18 Eylül 2012 Salı

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE LÜK-LÜK YÜRÜMEK

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

 Nasıl ki o gün demişti ki:
Tebbet ayeti ile ihlâs suresi arasında hiç bir fark yoktur.

Her ikisi de birdir, Allah kelâmıdır.

Ben bir vakit bu türlü söz söylemiştim.
«Gel de şimdi anlat bakayım, nasıl diyorsun ki Tebbet nedir ki?»

Ebû-lehep ziyan etti, helak oldu, Ebûleheb’in iki eli kurusun!
Alevli ateşe götürülecektir.

Gün olur ki ateş içinde heybetli bir dille konuşur.
Şimdi bu îhlâs suresi yani söyle ki «Allah tektir,» ayeti ile Tebbet’ten her ikisi bir olur mu?

Bu îhlâs suresinin anlamı Allah sıfatlardan başka değildir.
Şimdi söylemek gerekir ki, sen Müslüman olarak öleceksin, kâfir ölmeyeceksin, kurtulacaksın ateşten.

Şimdi öyle hoşum, öylesine hoşum ki şu hoşlukla iki cihana sığamıyorum.

Siyah şalvarlı denen, bir din bilginiydi.
Meliki Âdil ona çok inanırdı.

Bindiği bir eşeğin sahibi ile kavgaya tutuşmuş, Farsça diyordu ki:
«Bu eşek kötü yürüyor, her saat yüzüstü kapanıyor.
Hâlbuki geçen gün bana iyi bir eşek gösterdin, sonra iyi eşekleri başkalarına verdin.
Topal eşeği bana getirdin.»

Ona dediler ki:
«Bu adam Farsçadan anlamaz, onunla Arapça konuş!»
Acem bir saat kadar düşündü, Arapça konuşacağı kelimeleri zihninde hazırladı.
Eşek sahibi biraz uzaklaşmıştı.

Şeyh ona seslendi.
Kafasında hazırladığı Arapça sözleri unutmamaya çalışırken, eşekçi: «Ne diyorsun?» dedi.

Şeyh, şu anlamdaki Arapça sözleri kekeledi:
«Yarın ben, güzel bir eşek…» Eşekçi sordu:

«Bugün de öyle misin? Ya Şeyh!»
Onu çekmeyen kıskanç fakihler (Din ve kanunları ustaları) akşam namazını kıldırması için sözbirliği ettiler.

Biliyorlardı ki, o Fatiha okumasını bile beceremez.
Onu koruyan Meliki Âdil de onun kim olduğunu bu vesile ile anlasın. Bu sözleşmeden sonra onu söze tuttular ki, namaz vakti geçsin.
Ama Hoca işi sezmişti, yüzünü Meliki Âdil’e çevirdi,

«Ey ulu sultan,» dedi. «Sen lük, lük yürümesini bilir misin?»
«Hayır,» dedi sultan.

Hoca, oradaki hizmetçiye gözüyle işaret ederek:
«Getir şu pabuçlarımı,» dedi.
Pabuçları giydikten sonra yerinden sıçradı.

Bir ayağını basıyor ötekini sürüklüyor, arada duraklıyor; sonra öteki ayağını da aynı veçhile tekrar basıp sürükleyerek aksaklık örneği gösteriyordu.

Şeyhin meclisinde bulunanlardan biri diyordu ki;
«Şimdi bende ne küfür kaldı, ne iman.
Kendimde küfürden de, imandan da bir şey bulamadım.
Senin huzuruna geldim.

Ne Yahudilikten, ne Mecusîlikten, ne de ana ve babadan kalma inançtan ne kaldı bende?

Gerçi bundan önce de her neye inandım, iman getirdimse yavaş-yavaş o ilk inançlardan vazgeçtim.»

Bu yol çok çetindir.
Başı sonu belli değildir.

Elbette kolay olmaz onun ilk inançları hatırına gelmediği gibi ona yol da bulamaz.

Bu tıpkı şuna benzer:
 «Adamın biri ırmak kenarında yıkanmak için elbisesini soyunur ve suya atlar. (M. 170)

Su sertçe akmaktadır.
Onu kaptığı gibi aşağı doğru sürükler.
O ise elbisesinin bulunduğu yere doğru atılmaktadır ki, alsın da giysin diye.
Ne çare ki, keskin akan su onu kapmış ve götürmüştür.»

Muhammed Aleyhisselâmın ibadeti ve işi istiğrak yani Allahsal düşünceye dalmak idi.

Kendi kendine:
«İş gönül işidir, hizmet gönül hizmetidir, kulluk da gönülden kulluktur» buyurdu.

Ama o ilâhi düşünce ve temaşa (Seyretmek) âlemine ancak Ulu Allah da kendini yok etmekle varılabilir.

 O biliyordu ki herkese, gerçek amel (Düşünmek ve yapmak) ve ibadet için yol yoktur.
Kullardan pek az kimseye istiğrak mutluluğu verilmiştir.

Ümmet için bu beş vakit namaz ile yılda otuz gün orucu ve Hac törelerini emretti ki, onlar da o temaşadan yoksun kalmasınlar, kurtuluşa ersinler ve başka ümmetlerden üstün olduklarını anlasınlar.

Ola ki onlara da sözü geçen o istiğrak mutluluğundan bir koku erişir. Eğer böyle olmasaydı, oruçtaki açlık nerede, Allah’a kulluk nerede kalır?

Dinin bu açık teklifleri ve ibadet ne işe yarardı?
Bu şeyhlerin birçoğu Muhammed (S.A.) dininin yol kesicileridir. Bütün fareler gibi bu dinin evini yıkmaya çalışırlar.

Ama Allah’ın aziz kullarından öyle kediler de vardır ki, bu fareleri temizlemeye çalışırlar.

Yüz binlerce fare toplansa bile tek bir kediye bakmak cesaretini gösteremezler.
Çünkü kedinin heybeti onların bir araya toplanmalarına imkân vermez.

Kedi ise kendi nefsinde bir topluluktur.

Farelerde eğer toplanma cesareti olsaydı, birleşebilselerdi, içlerinden bir kaç fedaî fare çıkabilseydi, kedi nihayet bunlardan birini yakalar, onunla uğraşırken ötekiler kedinin gözünü tırmalar, başına atlar elbette onun işini bitirebilirlerdi.

Hiç olmazsa kaçarlardı.
Şu halde demektir ki, onlardaki korku toplanmalarına engel olmaktadır.
Fare dağılmanın; kedi topluluğun remzidir (İşaretidir).

Ayette, «Kâbe’nin içine giren güvende olur,» buyrulmuştur.
Hiç şüphe yoktur bunda.

Sonra diğer bir ayette, «Etrafında bulunanları kapan,» cehennemden söz edilmektedir.
Gönülden dışarıda (halkın yüreğinde vesvese veren) Şeytana işaret buyrulmuştur.

Yüz binlerce vesvese veren Şeytanlar, feryatlar, korkular vardır, İbrahim Peygamberin ateşe atılması, Hakkın terbiyesindendir.

Musa Peygamberin yetişmesi ve onun düşman elinde beslenmesi hep Allah’ın birer cilvesidir.

Evet, Peygamber Allahın lütuf (Karşılıksız bağış) ve irşadını (Aydınlanma) biliyor muydu ki önce yoldaş sonra yol buyurdu. 

                       ***

MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6

                    ***
Neler öğrendik:

1.   Ayetlerin hepsinin Tanrı sözü olduğunu bu bakımdan bir olduğunu öğrendik.

2.   Ayetlerde kimi zaman Tanrı’nın sert ve tehdit eden, korkutan ifadeler olduğunu öğrendik.

3.   Ayetlerde kimi zaman da Tanrı’nın kendini anlatan ifadeler olduğunu öğrendik.

4.   Müslüman olarak ölenin cehennem ateşinden kurtulacağını, bundan dolayı sevinç içinde olmamız gerektiğini öğrendik.

5.   Tanrı’nın güzel, güçlü, bize güzellikler sunan, bize yaşama sevinci veren ayetlerini göz ardı edip korku veren ayetlerini öne çıkarmamızın doğru olmadığını öğrendik.

6.   Doğruyu tam bilmeyenlerin ve uygulamayanların anlaşılmayan kelimeler kullanarak kendilerini bilgin gibi gösterdiklerini öğrendik.

7.   Kendine bilgin süsü verenlerin hikâyelerle konuyu esasından dağıttıklarını öğrendik.

8.    Lük, lük yürümenin sağlam bir adım attıktan sonra yeterli sağlam olmayanları da sağlanmış gibi takdim etmek olduğunu bunun da sağlam olanı şüpheye düşürdüğünü öğrendik.

9.   İnanç yolunda olanın düşüncelere kapılıp gittiğini, eski doğru diye inandığı inançlarından uzaklaştığını öğrendik.

10.           Ölmeden önce ölünüz hadisi şerifi ile verilen mesajın yerine gelmesiyle yani kendini ben ve ben merkezli davranıştan kurtararak Tanrı âlemini seyredebileceğimizi öğrendik.

11.           Namaz, oruç, hac gibi ibadetlerin Tanrı’dan gelen bir davetin güzelliğini müjdelediğini öğrendik.

12.           İslam dininin Tanrı inanışını yanlış anlatan kişilerin inanan kişileri soğuttuğunu, dinden uzaklaşmalara neden olduklarını öğrendik.

13.           Tanrı’nın emrettiklerinin tamamen içinde olmak gerektiğini, dışarıda kalanların şeytanın maskarası olduklarını öğrendik.

14.           Tanrı’nın takdirinin ne olduğunu bilemeyeceğimizi öğrendik.

 İşte böyle yaren,

 Tanrı yolunda gitmenin gönül işi olduğunu, gönüllü olarak bu yolda hizmet etmek gerektiğini, gönülden gelen bir istekle sevgi ile Tanrı’ya ve onun sevdiği kullara bağlanmamız gerektiğini öğrendik, anladık.

                              *
RAVLİ

 

Popüler Yayınlar