Diyorsun ki:
Lokmayı böylece ağzına koy,
avucuna da yavaşça kuru üzüm doldurayım!
Sarhoşum (Kendimde değilim),
avucun dolduysa dökmeyesin.
Elini iyi tut!
Bu üç oldu! Hey! Sana da su
getirerek yardım edeyim.
Ey Asım!
Eğer onlara bir şeyler
sorarsan susturursun, sen de onlara cevap vermezsin.
Saadettin-i Hamavi, ona niçin
cevap vermedi.
Ama o nerede siz neredesiniz?
Onun yazılarında benim sözüm
üzerine akla uygun bir cevap varsa ve bu kendi kafasından ve gönlünden konuşsa
yerindedir.
Ama eğer bana zorluk
çıkarırsa hem şeyhlerin sözünden hem de benden bir nasip bulamaz.
Eğer hiç konuşmasa, kendisine
yararlı çok büyük faydalar elde eder.
Ah işte sen de böyle yap!
Ah güzel nasıl olur?
Ben onun kulağına söylerken
sen de işittin ah diye bağıramıyorsan, bir ah çek bari!
Sen, başlangıcı bu nükte
(İnce anlam) olan o işleri bana anlatmıyorsun.
Siz bunu arzuluyorsunuz, hiç
hayır demiyorsunuz.
Ama hep su içer gibi bilmem
diyorsunuz.
Şeyhten faydalanmak için iki
soru sordum, cevap vermedi.
Acaba bizi, o vereceği
cevabın faydasından yoksun mu gördü?
Yoksa onu kavrayacak kadar
yeterli olmadığımızı mı sandı.
Yahut da onu bilmek bize
kısmet değil miydi?
Dedi ki:
Onun âdeti değildir, böyle
sorulara cevap vermez, ancak sırası gelir, neşelenirse söze başlar ve konuşur.
Görüyorsun ki, konuştukları,
hep şundan bundan aktarma ve yapmacık şeylerdir.
Ya bir hadis, ya bir hikâye
yahut bir şairin şiirini anlatır.
Kendinden bir söz konuşmaz.
Kendi doğuşlarından bir
şeyler anlat, bir cevap söyle, diyorum!
Ama o hal diliyle konuşuyor.
Nasıl ki şu duvar, sana:
“ Benden ne ses bekliyorsun?”
der.
Kimse bu duvardan bir ses
çıkaracağını umar mı?
“ Bu mana açıktır” dedi.
“ Sen niçin hücrede açık
şeyleri konuşmuyorsun?”
“ Ben, kulaklarımı tutmak
istiyorum, işitmek istemiyorum” dedi.
Eğer o sağ olsaydı ben ondan
bir şey dilemezdim.
Çünkü onları senden işitti.
Burada bilginin, kitabın ne
yeri var?
“ Nefsini öldürdün mü?”
dedim,
Çünkü ölmek tekrar karanlığa düşmemek demektir.
Sende o zevk sürekli olmalı,
eğer sürekli ve sonsuz değilse bütün bu haliyle diyorum ki,
“ Nefis ölmüştür!” diyelim.
Ama kendisi yavaş-yavaş ölür.
Şimdi bu öyle bir kimsenin
yardımına bağlıdır ki, Tanrı onu da bir sebebe bağlamıştır ama o önceden
Tanrı’ya dönmüşse, akla gelen ilk sebep budur.
Şu halde o kimse gelir,
seninle onun arasında yerden göğe kadar çekilmiş bir duvar bile olsa, o yardımcı aradan o duvarı aradan kaldırır, bir tekmede o
engeli yıkar.
Bundan önceki duvarları nasıl
yıktığını da öğretir sana!
Şimdi senin işin onun
yardımına bağlı olunca, bu sonuna kadar sürüp gider.
Onun bu ilk yardımlarından
sonra da, tanrı cezbesi gelir.
Allah’ın kazasına boyun eğmek
sana ne kazandırır?
Onun işlerine razı
olmak gerekir.
O ne yapar ve söylerse boyun
eğersin, başka bir şey yapmazsın ki, o da yardımını kesmesin!
Bir şey ki yardımı artırır
ona karşı saygı ve sevgi çoğalır.
( Şarap:
Seni sarhoş eden Tanrı sözü)
( Meyhane:
Seni sarhoş eden Tanrı sözlerinin söylendiği yer)
Biz, ölçtük, biçtik, içtik,
bardaklar testiler devirdik!
Öyle ki, elimizden kepçe de
kâse de bıktı!
Saki herkesi bıktırdı, ama o
saki de ancak bir kişiden yıldı, elinden aciz kaldı.
Devamlı şarap, şüphe yok ki
aklı kaçırır.
On kadehle sarhoş olmasan on
iki kadehle olursun.
Diyelim ki bir küp dolusu
içtin, bitirdin, başka bir küpten içersin.
O zaman şarapçı sana der ki:
Bu meyhane boşandı ise
şehirde meyhane çoktur, oralara git.
Bunlar söz müdür ki
söylüyoruz?
Yoksa bir küp dolusu şarabı kim
içebilir?
Yüz kişi bile içemez.
Ama âlemde asla
işitilmemiştir ki, içkiye düşkün bir adam şarabını döktüğü zaman daha ayıktır.
Yahut her kim çok sarhoş
olur, gırtlağına kadar içerse daha ayıktır.
Bu böyle olunca, kimdir o
aklı başında olan ayık ki, aynı zamanda bir cihanı ve âlemi akıllandırsın?
İşte bu şaşılacak bir haldir.
O yiğidi göremez misin ki
ilahi şaraba kanmış olduğu halde hep elinde şarap tutmaktadır!
Varlığı baştanbaşa şarap
olmuştur.
İşte o yiğit geldi.
İşte görmüyor musun, o şarabı
baş aşağı getiren pir geldi, içimize düştü!
Ama onun düşmesi, bin kere
kalkışından daha hayırlıdır.
Tanrıya ant olsun ki, bizim kapıp kandırdığımız o yiğidi, Tanrı yine bizden
kapacaktır.
Nihayet senin karşına yolda
perdeler çekildi.
O şeytan, Tanrı’dan başkasından
gelmiş ise o yok demektir.
Şeytan senin
karşına çıkamaz, bunu iyi bil!
Görüyorsun ki seni nasıl
kaptım, dostlarımızdan biri hatırıma geldi, düşmanlarımızdan demiyorum.
Düşmanlarımızdan deseydim, o,
dostlardan olurdu.
Mevlana’nın sözü yerindedir.
Buyurmuştu ki:
O (Şems) kime söverse veli
olur.
O sırada hatırımdan geçti ki,
sen geldiğin zaman biz de “ O geldi” diye konuşurduk.
Gerekmez ki, bizim sözümüzü
kessin.
Ben dedim ki:
Burada bu kadar kuvvet var
ki, onları tek renge boyayalım.
İçinde kıyam ve rukû gibi
farzlar olmasa bile Allah ile birlikte olursan canına
kuvvet gelir.
Tenin aradan gider, gözün
akan suya döner.
Kabristana gittiğin zaman
ölülere saygı göstermek, onlardan bir şey istemek vacip (Zorunlu) değildir.
Ancak ölülerin halinden sormak
diriler üzerine vacip (Zorunlu) olur.
Kabristandan geçerken:
“ Selam sana ey müminler
yurdu! Dersin.
Eğer biri dese ki:
“ Sen ölü müsün?
Diriler ölülerle konuşmaz.
Onun sesi bu âlemde değildir.
O başka bir âlemden gelen bir
sestir.
Bundan dolayı bana ne
buyuruyorsun, ne yapayım bu âlemde?”
Bunun işle ne ilgisi var?
Çok söz eşek yükü gibidir,
derler.
Bu bellidir ama sözden iş
anlaşılır.
Ama gerektir ki söz hem öğretici, hem de açık olsun.
Konuşurken tatlı,
güzel ve zevkli konuşmalı.
Söz, kuru ve tatsız olmamalı,
söz ne kadar açık olursa o kadar parlak düşer.
Zaman-zaman hoşa giden bir
sözün aksini bile söyleseler yine ona zevksiz bir sözdür diyemeyiz.
Söz vardır ki, her tarafa
çekip çevirebilirsin.
Nasıl ki:
“ Minareden atlarken yarı
yolda pişman oldu!” dediğin zaman sözünü kesmiyorum.
“ Söyle ama olacak şey
değildir” demiyorum.
Sende kuvvet varsa
söylediğin sözler bana çok çekici gelir”
dedi.
Ona sordum:
“ Artık ne cazibe arıyorsun?
Her ne söylüyorsan
dinliyorum, onu doğruluk yönüne çekiyorum, zevk
alıyorum”
Hazreti Peygamberin:
“ Yarabbi!
Bize eşyayı olduğu gibi
göster” anlamındaki duasının içyüzünü anlamayanlar şu taş ve kesek (Hayvan
pisliğinin kuru hali) âleminde rahat yaşarlar.
Ancak gözü açık olanlar Tanrı âleminde seyirci olurlar.
Meğer senin de kulağın ve
aklın bu yolda değil mi?
“ Evet, evet” dedi.
Ta bugüne kadar yüzlerce
askıda kalmış konulara değindik.
Burada sana kim engel oldu?
Her yolda hevesle senin
sohbetine koştum.
Senin sohbetinin niteliğini
soranlara:
“ Ben onun meclisine Kayseri’de
uğradım” dedim.
(Mecliste onun geleceğinin
parlak ve zaferlerle dolu olacağını müjdelemişti)
Şeyhin lütfü ve keremi bana
erişti, onun bir işareti ile bana tımarlar bağlandı.
Ancak geldiğim zaman o
meclise yaraşan nitelikler bende eksikti.
Sen gittikten sonra beni
yalnızca yanına çağırdı dedi ki:
“ Ben ona karşı gösterdiğim
gönül alçaklığını senin için gösterdim.
Artık bunu yapmama sebep yok,
niçin yapayım?
Derler ki:
Müslümanlık gerektir.
Evet, Müslümanlık gerekse ona
çalışmalı, yoksa aldatıcı akıldan ne çıkar?
Boş sözler değil mi?
“ Evet “ dedim.
Müslümanlık da
keskin düşünceden doğmuştur, çok iyidir.
Allah’ın seçkin kulları yok
mudur ki, Müslümanlar arasından yetişmiş olmasın ve yine aynı Müslümanlıktan
onlara bir korku gelmesin?
Hepsi küçük yaşlardan beri
Müslümanlıktan başka bir işe çalışmamışlardır, çalışamazlar da, Müslümanlık
onların yüzlerinden okunur.
Başlarını salarlar, “ Evet,
evet” derler.
Ben de başımı sallarım, derim
ki:
Böyle aşırı davranışların ne
değeri var?
Eğer onu şarap (Sarhoşluk)
alçaltıysa, şarabın etkisi altında kalır, söz söyleyemez, söylerse de belli
olur, hiç anlaşılmaz, onun başı belaya girmez.
Ancak o kimse ki, susmak yüzünden alçalmıştır, o şaraba dayanamaz,
onun ışığından ve kokusundan anlamaz.
Onun başı kendiliğinden
tehlikededir.
Hallaç’ı Mansur da
bunlardandır.
Ama işte bu Hallaç o yüzden
şaraptan yüz çevirdi.
Bunun âlemde bir yankısı
yoktur.
Ama âlemde onun sözünü de hiç
kimse söylemedi.
İşte Hallaç garip bir kişi
oldu.
Bu âleme geldi, gördü ve
gitti.
Ama ötekilerden belki daha
yüz bin kişi var.
Önce ona bütün yolları
kapadım.
Ben şimdi söylenmiş
(Gevelenmiş) sözleri dinlemek istemiyorum.
Sana kulak veriyorum, senden
yeni sözler istiyorum, senin sözlerin nerede?
Evet, kulaklarım hoşlandı.
Ama kulakları hoşlanan o
topluluk da, bu yüzden kavga çıkarırlar.
Mademki, aramızda düşman yok
birbirimizle mi vuruşalım?
Ama kıyasıya vuruşmayalım ki,
bir yerimiz kırılmasın, kimse ölmesin, birbirimizin yüzünü mosmor etmeyelim
dedim.
Ama o, “ Hiç inkâr etmedi”
dedi.
Ben de “ Etti!” dedim, hem de
manevi inkârda bulundu.
Sema’ın hakkını vermedi, onu
tamamıyla anlamadı, işte bu inkârdır.
Yoksa sen önceden bana bu
sözü dinlemekten utanç gelmiyor dememiş miydin?
***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri
Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
***
Neler öğrendik:
1.
Büyük olanların
başkasının sözünü aktarmak yerine kendi sözünü söylediğini öğrendik.
2.
Kendi sözünü
söylemeyenlerin, başkasının sözünü söyleyenlere saygı duyulmadığını öğrendik.
3.
Büyük olmayanın
öğrendiklerini aktardıklarını, karşılıklı diyalogdan ve sorulacak sorulardan
kaçtıklarını öğrendik.
4.
Öğrendiklerini
bilen ama anlayamayanların, manasını kavrayamayanların koşuşulmamış bir
meselede duvar gibi sessiz kaldıklarını öğrendik.
5.
Nefsi yani kişiyi
dünyalık isteklere yönlendiren, bağlayan, aklını ve fikrini bu isteklerle
taraftar haline getirenin anlayış, kavrayış ve görüşten yoksun kalacağını öğrendik.
6.
Nefsini öldüren
yani dünyalık isteklerden kendini soyutlamış kimsenin görüşünün doğru ve
kuvvetli olacağını, akıl ve bilgili olandan daha ileride olacağını öğrendik.
7.
Tanrı yolunda
olanların önüne engel çıksa bile Tanrı yardımıyla gönderilen biri engelleri bir
tekmede yıkıp yolu açacağını öğrendik.
8.
Tanrı, Tanrı
erlerinden birini göndererek senin aşılmaz dediğin duvarları nasıl aşacağını
öğrettiğini, sonra Tanrının işlerine razı olduğun zaman cezbe ile kendine
çekerek yaklaştıracağını öğrendik.
9.
Tanrı sözlerinden
zevk alanların kendinden geçirircesine mutlu olduklarını bunu da şarap, testi,
meyhane gibi benzetmelerle anlatıldığını öğrendik.
10.
Tanrı yolunda
olanın karşısına şeytanın çıkamayacağını, çıkarsa da sadece Tanrı’nın
gönderdiği şeytan olduğunu öğrendik.
11.
Canı kuvvetli
olanın sözünün de kuvvetli ve inandırıcı olduğunu öğrendik.
12.
Nefsini öldürenin
ahrete gitmişlerle konuşabileceğini öğrendik.
13.
Sözün öğretici ve
açık olması gerektiğini öğrendik.
14.
Söz doğru kabul
edilirse dinleneceğini ve zevk alınacağını öğrendik.
15.
Müslüman olmanın
diğer akıllılardan üstün olduğunu gösterdiğini öğrendik.
16.
Doğru sözü, hak
sözünü söylemeyenler alçalmışlardır.
17.
Kavgaya
vardırmadan münakaşa etmenin yararlı olacağını öğrendik.
18.
Anlamadan ret
etmenin, hakikati gizlemenin, bilmediğini söylememenin, iyi yapılanı saklamanın
da inkârcılığa girdiğini öğrendik.
İşte böyle yaren,
Sözümüzün öğretici ve açık
olması, anlaşılır olması ve bizim sözümüz olması gerekiyor.
Bu kolay bir iş değil.
Doğru kişiyi, doğru kaynağı
ve kaynağın ilk çıktığı yere ulaşmalısın.
Alacağın önerilerle aklını
kullanamaz duruma getiren nefsini öldürmelisin.
Nefsi öldürmek yani dünyalık
istekleri en aza indirmek yaşam boyu kararlı uğraşınla olur.
Nefsin kontrolünü kendi eline
aldıktan sonra Tanrı neyi nasıl yapıyor diye merek ederek keşifçi bir gözle
hayata ve hakikatlere bakacaksın.
Hilelerden, tuzaklardan
kendini korumaya çalışacaksın, düştüysen nasıl kurtulacağını bileceksin.
Yaren tüm bunlar doğru
Müslüman olduğun zaman kendiliğinden oluyor.
Hiç parlak anlatımlarla
anlatılanları anlamaya uğraşma.
Müslüman olman çok şeyin
özünü anlamış olduğunu gösterir.
Sahte veya göstermelik
Müslüman’san canında kuvvet olmaz, hiç kimsede senin sözüne değer verip
dinlemez, başka yerde senden söz etmez.
*
RAVLİ