İnsanoğlu bütün geçici
varlıklardan ve yaratıklardan üstündür.
Çünkü onun görüşü, bütün
arşı, kürsüyü, yerleri ve gökleri ve her ikisi arasında bulunan yaratıkları
kapsayan bir genişliktedir.
Allah’a ait sıfatlara ortak
olan bu yaratığın (İnsanın) görüşü, bütün görüşlerden daha yücedir.
Ne gariptir ki, ulu Allah,
bütün sıfatları ile bu yaratıktan belirir. «Nerde
olsanız, o sizinle beraberdir» mealindeki ayetin hikmeti anlaşılır.
Nasıl ki bu basiret ( Kalpte
hakikati görmeye yarayan kuvvet), görüş sayesinde Allah herkese bir yön, bir
alan göstermiştir.
Başka tarafı görmesinler ve
sapmasınlar diye.
Birine kuyumculukta uzmanlık
yolunu göstermiştir.
Ötekine mücevhercilik ve kimya
ilminin inceliklerini, sihir, bahane, büyücülük fenlerini öğretmiştir.
Bir başkası mantık, tartışma
yolunda uğraşır; fıkıh, usul bilir.
Daha başkaları öteki âlemin
rahat ve sefası ile dolu olarak nuru ve Allah’ı görür.
Biri de şehvet, güzellik, aşk
ile uğraşır, güldürü edebiyatı ile maskaralıktan hoşlanır.
Yine başka biri de melekleri,
hurileri, arşı ve kürsüyü bilir; bunlardan zevk alır.
(M. 160) Bunlardan her birine
bu köşke bir görüntü penceresi açılmıştır, âlemi başka bir balkondan seyretmektedir.
Bunun halinden ötekinin
haberi yoktur, öteki de berikinin halinden ve işinden anlamaz.
Yüz binlerce, sonsuz sayıda
canlı varlıklar, hayvanlar, böcekler, melekler ve başkaları için balkonlar
açılmıştır.
Tabip, astronom, bunlardan
başka her kim daha yüksekten yürürse, daha çok balkonların açıldığını görür.
O, ünlü kişilerden değildi,
ama Ahmed-i Gazali’nin çetin bir işi vardı ki hep kendisine perde oluyordu.
Hiç kimseye karşı o perde
kalkmıyordu.
O kendi kendine çok yiğitlik
etti.
Bir insan ki, gözünü göklere
çevirse de melekler tarafına baksa, ayetteki, «Onu
yerle bir etti,» anlamındaki hikmeti ve «Gök
yarıldığı zaman,» anlamına gelen öteki ayetin ilâhî kavramını görür ve
okurdu.
Öylesine gizli çileler çekiyordu
ki, halk hiç anlayamıyordu.
Ama onun bu çile (Yalnız bir
yere çekilerek düşünmek) ve riyazetlerinden (Açlıkla nefsini terbiye etmek) her
ne anlatırlarsa hepsi de yalandır.
Çünkü o, bu çile ve
halvetlerde hiç oturmamıştır.
O bir bidattir, sonradan
uydurulmuş bir âdettir.
Muhammed (S. A.) dininde
böyle bir şey yoktur.
Hazreti Peygamber (S. A.)
çilede oturmadı.
Musa kıssasında: «Biz Musa’ya söz verdik,» diye başlayan ayetteki
hikmeti oku ve düşün.
Bu kör gözlüler, Musa’nın bu
kadar yücelikle, Allah yakınlığı ile beraber, «Yarabbi
beni Muhammed ümmetinden kıl!» diye yalvardığını göremezler,
anlayamazlar.
Bu «Ulu
Allah’ım beni cemalini gören kullarından et!» demektir.
Bu sözün inceliği buradadır.
Yoksa Musa’nın dileği, senin
benim dileklerim gibi olsaydı sopası koltuğunda geçer giderdi.
(Sıradan yaşar ve ölürdü)
Maksat ya bu sır idi, ya
öteki.
Bu, hem de Musa’yı (hâşâ)
ayıplama ve tartışma yeri oldu ama Allah cemalini görecek ümmetler arasında tek
ümmet Hazreti Muhammed’in ümmeti olduğunu Musa Peygamber biliyordu.
Ahmed-i Gazâlî, sözü geçen
perdenin kaldırılması için uğraşırken ona bir ses geldi yahut gönlünde bir
ilham ışığı parladı. «Senin gözündeki perdeyi Zengan’lı
şeyh kaldıracaktır,» denildi.
Gazâlî hemen kalktı ve gitti
gider gitmez de aynı günde hocanın ziyaretine uğradı.
Onu Sema ederken buldu ve o
sema sırasında artık isteği yerini bulmuştu.
Oradan Tebriz’e geldi.
Tebrizliler hep bir ağızdan,
«Bu adam, filan güzel delikanlıyı görmek için gelmiştir,»
dediler.
Bir kocakarıya para vererek
onun geçeceği yol üzerinde oturmasını, gayet gamlı ve kederli bir eda ile onu
karşılamasını tembih ettiler.
Ahmed-i Gazâlî, kadını bu halde görünce sordu: «Sana ne oldu ki böyle içlendin?» Kadın şu cevabı verdi:
«Ben nasıl üzülmeyeyim ki!
Ciğerimin köşesi, gözümün
nuru bir oğlum vardı, sizlere ömür öldü de ona ağlıyorum.»
Gazâlî sordu, «Öldü mü?» Kadın, «Evet,» dedi, «Öldü.»
Gazâlî yol arkadaşlarına dönerek, «Ey kervan arkadaşları!» dedi, «Bana burada bir saat kadar müsaade eder misiniz?
Aşağı inin de biraz bekleyin.
Şu kadın acaba doğru mu
söylüyor? Bunu bir araştırayım!»
Arkadaşları, «Hay-hay!»
dediler, atlarından indiler bir saat kadar başını önüne eğdi.
Ertesi günü güneş doğuncaya
kadar murakabede kaldı.
Nihayet, «Bu kadın yalan
söylüyor,» dedi «Çünkü Âdem Peygamber zamanından bu saate kadar kalıbından
ayrılmış ve dünyadan göçmüş olan yaratıkların ruhlarını yokladım.
Bu kadının çocuğunun ruhu
bunlar arasında yoktur.
Artık yürüyün!»
Tebriz’e geldiği zaman yine
bütün şehir halkı birbirine geçti.
Söylemesi hoş değil ama
Ahmed’in güzel yüzlere karşı aşırı bir tutkunluğu vardı.
Ama şehvet yönünden değil.
Çünkü onun gördüğü şeyleri
başkalarının gözü göremiyordu. Onu parça-parça etseler bir şehvet zerresi bile yoktu kendisinde.
Davranışlarını bazı kimseler
hoş görüyor bazıları da onu durmadan eleştiriyorlardı.
Tebriz’de bulunduğu sıralarda
bir kişi vardı ki, onu yüz kere beğenip gerçekledikten sonra, tekrar yüz kere
de inkâr ediyordu.
Nihayet bir gün işi Tebriz
Atabey’ine anlattılar.
«Bize inanın yoksa buyurun
hamam penceresinden onun halini bir görün,» dediler.
Ahmed, hamam penceresinin
önünde uyumuş, ayakları oğlancığın
kucağında, mangala ödağacı ve amber kokuları
serpmişler her taraf tütsü içinde.
Atabey bir aralık geldi, hamam
penceresinden ve külhanın bir kenarından içeriye gizlice baktı.
Hoşnutsuzlukla geri döneceği
sırada içeriden bir ses yükseldi:
«Ey Türk yavrusu!
İçeriyi tamam gör de ondan
sonra git!»
Atabey hemen geri dönüp bir
daha içeriye baktı, bir de ne görsün, Şeyh, bir ayağını kaldırmış ateş dolu
mangalın içinde duruyor.
Bu hali gören Atabey şaşırdı;
ilk defa yanlış gördüğünden dolayı özür diledi hayretle ağlayarak geri döndü.
Onun bir de âlim, erdemli,
her fenne aşina ve müderrislik yapan bir müridi vardı.
Bu adam, Şeyhin kulu kölesi olmuştu.
Bu güzel çocuk konusunda kaç ‘kere onu hoş görmüş, sonra inkâr etmişti.
Çok kere şeyhin atının
dizginlerini omzuna alır, önü sıra yaya yürürdü.
Oğlancık ise, Şeyhin terki
bağına yapışmış yürürlerken yolda, Şeyh çocukla bir şeyler konuşur, gizli
işaretler yapardı.
Müderris, dizginler boynunda
eve gelmeden onu on kere inkâr eder, dizginleri boynundan atıp kaçmak ister.
Sonra tekrar, Şeyhin
kerametine inanırdı.
Başını açarak onun ayağına kapanmak
kafasında düğümlenen vesvese ve kuruntulardan kurtulmak için çare arardı.
Şeyh bu hali de biliyordu.
(M. 162)
O erdemli müderris, Şeyhin elinde bir saat ağlayan sonra bir saat gülen oyuncak bir bebek gibiydi.
Bir gün Mevlana dervişlere nasihat verdi; onlara, bizim niteliklerimizden söz açtı.
Dostlar, bu sözlerden çok
duygulandılar.
Mevlana buyurdu ki siz: «Allah yüceliğini arttırsın!
Hüdavent Şemseddin-i Tebrizi’ye karşı ufacık bir hoşnutsuzluk ve cefa eseri gösterirseniz benim size verdiğim öğütlerle, sizin aşırı duyarlığınız sizin için kapalı kalacaktır.
Şeytan, kurt sizin
bu içten duygularınıza karşı gözlerinize kar sa-vuracak yani sizi yine
şaşırtacaktır.»
Dostlar kendi kendilerine
«Hayır!» dediler.
«Gidelim ondan af dileyelim,
suçumuzu bağışlasın artık bundan sonra da Mevlana Şemseddin’e karşı terbiyesiz
bir davranışta bulunmayalım.» Evin kapısına kadar geldiler, ama içeriye girmeye yol bulamadılar.
Bunun üzerine onların bütün duyguları değişti.
Yol vermeyişimizin sebebi şu
idi:
Ben kendi kendime diyordum
ki, burası domuz ağılı değil ki azıcık pişmanlık duyan, azıcık içi sıkılan
herkes dışarı fırlasın da buraya koşsun.
Nihayet, o kadar yüceliği
aşikâr olan Ahmed-i Gazâlî’ye karşı kötü düşünenlerin yersiz düşüncelerini ve
ayıplamalarını çürütmek için, kendisine kitap gönderdiklerini, bir vakit bu
kitaptan sözler nakledersen, hakkında yanlış düşünenlerin ağızlarını bağlamış
olursun, dedikleri için kardeşinin bile kendi tekkesine gelmesine yol vermediği
söylenir.
Bir anlatışa göre yedi yıl,
başka bir anlatışa göre de on beş yıl hep seferde ve yolculukta dolaştı.
İnkârcılara derdi ki:
«Burası
domuz ağılı mıdır ki başına bir hal geldiği zaman buraya koşuyorsun?»
Nihayet bu dostların
hiçbirisinden bir şey beklemiyorum.
Önce sizden ilim öğrenmenizi istiyorum. Belki o zaman benim sözlerimi anlar, güzel-güzel kendinizi niyaza hazırlarsınız.
Siz kendi bilginizden, kendi
hayalinizden dolayı benim sözlerimi anlayamazsınız.
Öyle değil.
Nasıl ki bizim falan
dostumuzu bizden sorarlar.
O fakih midir yoksa fakir mi?
Dedi ki: «O hem fakihtir (Din
bilgini), hem de fakir (Tanrı’ya muhtaç)»
«Ama nasıl olur ki bütün
sözleri fıkıh konusundadır?»
Cevap verdi ve dedi ki:
«Onun fakirliği o soğuk davranışlı insanların
fakirliğine benzemez. Bunu o taifeye (Sıradan insanlara) söylemek gerekmez.
Ona bu halk ile konuşmak yazık olur.»
Sözü ilim yolu ile
söylerler, sırları
da işaret yolu ile anlatırlar.
***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
***
Neler öğrendik:
1. Tanrı’nın kendi özellikleri ile süslediği ve beraber
olmaktan hoşlandığı yarattıklarından en donanımlı olanın insan olduğunu
öğrendik.
2. Tanrı’nın her kulunu farklı görüş ve yeteneklerle donatarak
yapacağı işi sevdirerek dünyanın güzelleşmesini, insanları birbirlerine muhtaç
ederek birbirlerine hizmet etmesini sağladığını öğrendik.
3. Yürüyüş yolu yükseklerde olanın birçok bakış açısına
ve penceresine sahip olduğunu öğrendik.
4. Ne yaparsak yapalım kendi çalışmamızla Tanrı’nın
koyduğu anlama perdesini kendimizin açamadığını öğrendik.
5. Yetkili Tanrı eri Sema ederken bir bakışla perdesini
kaldırılacak kişiye bakar ve Tanrı izni ile perdesini kaldırır ve o kişi artık
eşyanın hakikatini olduğu gibi görmeye başlar ve değişik âlemlerden haberdar
olur.
6. Çeşitli ilimler öğrenerek bu ilimlerin verdiği
aydınlık ile niyaz etmeyi öğrenebileceğimizi öğrendik.
7. Mevlana’nın müritlerinin Şems Hazretlerine cephe
aldığını, bu sebepten dolayı hakikati göremez ve anlayama olduklarını öğrendik.
8. Tanrı erleri sözü ilimin ışığı altında söylerler ki
gören göz tam görsün.
9. Tanrı erleri sırları yabancılar anlamasınlar diye
işaret diliyle (Remz) ile söylediklerini öğrendik.
Edep
dediğimiz, terbiye dediğimiz duygularımızı ve hislerimizi iyice eğitmeliyiz ve
disipline etmeliyiz.
Anlamadınsa,
uyanmadınsa sen bizden değilsin ve olamazsın, bizim sözlerimizi kendi zevkin
için de kullanmaya sakın kalkma.
Yine
de bizle beraber olmak istiyorsan Allah’a yalvar da, Allah emir verdiği zaman
her istediğin yerine gelir.
*
RAVLİ