17 Eylül 2024 Salı

HAKİKAT YOLCUSUNA HİTAP

Mevlana'nın kıssası

Ey hakikat yolcusu!

Her şeyi erbabından (Bir işten anlayan, bir işi iyi yapan kimseden) öğren.

Hakikati insanların sözlerine dikkat et.

Onun sözlerinde şifa (Bedensel veya ruhsal bir hastalığın son bulması, hastalıktan kurtulma) vardır.

Aşkı (Çok kuvvetli sevgi ve bağlılığı) yezdana (Allah'a) erişmemiş kimselerin sözlerinde senin için zehir (Büyük üzüntü, acı, keder, sıkıntı) vardır.

Zehirli ağaçların meyvası da elbette zehirli olur.

Muhammed Aleyhisselam'ı sen güzel ağızlardan işit.

Zehir saçan kafir (Tanrı'nın varlığını ve birliğini inkar eden kimselerin) dillerden işitme.

O zehirli ağacın meyvesi gibi seni de öldürür.

Muhammed Aleyhisselam'ı iyi bil ve sev ki hakiki hayata erişesin.

Onun namı (Adının) şerefine (Gösterilen saygının dayandığı manevi değer, onur) bile tevessül (Elde etmek istenilene ulaşmak için birini ve bir şeyi aracı yapma) edenlerin nasıl kurtulduklarını Mevlana Celaleddini Ruminin şu mühim kıssasından (Ders çıkarılması gereken anlatıyı, olayı) dinle.

Vaktiyle yahudi zalim (Acımasız ve haksız davranan) bir padişah vardı.

İslam ve ona tabi olanların yegane (Tek) düşmanı idi.

Hakikatte İsa ve Musa'nın tebliğatı (Bildirimi), ruhu bir olduğu halde zahirdeki (Dış yüzdeki) ayrılıklar dolayısıyla o şaşı (Gerçeği olduğu gibi göremeyen) padişah, İsa'yı inkar etti (Kabul etmedi, tanımadı).

Emri davette tebliğat (Bildirimde) birbirine muvaffak (Başarı kazandıran) olduğu halde iki peygamberi birbirinden ayrı görüp birini ikrar (Kabul etti) o birini inkar etti (Tanımadı).

Birine dost o birine düşman oldu.

Dini Musa'nın hamisiyim (Koruyucusuyum) diye yüzbin mazlum (Haksızlığa uğramış) mümini bi günah (Suçu olmayan kişileri), öldürdü.

Zalim (Acımasız ve haksız davranan, zulmeden) padişahı şeytan seyretti, insan sureti, polis isimli bir veziri var idi

Bu vezir o kadar gaddar ve hilesi o kadar azim idi ki hilesi ile, akan suları durdururdu.

Bu vezir bir gün, zalim (Acımasız ve haksız davranan, zulmeden) padişahın huzuruna çıkarak;

-Ey padişah!

Hırıstiyanların canını kurtarmak için dinlerini gizlerler.

Bundan sonra onları açıktan katletme, açık katilde fayda yoktur.

Din bir emri batınidir.

Onlar dine yüreğinden daha bağlıdırlar.

Zahirde (Dıştan) senden görünürler amma batınları (İç yüzden) sana muhaliftir (Aykırıdırlar).

Katil korkusundan zahirden (Dıştan) yahudi, batınen (İç yüzden) nasranidirler (Hiristiyanlardır), dedi.

Padişah hilekar vezirine;

-Ey vezir, o halde ne yapalım?

Öyle bir tedbir yapalım ki gizli ve aşikar cihanda hiçbir nasrani kalmasın dedi.

Vezir zalim padişaha;

-Sen benim elimi ayağımı kesersin.

Kulağımı burnumu, dudağımı yararsın, sonra beni asmak için darağacının(İdam sehpasının) dibine götürürsün.

Beni asarken oradan biri bana şefaat edip (Suçun bağışlanması için aracılık yapan) beni asılmaktan kurtarsın.

Sen bu işi insanların önünde yap.

Herkes bana olan ceza muamelesini görsün.

Benim bu cezam aleme yayılsın, sonra beni hıristiyanların çok olduğu yere nefiy edersin (Sürgüne gönderirsin).

Ben o zaman nasranilerin (Hıristiyanların) içine girerek bir başka fitne (İnsanları birbirine düşürerek oluşturulan kargaşaya) bırakırım.

Dinlerini ihtilale (Düzensizliğe, karışıklığa) veririm, dedi.

Padişah vezire;

-Sen bunlara ne gibi hile mekir (Hile, aldatma, oyun, düzen) edeceksin, bunlar senin sözüne nasıl kanacaklar, dedi.

Hilekar vezir;

-Ben hıristiyanlara derim ki, ben en kavi (Dayanıklı, güçlü, zorlu olan) ve koyu nasrani (Hıristiyan) idim.

İmanımı padişahtan gizlemiştim, lakin padişah benim gizli din taşıdığımı bilmiş halime ağah (Bilgili, haberli) olmuş, beni huzuruna çağırdı.

Sorguya çekti.

Bu suretle ben de dinimi itiraf ettim (Gerçeği açıkça söyledim).

Padişah bana gadap edip (Öfkelenip);

-Senin sözün ekmek içinde diken gibidir, surette nan (Ekmek) seyrette (Yürüyüşte) helaki candır (Bitkin duruma getirmedir).

Hem benim kalbimden senin kalbine pencere vardır derunundaki (İçindeki) her halin o pencereden ayan (Açık ve belli) olur.

Ben senin halini o pencereden temaşa edip (Seyredip) hakikati haline (Gerçek durumunu) vakıf (Bilmiş, öğrenmiş) oldum.

Sonra bana mücazat (İşlenen bir suçtan ötürü ceza verme), bu hareketleri bu eza ve cefaları (Eziyetleri) reva (Uygun) gördü.

Eğer İsa'nın ruhaniyetinden imdat olmasaydı, padişah bana katiyyen acımazdı.

Behemahal (Kesinlikle) beni idam ederdi.

Bunun ile beraber ben ölmekten, asılmaktan korkmam, İsa Ruhullah (Canı) için canımı başımı feda ederim.

Onun uğrunda ölmeyi, can vermeyi minnet (Yapılan iyiliğe karşı kendimi borçlu sayarım) bilirim.

Ey hiristiyanlar!

Sizin hatırınıza şu gelir ki, madem İsa fedayı can etmeyi (Canını vermeyi) mahza (Yüksek) rahmet (Merhamet) bilirsin, niçin hayatını avlıyorsun diyecek olursanız, Hazreti İsa dinin de alim (Çok bilen kimselere ait) olduğu cihetle (Yönüyle) onun mukaddes dinini cahiller (Öğrenim görmemişler) arasında zayi olmasını (Kaybolmasını) istemedim.

Ruhullaha (Hz. İsa'ya) şükür beni o mezhebi müstakime (Doğruluktan şaşmayan yola) rehber etti (Doğruyu bulmama yardımcı oldu, yol gösterdi).

Beni yahudilikten ve yahudi padişahtan kurtardı.

Zünnarı (Bel kuşağını) imanı sıkıca belime bağladı.

Ey hıristiyan kavmi!

Şu devir, devri İsa'dır.

Onun esrarı dinini bundan sonra benden işitin.

Can kulağı ile sözlerimi dinleyin derim.

Bu suretle hırıstiyan kavmini iğfal ederim

(Aldatır, ayartır, kandırır, baştan çıkarırım), dedi.

Padişah, vezirin bu tedbirini takdir etti.

Hıristiyanları katletmekten vazgeçti.

Padişah, vezirin elini, kulağını kesti.

Burnunu ve dudağını yardı.

Halk, vezire layık görülen bu muameleye hayret ettiler.

Bu derece mücazat (İşlenen bir suçtan ötürü ceza verme) acaba nedendir?

Neden böyle makbul bir vezirin eli ve kulağını kesti, diye vukuu (Oluşun sebebine) hala hayrette kaldılar.

Padişah, veziri bu muameleden sonra nasranilerin (Hıristiyanların) bulunduğu diyara (Ülkeye) sürgün etti.

Bu vezir, sürgünde nasranileri (Hıristiyanları) etrafında topladı.

Nasraniler fevç fevç (İnsan kalabalığı) gelip vezirin bulunduğu mahalle geldiler.

Bu iblisin (Kötü, düzenci kimsenin) etrafında yüzbinlerce hıristiyan toplandı.

Bu iblis vezir zahiren (Görünüşte) İncilin ahkamını (Hükümlerini), zünnarı esrarını (Dini gösterge olarak bele takılan kemerin sırrını) nasaraya (Hıritiyanlara) talim eder (Öğretip alıştırırdı), İsa dinine müteallik (İlişkin, ilgili) her yüzden vaizler söylerdi.

Lakin bütün nifak (Geçimsizlik, anlaşmazlık, arabozuculuk) ve fesat tuzağını (Karışıklık, kargaşalık, ara bozuculuk) kurardı.

Yani bu iblis, zahirde (Dış yüzde) ahkamı ilahiyeyi (Tanrı ile ilgili olan hükümleri) söylüyor, fakat hakikatte (Gerçekte) tuzak arkasında gizlenmiş bir kuş avcısı idi.

Bütün hıristiyanlar hallerini vezire bağladılar.

Ona büyük itikatlarla (İnançla) bağlandılar.

Onu İsa'nın varisi sandılar.

Bilmediler ki zahiren alim ve mürşidi kamil gibi görünen vezir, hakikatte halkı idlal etmek (Nazlanmak) için bir deccal (Kıyametten az evvel çıkacak ve Hz. İsa Tarafından öldürülecek olan yalancı ve zararlı

şahıs, yalancı mesih), bir şeytandır.

Aradan bir çok zaman geçti, padişah ile vezir arasında hafi (Gizli) bir mektuplaşma oldu.

Padişah mektubunda vezire;

-Ey vezir, vakit yaklaştı benim gönlümü nasara (Hıristiyanların) gamından (Verdiği üzüntüden) kurtar! Dedi.

Vezir, mektuba cevaben;

-Ey padişah!

Hala bu tedbirdeyim.

Ben nasara (Hıristiyanlar) içine azim (İşteki engelleri yenme kararlığında) bir fitne (İnsanları birbirine düşürerek oluşan kargaşa) atmaktayım! Dedi.

O vakit nasara (Hıristiyanlar) 12 fırka (İnsan topluluğu) idi.

On ikisinin reisleri vardı.

Her bir fırka, emirlerin etabı (Aşaması) idi.

Bu on iki fırkanın emirleri ve teb'aları (Uyrukları) bu iblis vezirin tuzağına tutulmuştu.

Bu iblis vezire o kadar gönül vermiştiler ki, bunlardan her hangisine yolunda can, baş feda ediniz dese, derhal o anda canlarını verirlerdi.

Hain vezir her bir emir birer tomar hazırladı.

Her tomarın ifade tarzı başka idi.

Her birinin hükümleri birbirine benzemiyordu.

Başka yol, başka usül gösteriyordu.

Yani her tomarın münderacatı (İçindekiler) ötekinin zıddı, muhalifi (Görüşüne karşı olan) idi.

Bir tomarda riyazat (Nefsin isteklerini kırma) yolu ile açlığa mülazemet (Yumuşaklık) edilmesini, tevbenin hakka rucua (Sözü geri alma, cayma) esas olacağını bildirir iken o bir tomarda riyazata (Nefsin isteklerini kırmaya) lüzum yoktur asıl olan sehavettir (Cömertliktir).

Sehavetten (El açıklığından) başka kurtuluş yoktur.

Bir tomarda ;

Senin açlığın mabuduna (Taptığına) şirktir (Tanrıya ortak koşmadır).

Teslim ve tevekkülden (Elinden geleni yapıp daha sonrasını Tanrıya bırakma, güvenmeden) gayrısı (Başkası) mekirdir (Hiledir, aldatmadır, oyundur, düzendir).

Tevekkül (Herhangi bir işte elinden geleni yapıp daha sonraını Allah'a bırakma, Allah'a güvenmek) ile salikin (Bu yola giren, bu yolda gidene) her karı (Kazancı) saadettir (Mutluluk) diyordu.

Bir tomarda salike (Bu yola giren, bu yolda gidene) vacip (Yapılması gerekli) olan ibadet (İnsanın Allah'a veya inandığı güce kulluğunu göstermek üzere yaptığı hareketler) ve hizmettir (Görevi yapmaktır).

Yoksa, ibadet ve taat yok iken, mücerred tevekkül (İşi oluşu yalnızca Allah'a bırakmak) suçtur, diyordu.

Bir tomarda, Kitab-ullahta (Kur'an da) ne kadar emri ilahi (Allah ile ilgili istekler), nevahi (Taraftar) var ise yalnız amel etmek (Dinin buyruklarını yerine getirmek için yapılan iş, fiil veya hareket) için değildir, belki aczimizin (İşi yapabilecek güc ve beceri veya yeteneğimizin olmaması) şerh (Açıklaması) ve beyanıdır (Bildirilmesidir).

Evamir (Buyruklar, buyrultular) ve nevahide (Yasak şeylerde) aczimizi (Güçsüzlüğümüzü) görelim.

Zamanı acizde (Oluş içinde geçen vakitte kişinin güçsüzlüğünü görerek) Hakteala'nın kudretini müşahade (Allah'ın kuvvetini gücünü görelim) edelim, diyordu.

Bir tomarda kendi aczini (Oluş içinde geçen vakitte kişinin güçsüzlüğünü) görmedi, zira bu aciz küfranı (İyilik bilmeme, gördüğü lütuf ve insaniyeti unutma) nimettir.

Kendinde olan kudreti gör ki kudret yine ondadır, sen kendi kudretini hakkın nimeti bil ki o Hüvel (Zatı) Hayyül (Hayat veren sonsuz hayat kaynağı, can veren) vahiddir (Tektir, ikincisi yoktur), diyordu.

Bir tomarda, bu ikisinden geç, yani kendini aciz ve naçiz (Değersiz, önemsiz) bilmek veya kudreti Hakla kadir (Her şeye gücü yeten, Allah'ı) görmek ikilikten hali (Boş) değildir.

Her kim ibret (Uyarıcı sonuçlar) ile nazara (Kuvvetli bakışı bulup) sığınırsa o puttur (Tapınılacaktır), diyordu.

Bir tomarda bu nazar (Bakış, bakma, göz atma) ışığını söndürme, zira bu nazar, rahmeti (Olumlu tesiri) batına (İç dünyana) bir kandil (Işık) gibidir, çünkü fena (Maddi varlıktan sıyrılıp hakka ulaşma) ender fenaya (Manevi sahsiyetine) yükselmezden evvel bir nazarı teveccühten (Doğru bakış, doğru yönelme) ve hayalü cemalden (Yüzünün hayalini görmek isteğinden) vaz geçersen maksuda (Maksadına) nail olmazdan (Ulaşmadan) evvel şem'i (Işığa mensup) visali (Kavuşma) nısfı (Yarım) sulükten (Manevi yolculuğunu) söndürülmüş olursun, diyordu.

Bir tomarda nazar ışığını söndür.

Hiç korkma, gam yeme, nazar ışığının sönmesinden nuru basar (Göz-görme) ve basiretin (Gerçekleri yanılmadan görebilme yeteneği, ileri görüş, sağgörü, vizyon) artar.

Senin sabır (Olacak ve gelecek bir şeyi telaş göstermeden bekleme) ve temkininden (Bir işin sonunu düşünerek ölçülü, tedbirli davranmaktan) dolayı akıbet (Bir iş veya durumun sonu veya sonucu) senin leyla'n (Aşık olduğun) sana mecnun (Aşık olur) olur diyordu.

Bir tomarda (Allah'ü Teala) sana ihsan ettiği (Bağışta bulunduğu) şeyi hoş tut. Kendini derde sokma, kendini meşakkate (Güçlüğe) bırakma diyordu.

Bir tomarda tabiat (Doğanın insana hitap ettiklerinin) muktezasını (Bir iş yaparken gerekli işlemlerin bütününü) terk et. Zira senin tabiatının kabul ettiği şey merdudtur (Redolunmuş, kovulmuş, geri çevrilmiş, geri döndürülmüş), diyordu.

Bir tomarda hakkın emredeceği şey, hayatı kalp ve gıdayı ruh olur. Teveccühü (Yönelişin, yakınlık duyman, hoşlanman) tam masiva (Allah'tan başka varlıklar) kolayca kalpten çıkar. Gönül (Kalpte oluşan duygular) aşkla dolar. Bundan gayri (Başka) her ne varsa zevki tabidir (Beğenilendir). Zevki tabii ise fanidir (Ölümlüdür). Zevki ilahi bakidir (Ölümsüzdür), diyordu.

Bir tomarda, bu yolda bir üstadı kamil (Eksikliklerini tamamlamış öğretiyi) iste. Üstadı Kamile müracaat etmayen her millet, akibet hallerini gördüler. Nihayet akıl, ayakları doğru yoldan ayrıldı. Esir ve zelil (Aşağılık) oldular diyordu.

Bir tomarda üstad (Üstün bilgisi ve yeteneği olan) senin, zira üstadı fehmi idrak eden (Algılayan, anlayan) yine sensin. Mert ol da hizmet ettiğin kamile ihtiyaçtan kurtul diyordu.

Bir tomarda bu cümle muhtelif sözlerin özü hakikatte birdir. O kimse ki biri iki görüyor, o adam şaşıdır diyordu.

Bir tomarda yüz olan adet nasıl olur da bir olur?

Yüzün bir olduğunu kim fikreder?

Değerki mecnun ola.

Her bir söz birbirinin zıddıdır. Biri zehir, biri şeker nasıl bir olur?

Mademki sen zehir-şeker kaydından geçmemişsin, vahdetten (Bir, tek olma) ne vakit vuslat (Sevgiliye kavuşma) kokusunu koklayacaksın? Diyordu.

İblis vezir bu suretle on iki türlü tomar hazırladı. On iki emire tebliğ etti.Vaazı (Öğüt taşıyan dini konuşmaları) terk edip havlete (Yalnız kalmaya) çekildi.

Vezir, halkın kalplerini celp (Kendi üzerine çekmek için) için halktan ayrıldı, kimseye görünmez oldu.

Halkın vezire iştiyaklar (Güçlü istek, güçlü arzu) arttı.

İblis vezir kırk elli gün halvet edip kimseyi yanına sokmadı.

Vezir uzlet ettikçe hıristiyanların iştiyaklar arttı. Divane gibi oldular.

Vezirin ateşi firakı (Ayrılığı) ile yanıp tutuştular. Ahu efgana (Istırap ile haykırmaya, bağırıp çağırmaya, inlemeye, bağrışa) başladılar.

İblis vezir halvette (Yalnız kalmada) riyazattan (Dünya lezzetlerinden, sakınmalarla, perhizle , kanaatla yaşamakta) iki kat olmuştu. Nihayet nasara (Hıristiyan) kavmi feryada başlamış;

(Allah) için, aziz başın için bizi bundan ziyade ateşi firaka (Ayrılık ateşi ile) yakma reddi (Çürütmek için) firakı artık takatimiz kalmadı. Dediler.

Vezir

-Kalıbım sizden ayrı ise de kalbim sizinledir. Lakin halvetten (Yalnız kalmada) çıkmaya izin yoktur. Dedi.

On iki emir ve cümle tabii (Bağlı olanlar) hücrenin kapısına gelip yalvardılar.

-Ey kerim (Soylu)!

Senin burada oturman bizim için mucibi melal (Gecikme, usanç) oldu.

Biz sensiz yetim kaldık.

Sen ise halvetten çıkmamağa bahane arıyorsun.

Biz ise senin derdine yanıp tutuşuyoruz.

Bizi bu ıstıraptan kurtar dediler.

Vezir onlara;

-Ey dedi-kodunun mekrine (Hilesine, düzenine) mağlup olanlar!

Ağah (Haberli, bilgili) olun, zahir (Baştaki dış dünyayı duyan) kulağını kapayıp batın (İç duyumu harekete geçirerek) kulağını açınız ki Kelimatı ilahiyeyi işitmeye (İlahi alemden gelen sözleri duymaya) kabiliyet gelsin.

Gözden zahiri (Görünen, görünürdeki) perdeyi kaldır da hakikat (Gerçek) sırrı ruşen (Aydın, parlak görünür) olsun.

Bu baş kulağını bırakın. Hissiz, kulaksız, zikirsiz (Allah'ın adını anmadan) olun ki mutmain (İnanmış, gönlü kanmış, emin olan) derecesine girersiniz.

Mademki dedikodu ile mukayyedsiniz (Bağlanmışsınız); batına (İç yüze, gizli görünmeyen yere) zevk (Beğeni) zuhur etmez (Ortaya çıkmaz, görünmez, belirmez), bu alemden gayri (Başka) alemler bilinmez, dedi.

Tekrar emirler tabirleri;

-Ey kamil (Olgun), ey hakim (Bilge)!

Senin kemaline (Olgunluğuna) inkarımız (Kabul etmeme gibi durum) yok, fakat firakından (Ayrılık) derdi iştiyaktan (Özlemden) dolayı gözlerimiz ağlıyor, yaşlar dökülüyor.

Bunlar hep senin ateşi iştiyakındandır (Özlem ateşindendir).

İblis vezir;

-Ey ziyaretçiler!

Semadan Hazreti İsa'da bana cümle yarandan uzlet et (Toplum yaşayışından kaçıp tek başına yaşama) yüzünü mihrabı muallaya (Yüksek, yüce yöne) çevir, tenha otur diye emir geldi.

Bundan sonra size söz söylemeye izin yok.

Artık benim kıl ü kal (Dedikodu) ile işim yok.

Elveda, ey dostlar, ölmezden evvel ölmüşüm.

Fena ender fena (Kendimi çok az kaybetmiş) olmuşum.

Şimdiden sonra seccadem semada, İsa'nın yanında dedi.

Bundan sonra on iki emiri birer birer yanına aldı.

Her bir emire şu surette vasiyet etti.

Dini İsa'viyette halifem sensin.

Onbir emir sana tabidir.

Hazreti İsa cümlesini sana tabi olmasını emretti.

Her hangi emir sana tabi olmazsa onu kabil (Kabul eden) veya esir et.

Ben hayatta oldukça sakın bu esrarı (Sırrı) kimseye söyleme.

Benim halife, veli ahdim olduğunu kimseye izhar etme (Belirtme, gösterme, açığa vurma).

Şayet vefat etmezsem riyaset (Başkanlık) davasında bulunma.

İşte tomarı Mesihin ahkamı ( İsa'nın hükümleri)!

Bunu al.

Umum ümmeti İsa'ya tebliğ et, İstiklali ilan et, dedi.İblis vezir emiri yanına aldıkça onlara aynı sözü söyledi.

Birbirine zıt on iki tomarı onlara verdi ve her birine;

Halifem sensin, sana tabi olmayanları öldür, diyerek iğfal (Aldattı, ayarttı, kandırdı, baştan çıkarttı) etti.

Ondan sonra vezir 40 gün kapısını kapadı. 40 gün sonra kendisini öldürdü. Bakınız, ne derecede hiyanet ki umumun ızrarı (Zarar vemek, zarara sokmak) için kendi vücudu habisini (Kötü, alçak, soysuz vücudunu) ve cümleyi helake (Yok olmaya) sürükledi.

Ümera (Beyler, emirler), umum nasara (Hıristiyan) vezirinin vefatını duyduklarında o kadar feryat ettiler, göz yaşları döktüler ki tarif olunamaz.

Vezirin iblisin vücudu habisini mezara götürürken feryatlarıyla kıyamet kopardılar.

Mezarın üstünde saçlarını yolup yakalarını yırttılar.

Kanlı yaşlar döktüler.

Bayılıp ayılanların haddi hesabı yoktu.

Binlerce kişi bir ay matem tuttular.

Bir ay matemden sonra umum nasara (Hıristiyanlar) on iki emire hitaben;

-Ey ümarayı ümmet!

Vezirin yerine sizden kim halife olacak?

Gönlümüzü ona verelim.

Çünkü vekili görmek asili görmek gibidir.dediler.


On iki emirden biri cemaatın önüne geçerek vezirin halifesi benim.

Bu tomar benim sıdkı ifademe burhandır (Kanıttır).

Bu tomarı bana vezir verdi.

Cümlenizi bana vasiyet ve emanet etti dedi.

Diğer ümera (Beyler, amirler) da ellerinde bir tomar ile hilafet (Halifelik) davası ettiler.

Birbirleriyle münakaşa münazaa (Ağız kavgası, çekişme, münakaşa) ettiler.

Kılıçlar kınlarından çekildi.

Ona tabiler ile muharebeye tutuştular.

Bu on iki fırka birbiri ile o kadar şiddetli harp ettiler ki bu sıralarda tamam yüzbin nasara (Hıritiyan) öldü.

Başlar, bedenler dağ gibi yığıldı.

Her taraftan seller gibi kanlar aktı.

Veziri gaddarın ektiği fitne tohumu hasılatı (Ürünü) maktüllerin (Öldürülenlerin) başları oldu.

İncilde Ahmet ismi şerefini bilen ve hürmet eden bir nasara (Hıristiyan) taifesi (Bölük) vardır ki Muhammed Aleyhisselamın ismi şerifi okundukça üzerine kapanarak gözlerine yüzlerine mukaddes ismi sürerler, göz yaşı dökerlerdi ve kemali adap ve tazim (Saygılı bir biçim) ile öperdi.

Bu hürmetten dolayı o fırkai Naciye (Kurtulan, selamete ulaşan, cehennemden kurtulmuş olan bölük) kurtuldu. Emin ve salim oldu.

Namı Ali Hazreti Seyyüdül kevneyn bu fırkaya muin (Yardımcı) oldu.

Bunların nesil çoğaldı .

Namı Aliye alay edenler ve tahkir ettikleri cihetle iblis vezirin tuzağına düştüler, bu vakada ziri zeber (Alt, aşağı) oldular.

Ey insanlar!

Ahmet Aleyhisselamın namı şerefine tevessül (Elde etmek istenilene ulaşmak için birini aracı) edenler bu derece kurtulmuşlardan olursa elbette onun ruhu pakine (Temiz ruhuna) aman diyen (Yardım isteyen) mücrimlerine (Suçlularına) yetişeceği her halde şefaat (Suçunun bağışlanması veya dileğinin yerine getirilmesi için o kimseyle Tanrı arasında peygamberin aracılık) edeceği belli bir şeydir.

İLAHİ IŞIK

1.KASIM 1966 gazete alıntı.

Popüler Yayınlar