Mevlana'nın
kıssası
Ey
hakikat yolcusu!
Her şeyi
erbabından (Bir işten anlayan, bir işi iyi
yapan kimseden) öğren.
Hakikati
insanların sözlerine dikkat et.
Onun
sözlerinde şifa (Bedensel veya ruhsal bir
hastalığın son bulması, hastalıktan kurtulma) vardır.
Aşkı
(Çok kuvvetli sevgi ve bağlılığı)
yezdana (Allah'a) erişmemiş kimselerin
sözlerinde senin için zehir (Büyük üzüntü,
acı, keder, sıkıntı) vardır.
Zehirli
ağaçların meyvası da elbette zehirli olur.
Muhammed
Aleyhisselam'ı sen güzel ağızlardan işit.
Zehir
saçan kafir (Tanrı'nın varlığını ve
birliğini inkar eden kimselerin) dillerden işitme.
O
zehirli ağacın meyvesi gibi seni de öldürür.
Muhammed
Aleyhisselam'ı iyi bil ve sev ki hakiki hayata erişesin.
Onun
namı (Adının) şerefine (Gösterilen
saygının dayandığı manevi değer, onur) bile tevessül
(Elde etmek istenilene ulaşmak için birini ve
bir şeyi aracı yapma) edenlerin nasıl kurtulduklarını
Mevlana Celaleddini Ruminin şu mühim kıssasından (Ders
çıkarılması gereken anlatıyı, olayı) dinle.
Vaktiyle
yahudi zalim (Acımasız ve haksız davranan)
bir padişah vardı.
İslam
ve ona tabi olanların yegane (Tek)
düşmanı idi.
Hakikatte
İsa ve Musa'nın tebliğatı (Bildirimi),
ruhu bir olduğu halde zahirdeki (Dış
yüzdeki) ayrılıklar dolayısıyla o şaşı (Gerçeği
olduğu gibi göremeyen) padişah, İsa'yı inkar etti (Kabul
etmedi, tanımadı).
Emri
davette tebliğat (Bildirimde) birbirine
muvaffak (Başarı kazandıran) olduğu
halde iki peygamberi birbirinden ayrı görüp birini ikrar (Kabul
etti) o birini inkar etti (Tanımadı).
Birine
dost o birine düşman oldu.
Dini
Musa'nın hamisiyim (Koruyucusuyum) diye
yüzbin mazlum (Haksızlığa uğramış)
mümini bi günah (Suçu olmayan kişileri),
öldürdü.
Zalim
(Acımasız ve haksız davranan, zulmeden)
padişahı şeytan seyretti, insan sureti, polis isimli bir veziri
var idi
Bu
vezir o kadar gaddar ve hilesi o kadar azim idi ki hilesi ile, akan
suları durdururdu.
Bu
vezir bir gün, zalim (Acımasız ve haksız
davranan, zulmeden) padişahın huzuruna çıkarak;
-Ey
padişah!
Hırıstiyanların
canını kurtarmak için dinlerini gizlerler.
Bundan
sonra onları açıktan katletme, açık katilde fayda yoktur.
Din
bir emri batınidir.
Onlar
dine yüreğinden daha bağlıdırlar.
Zahirde
(Dıştan) senden görünürler amma
batınları (İç yüzden) sana
muhaliftir (Aykırıdırlar).
Katil
korkusundan zahirden (Dıştan) yahudi,
batınen (İç yüzden) nasranidirler
(Hiristiyanlardır), dedi.
Padişah
hilekar vezirine;
-Ey
vezir, o halde ne yapalım?
Öyle
bir tedbir yapalım ki gizli ve aşikar cihanda hiçbir nasrani
kalmasın dedi.
Vezir
zalim padişaha;
-Sen
benim elimi ayağımı kesersin.
Kulağımı
burnumu, dudağımı yararsın, sonra beni asmak için
darağacının(İdam sehpasının)
dibine götürürsün.
Beni
asarken oradan biri bana şefaat edip (Suçun
bağışlanması için aracılık yapan) beni asılmaktan
kurtarsın.
Sen
bu işi insanların önünde yap.
Herkes
bana olan ceza muamelesini görsün.
Benim
bu cezam aleme yayılsın, sonra beni hıristiyanların çok olduğu
yere nefiy edersin (Sürgüne gönderirsin).
Ben
o zaman nasranilerin (Hıristiyanların)
içine girerek bir başka fitne (İnsanları
birbirine düşürerek oluşturulan kargaşaya) bırakırım.
Dinlerini
ihtilale (Düzensizliğe, karışıklığa)
veririm, dedi.
Padişah
vezire;
-Sen
bunlara ne gibi hile mekir (Hile, aldatma,
oyun, düzen) edeceksin, bunlar senin sözüne nasıl
kanacaklar, dedi.
Hilekar
vezir;
-Ben
hıristiyanlara derim ki, ben en kavi (Dayanıklı,
güçlü, zorlu olan) ve koyu nasrani (Hıristiyan)
idim.
İmanımı
padişahtan gizlemiştim, lakin padişah benim gizli din taşıdığımı
bilmiş halime ağah (Bilgili, haberli)
olmuş, beni huzuruna çağırdı.
Sorguya
çekti.
Bu
suretle ben de dinimi itiraf ettim (Gerçeği
açıkça söyledim).
Padişah
bana gadap edip (Öfkelenip);
-Senin
sözün ekmek içinde diken gibidir, surette nan (Ekmek)
seyrette (Yürüyüşte) helaki candır
(Bitkin duruma getirmedir).
Hem
benim kalbimden senin kalbine pencere vardır derunundaki (İçindeki)
her halin o pencereden ayan (Açık ve belli)
olur.
Ben
senin halini o pencereden temaşa edip (Seyredip)
hakikati haline (Gerçek durumunu) vakıf
(Bilmiş, öğrenmiş) oldum.
Sonra
bana mücazat (İşlenen bir suçtan ötürü
ceza verme), bu hareketleri bu eza ve cefaları (Eziyetleri)
reva (Uygun) gördü.
Eğer
İsa'nın ruhaniyetinden imdat olmasaydı, padişah bana katiyyen
acımazdı.
Behemahal
(Kesinlikle) beni idam ederdi.
Bunun
ile beraber ben ölmekten, asılmaktan korkmam, İsa Ruhullah (Canı)
için canımı başımı feda ederim.
Onun
uğrunda ölmeyi, can vermeyi minnet (Yapılan
iyiliğe karşı kendimi borçlu sayarım) bilirim.
Ey
hiristiyanlar!
Sizin
hatırınıza şu gelir ki, madem İsa fedayı can etmeyi (Canını
vermeyi) mahza (Yüksek) rahmet
(Merhamet) bilirsin, niçin hayatını
avlıyorsun diyecek olursanız, Hazreti İsa dinin de alim (Çok
bilen kimselere ait) olduğu cihetle (Yönüyle)
onun mukaddes dinini cahiller (Öğrenim
görmemişler) arasında zayi olmasını (Kaybolmasını)
istemedim.
Ruhullaha
(Hz. İsa'ya) şükür beni o mezhebi
müstakime (Doğruluktan şaşmayan yola)
rehber etti (Doğruyu bulmama yardımcı oldu,
yol gösterdi).
Beni
yahudilikten ve yahudi padişahtan kurtardı.
Zünnarı
(Bel kuşağını) imanı sıkıca
belime bağladı.
Ey
hıristiyan kavmi!
Şu
devir, devri İsa'dır.
Onun
esrarı dinini bundan sonra benden işitin.
Can
kulağı ile sözlerimi dinleyin derim.
Bu
suretle hırıstiyan kavmini iğfal ederim
(Aldatır,
ayartır, kandırır, baştan çıkarırım), dedi.
Padişah,
vezirin bu tedbirini takdir etti.
Hıristiyanları
katletmekten vazgeçti.
Padişah,
vezirin elini, kulağını kesti.
Burnunu
ve dudağını yardı.
Halk,
vezire layık görülen bu muameleye hayret ettiler.
Bu
derece mücazat (İşlenen bir suçtan ötürü
ceza verme) acaba nedendir?
Neden
böyle makbul bir vezirin eli ve kulağını kesti, diye vukuu
(Oluşun sebebine) hala hayrette
kaldılar.
Padişah,
veziri bu muameleden sonra nasranilerin (Hıristiyanların)
bulunduğu diyara (Ülkeye) sürgün
etti.
Bu
vezir, sürgünde nasranileri (Hıristiyanları)
etrafında topladı.
Nasraniler
fevç fevç (İnsan kalabalığı) gelip
vezirin bulunduğu mahalle geldiler.
Bu
iblisin (Kötü, düzenci kimsenin)
etrafında yüzbinlerce hıristiyan toplandı.
Bu
iblis vezir zahiren (Görünüşte)
İncilin ahkamını (Hükümlerini),
zünnarı esrarını (Dini gösterge olarak
bele takılan kemerin sırrını) nasaraya (Hıritiyanlara)
talim eder (Öğretip alıştırırdı),
İsa dinine müteallik (İlişkin, ilgili)
her yüzden vaizler söylerdi.
Lakin
bütün nifak (Geçimsizlik, anlaşmazlık,
arabozuculuk) ve fesat tuzağını (Karışıklık,
kargaşalık, ara bozuculuk) kurardı.
Yani
bu iblis, zahirde (Dış yüzde) ahkamı
ilahiyeyi (Tanrı ile ilgili olan hükümleri)
söylüyor, fakat hakikatte (Gerçekte)
tuzak arkasında gizlenmiş bir kuş avcısı idi.
Bütün
hıristiyanlar hallerini vezire bağladılar.
Ona
büyük itikatlarla (İnançla)
bağlandılar.
Onu
İsa'nın varisi sandılar.
Bilmediler
ki zahiren alim ve mürşidi kamil gibi görünen vezir, hakikatte
halkı idlal etmek (Nazlanmak) için bir
deccal (Kıyametten az evvel çıkacak ve Hz.
İsa Tarafından öldürülecek olan yalancı ve zararlı
şahıs,
yalancı mesih), bir şeytandır.
Aradan
bir çok zaman geçti, padişah ile vezir arasında hafi (Gizli)
bir mektuplaşma oldu.
Padişah
mektubunda vezire;
-Ey
vezir, vakit yaklaştı benim gönlümü nasara (Hıristiyanların)
gamından (Verdiği üzüntüden)
kurtar! Dedi.
Vezir,
mektuba cevaben;
-Ey
padişah!
Hala
bu tedbirdeyim.
Ben
nasara (Hıristiyanlar) içine azim
(İşteki engelleri yenme kararlığında)
bir fitne (İnsanları birbirine düşürerek
oluşan kargaşa) atmaktayım! Dedi.
O
vakit nasara (Hıristiyanlar) 12 fırka
(İnsan topluluğu) idi.
On
ikisinin reisleri vardı.
Her
bir fırka, emirlerin etabı (Aşaması)
idi.
Bu
on iki fırkanın emirleri ve teb'aları (Uyrukları)
bu iblis vezirin tuzağına tutulmuştu.
Bu
iblis vezire o kadar gönül vermiştiler ki, bunlardan her hangisine
yolunda can, baş feda ediniz dese, derhal o anda canlarını
verirlerdi.
Hain
vezir her bir emir birer tomar hazırladı.
Her
tomarın ifade tarzı başka idi.
Her
birinin hükümleri birbirine benzemiyordu.
Başka
yol, başka usül gösteriyordu.
Yani
her tomarın münderacatı (İçindekiler)
ötekinin zıddı, muhalifi (Görüşüne karşı
olan) idi.
Bir
tomarda riyazat (Nefsin isteklerini kırma)
yolu ile açlığa mülazemet (Yumuşaklık)
edilmesini, tevbenin hakka rucua (Sözü geri
alma, cayma) esas olacağını bildirir iken o bir tomarda
riyazata (Nefsin isteklerini kırmaya)
lüzum yoktur asıl olan sehavettir (Cömertliktir).
Sehavetten
(El açıklığından) başka kurtuluş
yoktur.
Bir
tomarda ;
Senin
açlığın mabuduna (Taptığına)
şirktir (Tanrıya ortak koşmadır).
Teslim
ve tevekkülden (Elinden geleni yapıp daha
sonrasını Tanrıya bırakma, güvenmeden) gayrısı
(Başkası) mekirdir (Hiledir,
aldatmadır, oyundur, düzendir).
Tevekkül
(Herhangi bir işte elinden geleni yapıp daha
sonraını Allah'a bırakma, Allah'a güvenmek) ile salikin
(Bu yola giren, bu yolda gidene) her
karı (Kazancı) saadettir (Mutluluk)
diyordu.
Bir
tomarda salike (Bu yola giren, bu yolda gidene)
vacip (Yapılması gerekli) olan ibadet
(İnsanın Allah'a veya inandığı güce
kulluğunu göstermek üzere yaptığı hareketler) ve
hizmettir (Görevi yapmaktır).
Yoksa,
ibadet ve taat yok iken, mücerred tevekkül (İşi
oluşu yalnızca Allah'a bırakmak) suçtur, diyordu.
Bir
tomarda, Kitab-ullahta (Kur'an da) ne
kadar emri ilahi (Allah ile ilgili istekler),
nevahi (Taraftar) var ise yalnız amel
etmek (Dinin buyruklarını yerine getirmek
için yapılan iş, fiil veya hareket) için değildir, belki
aczimizin (İşi yapabilecek güc ve beceri
veya yeteneğimizin olmaması) şerh (Açıklaması)
ve beyanıdır (Bildirilmesidir).
Evamir
(Buyruklar, buyrultular) ve nevahide
(Yasak şeylerde) aczimizi
(Güçsüzlüğümüzü) görelim.
Zamanı
acizde (Oluş içinde geçen vakitte kişinin
güçsüzlüğünü görerek) Hakteala'nın kudretini
müşahade (Allah'ın kuvvetini gücünü
görelim) edelim, diyordu.
Bir
tomarda kendi aczini (Oluş içinde geçen
vakitte kişinin güçsüzlüğünü) görmedi, zira bu aciz
küfranı (İyilik bilmeme, gördüğü lütuf
ve insaniyeti unutma) nimettir.
Kendinde
olan kudreti gör ki kudret yine ondadır, sen kendi kudretini hakkın
nimeti bil ki o Hüvel (Zatı) Hayyül
(Hayat veren sonsuz hayat kaynağı, can veren)
vahiddir (Tektir, ikincisi yoktur),
diyordu.
Bir
tomarda, bu ikisinden geç, yani kendini aciz ve naçiz (Değersiz,
önemsiz) bilmek veya kudreti Hakla kadir (Her
şeye gücü yeten, Allah'ı) görmek ikilikten hali (Boş)
değildir.
Her
kim ibret (Uyarıcı sonuçlar) ile
nazara (Kuvvetli bakışı bulup)
sığınırsa o puttur (Tapınılacaktır),
diyordu.
Bir
tomarda bu nazar (Bakış, bakma, göz atma)
ışığını söndürme, zira bu nazar, rahmeti (Olumlu
tesiri) batına (İç dünyana)
bir kandil (Işık) gibidir, çünkü
fena (Maddi varlıktan sıyrılıp hakka
ulaşma) ender fenaya (Manevi
sahsiyetine) yükselmezden evvel bir nazarı teveccühten
(Doğru bakış, doğru yönelme) ve
hayalü cemalden (Yüzünün hayalini görmek
isteğinden) vaz geçersen maksuda (Maksadına)
nail olmazdan (Ulaşmadan) evvel şem'i
(Işığa mensup) visali (Kavuşma)
nısfı (Yarım) sulükten (Manevi
yolculuğunu) söndürülmüş olursun, diyordu.
Bir
tomarda nazar ışığını söndür.
Hiç
korkma, gam yeme, nazar ışığının sönmesinden nuru basar
(Göz-görme) ve basiretin (Gerçekleri
yanılmadan görebilme yeteneği, ileri görüş, sağgörü, vizyon)
artar.
Senin
sabır (Olacak ve gelecek bir şeyi telaş
göstermeden bekleme) ve temkininden (Bir
işin sonunu düşünerek ölçülü, tedbirli davranmaktan)
dolayı akıbet (Bir iş veya durumun sonu veya
sonucu) senin leyla'n (Aşık olduğun)
sana mecnun (Aşık olur) olur diyordu.
Bir
tomarda (Allah'ü Teala) sana ihsan
ettiği (Bağışta bulunduğu) şeyi
hoş tut. Kendini derde sokma, kendini meşakkate (Güçlüğe)
bırakma diyordu.
Bir
tomarda tabiat (Doğanın insana hitap
ettiklerinin) muktezasını (Bir iş
yaparken gerekli işlemlerin bütününü) terk et. Zira senin
tabiatının kabul ettiği şey merdudtur (Redolunmuş,
kovulmuş, geri çevrilmiş, geri döndürülmüş), diyordu.
Bir
tomarda hakkın emredeceği şey, hayatı kalp ve gıdayı ruh olur.
Teveccühü (Yönelişin, yakınlık duyman,
hoşlanman) tam masiva (Allah'tan başka
varlıklar) kolayca kalpten çıkar. Gönül (Kalpte
oluşan duygular) aşkla dolar. Bundan gayri (Başka)
her ne varsa zevki tabidir (Beğenilendir).
Zevki tabii ise fanidir (Ölümlüdür).
Zevki ilahi bakidir (Ölümsüzdür),
diyordu.
Bir
tomarda, bu yolda bir üstadı kamil (Eksikliklerini
tamamlamış öğretiyi) iste. Üstadı Kamile müracaat
etmayen her millet, akibet hallerini gördüler. Nihayet akıl,
ayakları doğru yoldan ayrıldı. Esir ve zelil (Aşağılık)
oldular diyordu.
Bir
tomarda üstad (Üstün bilgisi ve yeteneği
olan) senin, zira üstadı fehmi idrak eden (Algılayan,
anlayan) yine sensin. Mert ol da hizmet ettiğin kamile
ihtiyaçtan kurtul diyordu.
Bir
tomarda bu cümle muhtelif sözlerin özü hakikatte birdir. O kimse
ki biri iki görüyor, o adam şaşıdır diyordu.
Bir
tomarda yüz olan adet nasıl olur da bir olur?
Yüzün
bir olduğunu kim fikreder?
Değerki
mecnun ola.
Her
bir söz birbirinin zıddıdır. Biri zehir, biri şeker nasıl bir
olur?
Mademki
sen zehir-şeker kaydından geçmemişsin, vahdetten (Bir,
tek olma) ne vakit vuslat (Sevgiliye
kavuşma) kokusunu koklayacaksın? Diyordu.
İblis
vezir bu suretle on iki türlü tomar hazırladı. On iki emire
tebliğ etti.Vaazı (Öğüt taşıyan dini
konuşmaları) terk edip havlete (Yalnız
kalmaya) çekildi.
Vezir,
halkın kalplerini celp (Kendi üzerine çekmek
için) için halktan ayrıldı, kimseye görünmez oldu.
Halkın
vezire iştiyaklar (Güçlü istek, güçlü
arzu) arttı.
İblis
vezir kırk elli gün halvet edip kimseyi yanına sokmadı.
Vezir
uzlet ettikçe hıristiyanların iştiyaklar arttı. Divane gibi
oldular.
Vezirin
ateşi firakı (Ayrılığı) ile yanıp
tutuştular. Ahu efgana (Istırap ile
haykırmaya, bağırıp çağırmaya, inlemeye, bağrışa)
başladılar.
İblis
vezir halvette (Yalnız kalmada)
riyazattan (Dünya lezzetlerinden,
sakınmalarla, perhizle , kanaatla yaşamakta) iki kat
olmuştu. Nihayet nasara (Hıristiyan)
kavmi feryada başlamış;
(Allah)
için, aziz başın için bizi bundan ziyade ateşi firaka (Ayrılık
ateşi ile) yakma reddi (Çürütmek
için) firakı artık takatimiz kalmadı. Dediler.
Vezir
-Kalıbım
sizden ayrı ise de kalbim sizinledir. Lakin halvetten (Yalnız
kalmada) çıkmaya izin yoktur. Dedi.
On
iki emir ve cümle tabii (Bağlı olanlar)
hücrenin kapısına gelip yalvardılar.
-Ey
kerim (Soylu)!
Senin
burada oturman bizim için mucibi melal (Gecikme,
usanç) oldu.
Biz
sensiz yetim kaldık.
Sen
ise halvetten çıkmamağa bahane arıyorsun.
Biz
ise senin derdine yanıp tutuşuyoruz.
Bizi
bu ıstıraptan kurtar dediler.
Vezir
onlara;
-Ey
dedi-kodunun mekrine (Hilesine, düzenine)
mağlup olanlar!
Ağah
(Haberli, bilgili) olun, zahir (Baştaki
dış dünyayı duyan) kulağını kapayıp batın (İç
duyumu harekete geçirerek) kulağını açınız ki Kelimatı
ilahiyeyi işitmeye (İlahi alemden gelen
sözleri duymaya) kabiliyet gelsin.
Gözden
zahiri (Görünen, görünürdeki)
perdeyi kaldır da hakikat (Gerçek)
sırrı ruşen (Aydın, parlak görünür)
olsun.
Bu
baş kulağını bırakın. Hissiz, kulaksız, zikirsiz (Allah'ın
adını anmadan) olun ki mutmain (İnanmış,
gönlü kanmış, emin olan) derecesine girersiniz.
Mademki
dedikodu ile mukayyedsiniz (Bağlanmışsınız);
batına (İç yüze, gizli görünmeyen yere)
zevk (Beğeni) zuhur etmez (Ortaya
çıkmaz, görünmez, belirmez), bu alemden gayri (Başka)
alemler bilinmez, dedi.
Tekrar
emirler tabirleri;
-Ey
kamil (Olgun), ey hakim (Bilge)!
Senin
kemaline (Olgunluğuna) inkarımız
(Kabul etmeme gibi durum) yok, fakat
firakından (Ayrılık) derdi iştiyaktan
(Özlemden) dolayı gözlerimiz ağlıyor,
yaşlar dökülüyor.
Bunlar
hep senin ateşi iştiyakındandır (Özlem
ateşindendir).
İblis
vezir;
-Ey
ziyaretçiler!
Semadan
Hazreti İsa'da bana cümle yarandan uzlet et (Toplum
yaşayışından kaçıp tek başına yaşama) yüzünü
mihrabı muallaya (Yüksek, yüce yöne)
çevir, tenha otur diye emir geldi.
Bundan
sonra size söz söylemeye izin yok.
Artık
benim kıl ü kal (Dedikodu) ile işim
yok.
Elveda,
ey dostlar, ölmezden evvel ölmüşüm.
Fena
ender fena (Kendimi çok az kaybetmiş)
olmuşum.
Şimdiden
sonra seccadem semada, İsa'nın yanında dedi.
Bundan
sonra on iki emiri birer birer yanına aldı.
Her
bir emire şu surette vasiyet etti.
Dini
İsa'viyette halifem sensin.
Onbir
emir sana tabidir.
Hazreti
İsa cümlesini sana tabi olmasını emretti.
Her
hangi emir sana tabi olmazsa onu kabil (Kabul
eden) veya esir et.
Ben
hayatta oldukça sakın bu esrarı (Sırrı)
kimseye söyleme.
Benim
halife, veli ahdim olduğunu kimseye izhar etme (Belirtme,
gösterme, açığa vurma).
Şayet
vefat etmezsem riyaset (Başkanlık)
davasında bulunma.
İşte
tomarı Mesihin ahkamı ( İsa'nın hükümleri)!
Bunu
al.
Umum
ümmeti İsa'ya tebliğ et, İstiklali ilan et, dedi.İblis vezir
emiri yanına aldıkça onlara aynı sözü söyledi.
Birbirine
zıt on iki tomarı onlara verdi ve her birine;
Halifem
sensin, sana tabi olmayanları öldür, diyerek iğfal (Aldattı,
ayarttı, kandırdı, baştan çıkarttı) etti.
Ondan
sonra vezir 40 gün kapısını kapadı. 40 gün sonra kendisini
öldürdü. Bakınız, ne derecede hiyanet ki umumun ızrarı (Zarar
vemek, zarara sokmak) için kendi vücudu habisini (Kötü,
alçak, soysuz vücudunu) ve cümleyi helake (Yok
olmaya) sürükledi.
Ümera
(Beyler, emirler), umum nasara
(Hıristiyan) vezirinin vefatını
duyduklarında o kadar feryat ettiler, göz yaşları döktüler ki
tarif olunamaz.
Vezirin
iblisin vücudu habisini mezara götürürken feryatlarıyla kıyamet
kopardılar.
Mezarın
üstünde saçlarını yolup yakalarını yırttılar.
Kanlı
yaşlar döktüler.
Bayılıp
ayılanların haddi hesabı yoktu.
Binlerce
kişi bir ay matem tuttular.
Bir
ay matemden sonra umum nasara (Hıristiyanlar)
on iki emire hitaben;
-Ey
ümarayı ümmet!
Vezirin
yerine sizden kim halife olacak?
Gönlümüzü
ona verelim.
Çünkü
vekili görmek asili görmek gibidir.dediler.
On
iki emirden biri cemaatın önüne geçerek vezirin halifesi benim.
Bu
tomar benim sıdkı ifademe burhandır (Kanıttır).
Bu
tomarı bana vezir verdi.
Cümlenizi
bana vasiyet ve emanet etti dedi.
Diğer
ümera (Beyler, amirler) da ellerinde
bir tomar ile hilafet (Halifelik) davası ettiler.
Birbirleriyle
münakaşa münazaa (Ağız kavgası, çekişme,
münakaşa) ettiler.
Kılıçlar
kınlarından çekildi.
Ona
tabiler ile muharebeye tutuştular.
Bu
on iki fırka birbiri ile o kadar şiddetli harp ettiler ki bu
sıralarda tamam yüzbin nasara (Hıritiyan)
öldü.
Başlar,
bedenler dağ gibi yığıldı.
Her
taraftan seller gibi kanlar aktı.
Veziri
gaddarın ektiği fitne tohumu hasılatı (Ürünü)
maktüllerin (Öldürülenlerin) başları
oldu.
İncilde
Ahmet ismi şerefini bilen ve hürmet eden bir nasara (Hıristiyan)
taifesi (Bölük) vardır ki Muhammed
Aleyhisselamın ismi şerifi okundukça üzerine kapanarak gözlerine
yüzlerine mukaddes ismi sürerler, göz yaşı dökerlerdi ve kemali
adap ve tazim (Saygılı bir biçim) ile
öperdi.
Bu
hürmetten dolayı o fırkai Naciye (Kurtulan,
selamete ulaşan, cehennemden kurtulmuş olan bölük)
kurtuldu. Emin ve salim oldu.
Namı
Ali Hazreti Seyyüdül kevneyn bu fırkaya muin (Yardımcı)
oldu.
Bunların
nesil çoğaldı .
Namı
Aliye alay edenler ve tahkir ettikleri cihetle iblis vezirin tuzağına
düştüler, bu vakada ziri zeber (Alt, aşağı)
oldular.
Ey
insanlar!
Ahmet
Aleyhisselamın namı şerefine tevessül (Elde
etmek istenilene ulaşmak için birini aracı) edenler bu
derece kurtulmuşlardan olursa elbette onun ruhu pakine (Temiz
ruhuna) aman diyen (Yardım isteyen)
mücrimlerine (Suçlularına) yetişeceği
her halde şefaat (Suçunun bağışlanması
veya dileğinin yerine getirilmesi için o kimseyle Tanrı arasında
peygamberin aracılık) edeceği belli bir şeydir.
İLAHİ
IŞIK
1.KASIM
1966 gazete alıntı.