29 Eylül 2012 Cumartesi

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE YEMEK

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

 Ey yüce bilgin Mevlana, seni övmeye lüzum yok!
Sen de övülmeyi bırak!

 Bunu şundan dolayı söylüyorum ki, Mevlana’yı övmekte onun rahatı için bir sebep bulunsun, onun hoşuna gidecek bir durum olsun da eksik bir şey olmasın.

Ona sakın bir şey yapma ki hatırına bir bulanıklık gelmesin, incinmesin.
Beni inciten her şey gerçekten Mevlana’nın da gönlünü kırar.

Onu büyük bir şeyh her zaman ziyarete gelirdi.
«Bize misafir gelir misin?» derdi.

«Bir saat kadar gel de görelim seni,» diyebilir miyim?
Eğer seni yiyemesem (Sevgi ile gönlüme almazsam), yemeğini nasıl yiyebilirim.
Bana haram olur.

Benim içimde haram lokma olmasından Allah’a sığınırım.
(M. 197)

Mecduddîn ile konuşuyorduk.
Karşılıklı sorular, türlü sözlerle muhabbet ediyorduk.

Sakın gönlün incinmesin, Mevlana (Allah ona uzun ömürler versin) dışarı çıktı.
Senden incindi.

Mevlana böyledir; beklemeye takat getiremez.
Diyorsun ki, bu iş çetindir.

Büyükler nezaketlidirler.

Maymun yavrusu ile kaplumbağa hikâyesini iyice hatırlayamıyorum ama ben de gittim gönül benimle birlikte gelmedi.
Orada boş sözler var.

Kulağına şunu söyleyeyim de onlar işitmesinler.
Gel eğer bir parça bal getirirlerse bununla hoş kaçar, uzaktan duymazsın belki; kulağına boş sözler söyleyeyim.

Bugün gerekli olmasa bile anlatayım:
Bir tamburcu tamburunu kılıfından çıkarır, her şeyden önce yemek getirsinler diye, yanında olanlara:
«Sizler çok cömert insanlarsınız,» der.
«Bana bir kaç akça harçlık verirseniz size tambur çalarım.»

O arada adamın pabuçlarını çalmışlardı.
«Aman,» der;
«Ben sizin yemeğinizden vazgeçtim konukseverliğiniz de sizin olsun, bari tamburumu verin de işime gideyim.»

«Burası mescittir,» dediler.
«Eyvah,» dedi,
«Günlerden beridir ki yıkanmadım çabuk tamburumu verin de buradan gideyim.»

Sultan Mahmud (Gazneli) ordusundan bir- aralık geri kalmıştı, çok acıkmıştı.
Yol üzerinde bir değirmenciye uğradı, dedi ki;
«Selâm sana!
Sizde yiyecek bir şey bulunur mu?»

Değirmenci seslendi: «Sakın bu adam ekmek istemeye gelmesin.
Bu ağırcanlı adam nereden geliyor?»

«Bugün bir artık ekmek vardır yer misin?»
«Getir,» dedi.

Değirmenci giderken pişman oldu, geri döndü.
«Eğer olsaydı biz yerdik, kalmamış.

Ekmek yok un var yer misin?»
«Evet, getir her ne varsa getir!»

Adam tekrar geldi kendi kendine:
«Yazık» dedi;
«Adamcağızın karnı o kadar acıkmış ki unu bile yiyecek.»

Bu sefer tekrar döndü “ama darı karışık,” dedi.
Sonra tekrar geldi;
«Öğütülen un yetim malıdır,» dedi.

Nihayet tozlu bir pösteki getirdi ve Şahın yüzüne fırlattı:
«Ancak kalan yiyecek budur,» diyerek onu inandırmak istedi.

Sonra:
«Sanıyorum ki,» dedi:
«Gözlerin rahatsız olmuştur.»
Bir ırmak kenarına götürdü:
«Yüzünü yıka!» diye iki elini tutarak oraya oturttu. (M. 198)

Şah oradan ayrıldı.
Yolda bir Türk çocuğuna rastladı:

«Yiyecek bir şeyin var mı?» dedi.
Çocuk:
«Var ama önce bir selâm ver, sonra da konuk ister misin diye sor,» cevabını verdi.

Mahmud kendi kendine:
«Vallahi bu çocuk doğru söyler,» dedi.
Atının dizginlerini yavaşça çekti geri döndü.

Çocuğa «Selamın aleyküm,» dedi.
«Aleyküm selâm.
Çabuk aşağı in konuğumuz ol sana gömeç, yoğurt, süt, peynir ne varsa getireyim,» dedi.

Şah bunları yedi.
Çocuğa:
«Al şu yüzüğü bundan sonra ben Şahın yakınlarındanım dersin.
Ola ki Şahtan senin için bir şey alalım, eğer vermezlerse ben alır sana veririm.»

Yüzüğe iyi bakınca:
«Eyvah!» dedi çocuk,
«Ne yazık ki koyun kesmedim.
Ne yaptım ben?»

Her ne kadar bu düşüncelere kapıldı ise de, işi daha iyi oldu. Mertebesi yükseldi.
Şah askerine yetiştikten sonra arkadan çocuk geldi, yüzüğü onlara gösterdi.

Hepsi yüzüstü kapandılar.
Onu saygı ile karşıladılar.

Çocuk ne görsün bütün beyler, vezirler sıralanmış; o süvari askerleri ve başbuğlar ayakta durmuş.
Onlarla yüz yüze gelince hepsi birden:
«Bu hangi oymağın beyidir?» diye aralarında konuştular.

Şahı o kılıkta görünce şaşırdı, bir «Lahavle,» çekti tekrar etrafına bakınca anladı ki Şah budur.
İçinden bir «Ah!» çekti.

Şah konuşmaya başladı, çocuk içinden tekrar, «Vallah ki bu Şah’tır!» dedi..
Şah emretti: «Altın kemerli kırk köle onun yanına gelsinler!»
Artık üst tarafını, o türlü yemekleri de sen hesap et!

Sonra buyurdu ki: «Sözü geçen değirmenciyi de getirin, onun da gönlünü hoş edeyim.»
Silâhlı yüz süvari yola çıktı.

Köyün ve değirmenin nişanını onlara anlatmıştı.
Uzaktan bakınca bir dağın doruğunda onu gördüler.

Biri sordu:
«Değirmenci bu mudur?»
«Evet, budur,» dediler.

Adamcağız:
«Eyvah geldiler,» diye kaçtı ve kapıyı kapadı.
Kapıyı çalınca hiç ses çıkarmadı yani, «Öldüm,» dedi.
«Ama sen nasıl ölüsün ki, konuşuyorsun?»

Değirmenci, «Bu ancak bir nefesten başka bir şey değil, nihayet o da bitmek üzere ben ölmüşüm artık.»
«Kalk!» dediler.
Kalkmadı, kapıyı kırdılar, içeri girerek tekrar,
«Kalk!» dediler,

«Seni Şah istiyor.»
Değirmenci yalvarmaya başladı:
«Ey büyük ve saygı değer adamlar!
Ben nerede, Şah nerede?
Ben zavallı bir değirmenciğim.

Şahın buğdayı varsa buraya getirir onu öğütürüm!»
«Uzatma,» dediler,
«Kalk çabuk seni Şah istiyor.»
«Ama çok iyi öğütürüm.»

«Çok konuşma kalk!» dediler.
Değirmenci, «Size un vereyim saç ekmeği, yoğurt vereyim ki, bugüne kadar Sultan bile onu size vermemiştir. (M. 199)
Bugün yüz kişiyi misafir ediyorum.»

«Kalk, ne saçmalar soyuyorsun, kalk» dediler.
Yine kalkmadı, boynuna bir ip bağladılar.
Çeke-çeke götürdüler.

Adamcağız çepeçevre etrafı süzerek o teşrifatçıyı aradı, ama onu göremedi.

Ancak Sultana:
«Ah eğer bin tane kellem olsaydı birini bile kurtaramam,» dedi.

Sultan dedi ki:
«Adamcağız ben seni getirdim ki, su kuyusuna düşmüş olan yüzüğümü bulasın.»
«Saygılarımı sunarım,» dedi.

Gizlice ötekilerine emir verdi; adamı kıskıvrak bağlasınlar, üç gün üç gece hiç bağını çözmesinler açlık ne demek olduğunu anlasın, dedi. Adamcağız, her gün beş kilo ekmek yerdi; cehennem gibi bir işkembesi vardı, üç gün ekmek bulamayınca artık ölümünü bekliyordu.

Üç gün geçtikten sonra,
 «Onu getirin!» dediler.
«Kalk çık dışarı,» diye seslendiler.
«Artık benden ne istiyorsunuz, bir solukluk canım kalmıştır, bırakın ki öleyim!» dedi.

«Hayır,» dediler. «Sen öyle bir adamsın ki, bir kerede ölüp kurtulamayacaksın.»
«Eyvah!» diye feryadı bastırdı.

Şahın huzuruna götürdüler.
«Adamcağız,» dedi.

Şah, «Söyle bakalım pirinci tane -tane mi yersin?»
«Oh onu da yerim elime geçerse,» dedi.

«Ya semiz kuş eti ile pişmiş kimyonlu yahni yahut şekerkamışı veya hurma da olsa yer misin?»
«Ah nerede onlar!»

 «Sütlü pirinç de yer misin?
Hele şekerle iyice pişirilmiş olursa!»
«Ah nasıl yemem.»

«Elimize geçse biz de yeriz bunları.»
Böylece birçok nefis yemek saydılar.

Değirmenci,
«Ey ulu Sultan!
Beni öldür!» diye yalvarmaya başlayınca Padişahın merhameti ayaklandı.
O merhamet duygusunun etkisiyle Hayyam’ın şu beytini hatırladı.

Beyit:
Ben kötülük yaptım, sen de kötü mükâfat veriyorsun,
Şu halde benimle senin aramızda ne fark var söyle!

Şah gülmeye başladı.
Bin dirhem bağışta bulunmalarını, bir kat elbise vermelerim, onu sevinçli bir halde yola vurmalarını emretti.

Sonra «Onu geri çağırın,» dedi.
Arkasından koştular, «Gel!» diye seslendiler.
«Ah beni kandırdı, ama belki daha beter bir belâya uğratacak,» dedi. Çağıranlara yalvarmaya başladı.

«Bari şu altınlarımı alın da canımı bağışlayın.»
«Gel, orada cevabını ver!» dediler.
Şahın huzuruna çıkardılar.

Şah şöyle buyurdu: «Şimdi benimle bir sözleşme yapacaksın! (M. 200)
Bundan sonra kendi boğazının keyfi uğruna kimseye bir şey vermesen bile bari o unlu pöstekiyi kimsenin yüzüne çarpma!

Az daha gözümü kör edecektin.» Değirmenci yüzüstü düştü, çok ağladı ve dedi ki: «İkinci şartı da ben söyleyeyim:

Hiç bir konuğu ağırlamakta ihmal göstermeyecek ve küçümsemeyeceğim.»

Mademki kulağıma söylüyorsun, söyle ah seni öpeyim!
Hasta oldun öpeyim bari öp artık kaçıyorum öp, elimi de bırakıyorum…

Elimi kalbime koydum, mademki söylüyorsun bir daha söyle! Ne kadar da yedim, uykumu kaçırmak için.
Gece yarısına kadar hiç uykum kaçmadı.
Hep yedim, karnım davula döndü.

Nihayet, «Daha ne kadar yiyeceksin, yeter!» dediler.
 «Uykum kaçsın diye yiyorum. Uykumu ver ki yemeyeyim,» dedim.

Pirlerden biri dedi ki:
«Henüz Mevlana’nın meclisindesin.
Allah’a şükürler olsun!

Ama müritler sizden ayrılmak sevdasında.
Bu onların körlüğünden ileri geliyor.

Derler ki, bir melek varmış, bir zaman Âdemoğulları bu adamın meleği olurmuş, bir zaman da bu adamın şeytanı.»
Üç kere dışarı çıktım, geleceğim dedim.

Tekrar hücreye gidiyordum, önce bir adam gösterdim.
Ona çocuk kaçtı, yalvardılar, kabul ettim.
Öteki de kendiliğinden kaçıyordu.
O bununla gelmez dedim.

Mısra:
Bu işten vazgeçmek gerek yahut edebini takınmak.

Ne hayaller kuruyorsun?
Ben ne söylüyorum?
Eğer bunu söylemesen, senin söylediğin şey çok uzak!

                  ***

MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.

ATAÇ yayınları Tasavvuf 6

                    ***

Neler öğrendik:

1.   Mevlana ve Şems Hazretlerinde gönül birliği olduğunu öğrendik.

2.   Mevlana Hazretlerinin güzel özellikleri anlatılmadan da görülüp hissedildiğini öğrendik.

3.   Bir kişinin yemeğini yemeden önce o kişiyi içimize alınacak değerde ve kalitede olması gerektiğini öğrendik.

4.   Mevlana Hazretlerinin incindiği zaman o yeri nezaketinden terk ettiğini öğrendik.

5.   Ziyafet diye tuzağa çektiklerini, bedava bir şeyler yiyeyim derken çok şeyler kaybedebileceğimizi hesap ederek o davete gitmemeğin doğru olacağını öğrendik.

6.   Tanrı selamı ile yaklaşılırsa beklediğimizden daha iyisine kavuşacağımızı öğrendik.

7.   Önce selam verip konuk olarak kabul edip edemeyeceğini sorup izin aldıktan sonra konukluk yapabileceğimizi öğrendik.

8.   Aç insanı doyuranın Tanrı tarafından mükâfatlandırılacağını öğrendik.

9.   Çaresizle alay edenin, küçümseyenin başına belaların geleceğini öğrendik.

10.           Yanlış yapanın yanlışlığını kendisine gösterilerek doğru davranışın öğretilmesinin gerektiğini öğrendik.

 İşte böyle yaren,

Hazreti Mevlana ve Şems Hazretleri ikisinin tepkileri farklı hatta zıt olmasına rağmen ikisinde de var olan Tanrı aşkı sayesinde birbirine uyum sağladıkları, dost olduklarını, sevgili olduklarını her ikisinin birbirini anlatırken saygı ve muhabbetlerinden anlıyoruz.

Peygamber efendimizi örnek alarak ve mana yolunu izleyerek bugün bize ölçülemeyecek derecede fayda sağlayan, yaşamımızı değiştiren ve olumlu şekil veren öğütleriyle şereflendik, mutlu olduk.

Farklılıkların birbirimizden uzaklaşmak için bir neden olmadığını, bir zenginlik kaynağı oluşturduğunu öğrendik.

İyilik yapmanın, doğru davranmanın muhakkak iyi bir karşılığı olduğunu, Tanrı’nın iyiler defterine yazılmak gerektiğini öğrendik.

Tanrı selamı ile başka bir insana yaklaşmanın faydalı sonuçlar verdiğini öğrendik, anladık.

Davet edilmedikçe yemek yenen yere doğru gitmememiz gerektiğini, davet edilen yerin uygunluğunu bilmeden de gitmememiz gerektiğini öğrendik, anladık.

Terbiyeli, saygılı, güzel, zarif, ince nazik söz ve davranışta olarak dost kazanmamızı, düşmanlarımızı bile bu yolla kazanabileceğimizi öğrendik, anladık.
                                      *

RAVLİ

Popüler Yayınlar