini sofralar, gül bahçeleri ve cennet ortasında, öbürü ise yılanlar, cehennem zebanileri ve akrepler arasında görüyor.
Eğer ikisinin arasına
karışırsan, ne bunu ne de onu görürsün.
O halde bazısının parçaları
da mezarda rahat, zevk ve memnunluk içinde kendinden geçmiş olur, bazısının ki
ise azap, elem ve mihnet (Zahmet, eziyet) içinde
bulunur.
Sen de ne bunu ne de onu
görebilirsin.
Bunda şaşılacak ne var sanki?
İşte böylece makul olmayanın Yani akla ilk bakışta uygun gelmeyen şeyler) , misal (Masal, rüya, düş, benzer, andırır) vermekle, makul (Akla uygun)
olduğu ve misalin mesele (Örnek, benzer, numune)
benzemediği anlaşılmış oldu.
Mesela arif ferağlığa ve
zevke bahar adını vermiştir.
Keder, üzüntü, sıkıntıya da
sonbahar der.
Sevinç, memnunluk bahara veya
üzüntü, keder sonbahara nereden benzer?
Bu ancak misaldir (Masal, rüya, düş, benzer, andırır) ve bu olmadan o
mana kavranamaz, tasavvur ve idrak (Anlayış, akıl
erdirme, yetişme, erişme, olgunluk) edilemez.
Bunun gibi Ulu Tanrı
buyuruyor ki:
“Körle gören bir
değil, karanlıkla aydınlık da bir değil, gölge ile sıcaklık da bir değil” (Fatır suresi 19.20.21)
Burada Tanrı imanı aydınlığa
ve küfrü (Allah’a ve dine ait şeylere inanmamak)
karanlığa yahut imanı hoş bir gölgeye, küfrü de amansız, beyni kaynatan yakıcı
bir güneşe nispet (Bağlılık, ilgi) buyurmuştur.
İmanın letafeti (Hoşluk, güzellik, nezaket, yumuşaklık) ve nuru (Aydınlık, parıltı, patlaklık), o âlemin nuruna yahut
küfrü ve karanlığı bu âlemin karanlığına nasıl benzer?
Eğer bir kimse biz konuşurken uyursa, o uyku, boş bulunmaktan değil, belki
güvendendir.
Mesela bir kervan çok korkunç
bir yoldan ve gecenin karanlığında ilerlerken, düşmanlardan zarar gelmesi
korkusuyla (Develeri) boyuna sürüp koşturur, kulaklarına köpek veya horoz sesi
gelip de, köye varınca güzelce uyurlar.
Yolda hiç ses seda yokken, korkudan uykuları gelmiyordu.
Hâlbuki köyde emniyet olduğundan, bütün o köpek havlamalarına ve horoz seslerine rağmen iç huzuru ve sevinç içinde derin bir uykuya dalıyorlar.
Bizim sözümüz de
emniyet ve mamurluktan geliyor, nebilerin, velilerin sözüdür.
Ruhlar
tanıdıklarının sözünü duyunca güven duyup korkudan kurtulurlar.
Çünkü bu sözden ona ümit ( Her şeyden bağımsız sadece Allah’la olan özel
bağ kurma olayıdır. Sebep, neden, Vb. sıralı oluşumdan bağımsızdır) ve devlet kokusu gelir.
Mesela bir kimse karanlık bir
gecede kervanla yolculuk etse, korkusunun fazlalığından, haramilerin her an
kervanın içine girdiklerini sanır, onları sözleriyle, sesleriyle tanımak için
konuşmalarını duymak ister: bir şey duymayınca da emin olur.
Ey Muhammed sen : “ Oku!” de
(Hadis)
Demek istiyor ki:
Senin zatın o kadar latiftir (Yumuşak, hoş, güzel, nazik) ki nazarlar (Bakışlar) ona eremez.
Fakat konuştuğun zaman,
ruhlarına aşina (Bildik, tanıdık) olduğunu
anlarlar ve bundan emin olup rahat ederler.
Onun için sen konuş ey Muhammed!
ŞİİR:
Cismin o kadar
zayıf ki sadece bir insan olduğun anlaşılıyor.Seninle karşı karşıya konuşmazsam, safiyetten beni göremezsin.
Tarlada bir hayvancık vardır
ki pek küçük olduğundan göze gözükmez.
Fakat ses çıkardığı zaman,
onu sesiyle görürler.
Yani yaratıklar bu dünya tarlasında
batmışlardır.
Senin zatın pek latif olduğundan göze görünmez.
Seni tanımaları
için söz söylemelisin.
Bir yere gitmek istediğin
zaman oraya önce senin gönlün gider, görünür ve oranın durumunu öğrenir.
O zaman dönüp gövdeni
sürükler.
İşte bütün bu yaratıklar (İnsanlar) nebilere ve velilere nispetle gövdeler
gibidir.
Onlar ise âlemin kalbidir.
Önce onlar dünyayı
dolaştılar, beşerilikten (İnsana mensup), et ve
deriden kurtulduktan sonra, hem o dünyanın hem bu dünyanın altını üstünü öğrendiler, menziller kat ettiler.
İşte böylece bu yolun nasıl bilineceğini öğrenmiş oldular.
Sonra da gelip insanlara:
“ O
asli olan âleme geliniz.
Çünkü burası
haraplık âlemidir.
Fani (yokluk) sarayıdır.
Biz güzel bir yer bulduk.Size bildiriyoruz” diye davet ettiler.
İşte bu yüzden ruh, bütün
hallerde, sevgili ile beraberdir ve onun menziller kat etmeğe ihtiyacı olmadığı
gibi, yol kesiciden ve esterin (Katır) palanının
(Semer, eğer) kaybolmasından da korkmasına lüzum
yoktur.
Bunlarla kayıtlı bulunan
zavallı gövdedir.
ŞİİR:
Kalbime:“ Ey kalbim, bilgisizliğinde kimin hizmetinden mahrum olduğunu biliyor musun?” dedim.
Kalbim de bana:
“ Beni yanlış
anlıyorsun.
Ben daima hizmetle
meşgulüm, sergerdan (Başı dönen, sersem,
şaşkın) olan sensin” dedi.
Her nerede ve her ne halde
olursan ol, dost ve âşık olmaya çalış.
Muhabbet senin mülkün olunca,
sonuna kadar, her zaman dost olursun.
İster mezarda, ister
kıyamette, ister cennette olsun.
Mademki sen buğday ektin, muhakkak
buğday biter ve ambarda bu aynı buğday, tandırda da bu buğday bulunur.
Mecnun Leyla’ya mektup yazmak
istedi, kalemi alıp da şu beyti yazdı:
Hayalin güzümde,Adın ağzımda,
Yâdın (Hatırın) kalbimde.
Ben nereye yazayım?
Seni hayalin
gözlerimde yerleşmiş,
Adın dilimden
düşmüyor,
Yâdın (Hatırın) canımın
içinde yer etmiş,
O halde mektubu
kime yazayım
Sen ki bu yerlerde
gezip dolaşıyorsun.
Kalemi kırıp kâğıdı yırttı.
Birçok insanların kalbi bu
sözlerle dolu olabilir.
Fakat kelime ve cümleler
haline getiremezler.
Her ne kadar söylemek ister
de söyleyemezlerse buna şaşılmaz ve bu kimselerin durumu, aşka mani değildir.
Belki esas olan
kalbin dileği aşk ve sevgidir.
Mesela çocuk sütün aşığıdır
ve ondan yardım görür, kuvvet alır.
Bununla beraber sütü
anlatamaz ve onun tarifini yapamaz, cümleler haline getiremez ve:
“ Ben sür içmekten ne zevk
alıyorum?
Onu içmemekle nasıl
zayıflıyorum, üzülüyorum?” diyemez.
Fakat buna rağmen yetişkin
bir kimse, her ne kadar yüz türlü şeylerle sütü anlatsa, tarif etse de o
bunlarla sütten hiç tad alamaz.
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA
***
Neler öğrendik:
Neler öğrenmedik ki? *RAVLİ
Neler öğrenmedik ki? *RAVLİ