Ona
sakın bir şey yapma ki hatırına bir bulanıklık gelmesin, incinmesin.
Beni
inciten her şey gerçekten Mevlana’nın da gönlünü kırar.
Onu
büyük bir şeyh her zaman ziyarete gelirdi.
«Bize
misafir gelir misin?» derdi.
«Bir
saat kadar gel de görelim seni,» diyebilir miyim?
Eğer
seni yiyemesem (Sevgi ile gönlüme almazsam), yemeğini
nasıl yiyebilirim. Bana haram olur.
Benim
içimde haram lokma olmasından Allah’a sığınırım.
(M.
197)
Mecduddîn
ile konuşuyorduk.
Karşılıklı
sorular, türlü sözlerle muhabbet ediyorduk.
Sakın
gönlün incinmesin, Mevlana (Allah ona uzun ömürler versin) dışarı çıktı.
Senden
incindi.
Mevlana
böyledir; beklemeye takat getiremez.
Diyorsun
ki, bu iş çetindir.
Büyükler nezaketlidirler.
Maymun
yavrusu ile kaplumbağa hikâyesini iyice hatırlayamıyorum ama ben de gittim
gönül benimle birlikte gelmedi.
Orada
boş sözler var.
Kulağına
şunu söyleyeyim de onlar işitmesinler.
Gel
eğer bir parça bal getirirlerse bununla hoş kaçar, uzaktan duymazsın belki;
kulağına boş sözler söyleyeyim.
Bugün
gerekli olmasa bile anlatayım:
Bir
tamburcu tamburunu kılıfından çıkarır, her şeyden önce yemek getirsinler diye,
yanında olanlara:«Sizler çok cömert insanlarsınız,» der.
«Bana bir kaç akça harçlık verirseniz size tambur çalarım.»
O
arada adamın pabuçlarını çalmışlardı.
«Aman,»
der;«Ben sizin yemeğinizden vazgeçtim konukseverliğiniz de sizin olsun, bari tamburumu verin de işime gideyim.»
«Burası
mescittir,» dediler.
«Eyvah,»
dedi, «Günlerden beridir ki yıkanmadım çabuk tamburumu verin de buradan gideyim.»
Sultan
Mahmud (Gazneli) ordusundan bir- aralık geri kalmıştı, çok acıkmıştı.
Yol
üzerinde bir değirmenciye uğradı, dedi ki;
«Selâm
sana! Sizde yiyecek bir şey bulunur mu?»
Değirmenci
seslendi: «Sakın bu adam ekmek istemeye gelmesin.
Bu
ağırcanlı adam nereden geliyor?»
«Bugün
bir artık ekmek vardır yer misin?»
«Getir,»
dedi.
Değirmenci
giderken pişman oldu, geri döndü.
«Eğer
olsaydı biz yerdik, kalmamış.
Ekmek
yok un var yer misin?»
«Evet,
getir her ne varsa getir!»
Adam
tekrar geldi kendi kendine:
«Yazık»
dedi;«Adamcağızın karnı o kadar acıkmış ki unu bile yiyecek.»
Bu
sefer tekrar döndü “ama darı karışık,” dedi.
Sonra
tekrar geldi;«Öğütülen un yetim malıdır,» dedi.
Nihayet
tozlu bir pösteki getirdi ve Şahın yüzüne fırlattı:
«Ancak
kalan yiyecek budur,» diyerek onu inandırmak istedi.
Sonra:
«Sanıyorum
ki,» dedi:«Gözlerin rahatsız olmuştur.»
Bir ırmak kenarına götürdü:
«Yüzünü yıka!» diye iki elini tutarak oraya oturttu. (M. 198)
Şah oradan ayrıldı.
Yolda bir Türk çocuğuna rastladı:
«Yiyecek
bir şeyin var mı?» dedi.
Çocuk:«Var ama önce bir selâm ver, sonra da konuk ister misin diye sor,» cevabını verdi.
Mahmud
kendi kendine:
«Vallahi
bu çocuk doğru söyler,» dedi. Atının dizginlerini yavaşça çekti geri döndü.
Çocuğa
«Selamın aleyküm,» dedi.
«Aleyküm
selâm. Çabuk aşağı in konuğumuz ol sana gömeç, yoğurt, süt, peynir ne varsa getireyim,» dedi.
Şah
bunları yedi.
Çocuğa:
«Al şu yüzüğü bundan sonra ben Şahın yakınlarındanım dersin.
Ola ki Şahtan senin için bir şey alalım, eğer vermezlerse ben alır sana veririm.»
Yüzüğe
iyi bakınca:
«Eyvah!»
dedi çocuk, «Ne yazık ki koyun kesmedim.
Ne yaptım ben?»
Her
ne kadar bu düşüncelere kapıldı ise de, işi daha iyi oldu. Mertebesi yükseldi.
Şah
askerine yetiştikten sonra arkadan çocuk geldi, yüzüğü onlara gösterdi.
Hepsi
yüzüstü kapandılar.
Onu
saygı ile karşıladılar.
Çocuk
ne görsün bütün beyler, vezirler sıralanmış; o süvari askerleri ve başbuğlar
ayakta durmuş.
Onlarla
yüz yüze gelince hepsi birden: «Bu hangi oymağın beyidir?» diye aralarında konuştular.
Şahı
o kılıkta görünce şaşırdı, bir «Lahavle,» çekti tekrar etrafına bakınca anladı
ki Şah budur.
İçinden
bir «Ah!» çekti.
Şah
konuşmaya başladı, çocuk içinden tekrar, «Vallah ki bu Şah’tır!» dedi..
Şah
emretti: «Altın kemerli kırk köle onun yanına gelsinler!» Artık üst tarafını, o türlü yemekleri de sen hesap et!
Sonra
buyurdu ki: «Sözü geçen değirmenciyi de getirin, onun da gönlünü hoş edeyim.»
Silâhlı
yüz süvari yola çıktı.
Köyün
ve değirmenin nişanını onlara anlatmıştı.
Uzaktan
bakınca bir dağın doruğunda onu gördüler.
Biri
sordu:
«Değirmenci
bu mudur?» «Evet, budur,» dediler.
Adamcağız:
«Eyvah
geldiler,» diye kaçtı ve kapıyı kapadı. Kapıyı çalınca hiç ses çıkarmadı yani, «Öldüm,» dedi.
«Ama sen nasıl ölüsün ki, konuşuyorsun?»
Değirmenci,
«Bu ancak bir nefesten başka bir şey değil, nihayet o da bitmek üzere ben
ölmüşüm artık.»
«Kalk!»
dediler. Kalkmadı, kapıyı kırdılar, içeri girerek tekrar,
«Kalk!» dediler,
«Seni
Şah istiyor.»
Değirmenci
yalvarmaya başladı: «Ey büyük ve saygı değer adamlar!
Ben nerede, Şah nerede?
Ben zavallı bir değirmenciğim.
Şahın
buğdayı varsa buraya getirir onu öğütürüm!»
«Uzatma,»
dediler, «Kalk çabuk seni Şah istiyor.»
«Ama çok iyi öğütürüm.»
«Çok
konuşma kalk!» dediler.
Değirmenci,
«Size un vereyim saç ekmeği, yoğurt vereyim ki, bugüne kadar Sultan bile onu
size vermemiştir. (M. 199) Bugün yüz kişiyi misafir ediyorum.»
«Kalk,
ne saçmalar soyuyorsun, kalk» dediler.
Yine
kalkmadı, boynuna bir ip bağladılar. Çeke-çeke götürdüler.
Adamcağız
çepeçevre etrafı süzerek o teşrifatçıyı aradı, ama onu göremedi.
Ancak
Sultana:
«Ah
eğer bin tane kellem olsaydı birini bile kurtaramam,» dedi.
Sultan
dedi ki:
«Adamcağız
ben seni getirdim ki, su kuyusuna düşmüş olan yüzüğümü bulasın.» «Saygılarımı sunarım,» dedi.
Gizlice
ötekilerine emir verdi; adamı kıskıvrak bağlasınlar, üç gün üç gece hiç bağını
çözmesinler açlık ne demek olduğunu anlasın, dedi. Adamcağız, her gün beş kilo
ekmek yerdi; cehennem gibi bir işkembesi vardı, üç gün ekmek bulamayınca artık
ölümünü bekliyordu.
Üç
gün geçtikten sonra,
«Onu getirin!» dediler. «Kalk çık dışarı,» diye seslendiler.
«Artık benden ne istiyorsunuz, bir solukluk canım kalmıştır, bırakın ki öleyim!» dedi.
«Hayır,»
dediler. «Sen öyle bir adamsın ki, bir kerede ölüp kurtulamayacaksın.»
«Eyvah!»
diye feryadı bastırdı.
Şahın
huzuruna götürdüler.
«Adamcağız,»
dedi. Şah, «Söyle bakalım pirinci tane -tane mi yersin?»
«Oh onu da yerim elime geçerse,» dedi.
«Ya
semiz kuş eti ile pişmiş kimyonlu yahni yahut şekerkamışı veya hurma da olsa
yer misin?»
«Ah
nerede onlar!»
«Sütlü pirinç de yer misin?
Hele
şekerle iyice pişirilmiş olursa!» «Ah nasıl yemem.»
«Elimize
geçse biz de yeriz bunları.»
Böylece
birçok nefis yemek saydılar.
Değirmenci,
«Ey
ulu Sultan! Beni öldür!» diye yalvarmaya başlayınca Padişahın merhameti ayaklandı.
O merhamet duygusunun etkisiyle Hayyam’ın şu beytini hatırladı.
Beyit:
Ben kötülük yaptım, sen de kötü mükâfat veriyorsun,Şu halde benimle senin aramızda ne fark var söyle!
Şah
gülmeye başladı.
Bin
dirhem bağışta bulunmalarını, bir kat elbise vermelerim, onu sevinçli bir halde
yola vurmalarını emretti.
Sonra
«Onu geri çağırın,» dedi.
Arkasından
koştular, «Gel!» diye seslendiler. «Ah beni kandırdı, ama belki daha beter bir belâya uğratacak,» dedi. Çağıranlara yalvarmaya başladı.
«Bari
şu altınlarımı alın da canımı bağışlayın.»
«Gel,
orada cevabını ver!» dediler. Şahın huzuruna çıkardılar.
Şah
şöyle buyurdu: «Şimdi benimle bir sözleşme yapacaksın! (M. 200)
Bundan sonra kendi boğazının keyfi uğruna kimseye bir şey vermesen
bile bari o unlu pöstekiyi kimsenin yüzüne çarpma!
Az
daha gözümü kör edecektin.» Değirmenci yüzüstü düştü, çok ağladı ve dedi ki:
«İkinci şartı da ben söyleyeyim:
Hiç bir konuğu ağırlamakta ihmal göstermeyecek ve küçümsemeyeceğim.»
Mademki kulağıma söylüyorsun,
söyle ah seni öpeyim!
Hasta oldun öpeyim bari öp
artık kaçıyorum öp, elimi de bırakıyorum…
Elimi kalbime koydum, mademki
söylüyorsun bir daha söyle! Ne kadar da yedim, uykumu kaçırmak için.
Gece yarısına kadar hiç uykum
kaçmadı. Hep yedim, karnım davula döndü.
Nihayet, «Daha ne kadar
yiyeceksin, yeter!» dediler.
«Uykum kaçsın diye yiyorum. Uykumu ver ki
yemeyeyim,» dedim.Pirlerden biri dedi ki:
«Henüz Mevlana’nın meclisindesin.
Allah’a şükürler olsun!
Ama müritler sizden ayrılmak
sevdasında.
Bu onların körlüğünden ileri
geliyor.
Derler ki, bir melek varmış,
bir zaman Âdemoğulları bu adamın meleği olurmuş, bir zaman da bu adamın
şeytanı.»
Üç kere dışarı çıktım,
geleceğim dedim.
Tekrar hücreye gidiyordum,
önce bir adam gösterdim.
Ona çocuk kaçtı, yalvardılar,
kabul ettim. Öteki de kendiliğinden kaçıyordu.
O bununla gelmez dedim.
Mısra:
Bu işten vazgeçmek
gerek yahut edebini takınmak.
Ne hayaller kuruyorsun?
Ben ne söylüyorum?Eğer bunu söylemesen, senin söylediğin şey çok uzak!
***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
***
Neler öğrendik:
1. Mevlana ve Şems Hazretlerinde gönül birliği olduğunu
öğrendik.
2. Mevlana Hazretlerinin güzel özellikleri anlatılmadan
da görülüp hissedildiğini öğrendik.
3. Bir kişinin yemeğini yemeden önce o kişiyi içimize
alınacak değerde ve kalitede olması gerektiğini öğrendik.
4. Mevlana Hazretlerinin incindiği zaman o yeri
nezaketinden terk ettiğini öğrendik.
5. Ziyafet diye tuzağa çektiklerini, bedava bir şeyler
yiyeyim derken çok şeyler kaybedebileceğimizi hesap ederek o davete gitmemeğin
doğru olacağını öğrendik.
6. Tanrı selamı ile yaklaşılırsa beklediğimizden daha
iyisine kavuşacağımızı öğrendik.
7. Önce selam verip konuk olarak kabul edip edemeyeceğini
sorup izin aldıktan sonra konukluk yapabileceğimizi öğrendik.
8. Aç insanı doyuranın Tanrı tarafından
mükâfatlandırılacağını öğrendik.
9. Çaresizle alay edenin, küçümseyenin başına belaların
geleceğini öğrendik.
10.
Yanlış yapanın
yanlışlığını kendisine gösterilerek doğru davranışın öğretilmesinin gerektiğini
öğrendik.
Hazreti Mevlana ve Şems Hazretleri ikisinin tepkileri
farklı hatta zıt olmasına rağmen ikisinde de var olan Tanrı aşkı sayesinde
birbirine uyum sağladıkları, dost olduklarını, sevgili olduklarını her ikisinin
birbirini anlatırken saygı ve muhabbetlerinden anlıyoruz.
Peygamber
efendimizi örnek alarak ve mana yolunu izleyerek bugün bize ölçülemeyecek
derecede fayda sağlayan, yaşamımızı değiştiren ve olumlu şekil veren
öğütleriyle şereflendik, mutlu olduk.
Farklılıkların
birbirimizden uzaklaşmak için bir neden olmadığını, bir zenginlik kaynağı
oluşturduğunu öğrendik.
İyilik
yapmanın, doğru davranmanın muhakkak iyi bir karşılığı olduğunu, Tanrı’nın
iyiler defterine yazılmak gerektiğini öğrendik.
Tanrı
selamı ile başka bir insana yaklaşmanın faydalı sonuçlar verdiğini öğrendik, anladık.
Davet
edilmedikçe yemek yenen yere doğru gitmememiz gerektiğini, davet edilen yerin
uygunluğunu bilmeden de gitmememiz gerektiğini öğrendik, anladık.
Terbiyeli,
saygılı, güzel, zarif, ince nazik söz ve davranışta olarak dost kazanmamızı,
düşmanlarımızı bile bu yolla kazanabileceğimizi öğrendik, anladık.
*
RAVLİ