Sarayın
sofracı başı, Şahın üstüne yemek, damlatır.
Şah,
«Asın şunu!» diye emreder.
Adam geri kalan yemeği de Şahın üstüne boşaltır.
Bu sefer hoşuna gider ve gülmeye başlar.
«Bunu niçin yaptın?» diye sorar.
Sofracı,
«Mademki beni astıracaksın, yaptığım hata, önemli bir şey değildi.
Bari
daha büyük bir iş yapayım ki, asılmaya değsin,» der.
Bugün
o sofracı yaptığına tövbe etse bile işlediği hata yine hoşuna gitmezdi.
Bu
utanç verici hal ana ve babadandır.
Çünkü
onlar beni bu kadar naz ve nimet içinde beslediler.
Kedi
kâseyi devirdi ve kırdı, babam da yanımda idi, hiç bir şey demedi. Ancak gülerek, «Oyun mu oynuyorsun güzel?» diyebildi.
Ama bu bir kaza idi.
Kedi savuşturdu.
Eğer senin ve benim yahut annemin başına bir kaza gelseydi ne olacaktı?
Allah, seni ve beni bu yüzden korudu; bize bir cilve gösterdi.
Şiir:
Okşaya-okşaya şeker kamışından nöbet şekeri yaparlar,İpekböceğinden zamanla atlas yaparlar.
Yaptığın işi yavaş-yavaş yap, biraz sabırlı ol,
Üzüm koruğundan bir gün gelir helva pişirirler.
Ey seher yeli!
Bir semtten haberin var mı? (M. 193)Bir ay yüzlünün yanağından ne haber getirdin?
Çalıp çağırdığın, hay huy ettiğin günler var mı?
Ey rüzgâr!
Daha yavaş es, çünkü güzel kokuyorsun!
Bu
saatte, âlemde kutup (en yüksek Tanrı eri) odur.
Bir
gizli gerçeği açıklıyorum.
Âlemin
dört bucağından onun toprağını öpmek arzusunu besleyenler, başlarını onun
eşiğine koyup geri dönenler var.
Bir
Allah eri tam bir yıllık yoldan onu ziyarete gelmişti.
Yüzü
güneşten yanmış bir ziyaretçi onun eşiğini öptü, içeriye giremedi.
Başka
bir aziz uzaklardan birçok yol teperek geldi, eteğini öptü, hemen aynı günde
geri döndü, izin almasına imkân kalmadı.
Ben
bu adamdan ummazdım ki, konuşsun.
Ben
konuştum. Dedi ki: «Ona ahmaklık demezler».
Evet, «Onunla konuşurken şimdi burada bir ben varım, bir de şu duvar var,» dedim.
Mademki
duvarla konuşmuyorsun benimle de konuşmuyorsun o halde kiminle söyleşiyorsun.
Lütfen
anlat!
Biri
bana diyordu ki: «Bu mantıkçıdır.»
Gülmeye
başladı sonra öfkelendi, terlemeye başladı, başım sallayarak, «Bu adam ne
diyor, mantıkçı mı?» dedi.
Bir
zaman diyordum ki: «Farz et ki ben burada yoğum, işte herkesin kavgası da
bundan çıkıyor.
Niçin
olmayasın burada?»
Yalvardı:
«Birlikte gidelim ki çocuklar sana alışsınlar,» dedi.
«Evet»
dedi, ama bana nezaketten yahut kötülükten bir mutluluk gelmez. Bana böyle yerler, para ve rahat lâzım değil.
Ben
bunlardan kaçtım, usandım şu hücreye sığındım ki beni kapıdan görsünler.
Ben
dışarı çıkayım, sabaha karşı onu döküntülerini, pisliklerini süpüreyim,
sessizce orada oturayım.
Ansızın
bir şey işitildi.
Başlarını eğdiler. Özür dileyerek, hayır-hayır! Dedim.
Eğer ben iyi insan isem, benim makamım burası olur.
Geceleri tahta çıkar otururum.
Kimse
bana, sen fena yaptın, şöyle yaptın böyle yaptın, demez.
«Ona
iyisini verin,» diye tavsiye ettin ama ben oradan almadım. (M. 194)
Gittim
çok uygunsuz sözler söyledim.
İşittiler,
«Acaba bu divane midir?» diyorlardı.
Ramazan
boyunca böylece bizi yüz kişi davet etti.
Her
biri, bizimle bir gece iftar eder misin? Diyordu.
Bazılarım
atlatıyor, evin selâmlık tarafına gitmelerini tavsiye ediyordum.
Eğer
söyleşilen vakitte gelirlerse, söyleyiniz ki, bir başkası götürdü. Sana
gelinceye kadar çok namaz kılması gerekiyor.
Ben
vaktiyle ikiyüzlülük ederdim.
Şimdi
yapamıyorum.
İşte
Alâeddin konuşuyor, yarın da Sadreddin Secasî konuşacak.
Celaleddin
de konuşacak. Bu çok zor bir durum.
Eğer
söz onun sözü ise bu ne oluyor?
Eğer
söz bunun sözü ise, öteki boş lâftır. Bu sözler hiç kimsede yoktur.
Bütün
cihanı kalbinizden geçirseniz de arasanız, böyle bir söz üstadının izini,
tozunu bulamazsınız.
Öğretmenlik
yapıyordum.
Vezirlerden
birini de işinden atmışlardı; o da öğretmenlik yapıyordu. Padişaha haber
verdiler.
Eteğinden
yakaladı ve sordu.
Nuh
Peygamber çağında dünya bayındırlaşmıştı öyle ki bir şehirden bir şehre gitmek
için bir günden daha az yol yürürlerdi. Eğer bu yol uzunluğu bir günden fazla sürseydi, çok hayret ederlerdi, çok uzaktır derlerdi.
Nuh Peygamber, kavmini bin yıldan elli yıl eksik bir süre içinde, imana davet ederdi; her gün bir kaç semti dolaşırdı.
Bu nasıl olur? Diye yorumluyorlardı.
Bin
seneye yakın bir müddet yaşamak nasıl olur?
Filozoflar
derler ki, yüz yirmi yıldan fazla yaşamak elbette mümkün değildir. Ama ben açıkça, onların sözlerini kabul ediyorum, demiyorum.
Bin yıl imana davet etti, her gün bir semti beş kere dolaşırdı; onu döverler, yaralarlardı; Cebrail kanadını ona sürünce yaraları sağalırdı (İyileşirdi), gibi birçok yorumlar yaptılar.
Nuh
elbette davetten vaz geçmedi.
Buna
karşılık yetmiş kişiden fazla kimse de Müslüman olmadı.
Çeşitli
rivayetler vardır.
Ama
onlardan en gerçek ve doğru olanı budur. Evet, davet doğrudur.
Ama benim için onun kabulünden ne çıkar.
Dedi ki:
«Nihayet düşünmüyor musun ki, bu söze ne özür bulacaksın?»
Dedi ki:
«Onun boynunu, elini, ayağını hocanın sopasına teslim ederim.» Bunu düşünmeye, bahane bulmaya ne lüzum var? (M. 195)
Susayım,
katlanayım, ona, Ebubekr-i Rababî gibi ses çıkarmayayım (Şems Hazretlerinin
karşısında biz ne biliyoruz ki deyip susan). Ancak her kesin bir huyu vardır.
Davet
işinde biri vardır ki, ona karşı sert davranmak gerekmez, ötekine karşı da çok
şiddet ve sertlik göstermek ister.
Bu
kadının tuhaf bir isteği var.
Eğer
o adam olsaydı işi tamam olurdu.
Bu
saatte ona öylesine vurdular ki, iki parça ettiler sanırsın.
Ketenciyi
bizim için öldürmüşlerdir.
Güya
şeyh Evhadüddin onların önüne gelmiş, secdeye kapanmış.
Ama
o bir insan olsaydı işi tamam olurdu. İnsan olmadığı için onun karşısına geldi.
Onun
için bir engel de yoktu; bütün bunlarla beraber hiç bir şey değildi.
Eğer
ona sövüp saymasan böylece susmaz; sesini kesmez. Ancak o sövdü saydı, cefalı sözler söyleyerek geçip gitti.
Bundan
dolayı onun kahrını uzun zamandan beri çekmekteyim.
Bizim
gidişimizden öfkelenir. Benim gönlüm hiç kimsenin hazinesi değildir, ancak Hakkın hazinesidir.
Burada,
deveci kılığından nasıl kurtulayım? Der.
Dışarı
atarım, başkalarının düşünceleri de daha başkadır. Buna güç yetiremezler.
Ancak
Şahın hazinesini kendi
hesaplarına sarf etmeyi de bilmezler. Onlarda, o yönden bir kuvvet
vardır.
Akılları
başlarındadır.
İşte
o hal, Hazreti Muhammed Mustafa’nın (S. A.) halidir.
Çünkü
O Hazret kendiliğinden dalgınlık âlemine dalmadı.
Belki
bütün işler ona belirli ve açıkça görünürdü.
Şimdi
hiç kimse sanır mı ki, bu uyanıklık, o istiğrak (Tanrı’nın kendisine çekişi) yani
ilâhi dalgınlık halinden daha aşağıdır.
O ilâhi
dalgınlık birçoklarında da vardır.
Hele
bunda başka bir letafet (Yumuşaklık ve naziklik) vardır ki, bütün dalgınlık
hallerinde bulunur; sonra tekrar bütün işlerinde uyanık kalırlar.
Nasıl
ki, Hazreti Peygamber, o halden başkalarına bir zerre sıçratsaydı, elsiz
ayaksız kalırlardı.
Nasıl
ki, Hazreti Ebubekr de ondan yedi hadisten başkasını rivayet etmedi.
Meğerse
onlara kötü ile iyinin, kâfirle Müslüman’ın kim olduğu açıklanmaz.
Müslümanlık doğru sözdür.
Yüz
bin lanet o cariyeye olsun ki, kendisini yüz bin altına alsan bile yine
birisine bir cefada bulunur.
Benim
yanıma getirirler ki, işkence yapsınlar. Buna hiç benim gönlüm razı olur mu?
Eğer buna gücüm yetseydi sonuç daha iyi olurdu.
Şiir:
Bir kimse ki, gül yerine diken ve çalı diker, (M. 196)Ona minber değil, darağacı yakışır.
(Gönül
alma yerine yaralayan acı veren olanın,
Manayı
bilmeden konuşanın, yanlış yönlendirenin en iyi davranışı ölü gibi davranmak
olduğu.)
Dünyanın
yaratılışından maksat, yüzlerini birbirine dayayan iki sevgilinin, heva ve
hevesten uzak yalnız Allah yolunda birleşmeleridir.
Onların
aradıkları, ekmek, ekmekçi ve kasap değildir. Nasıl ki, ben de bu saatte Mevlana’nın yanında rahattayım.
Yolunu şaşıran Bayezid’in hikâyesi:
Bayezid öyle bir şehre uğramıştı ki, yalnız kendini şaşırmış, yolunu kaybetmiş değildi.
Hazreti Musa gibi ona uzaktan bir ışık, ateş şeklinde görünmüştü.
Şiir:
Mumun pervanesi nuru arayayım derken,
İşi bozuldu, nur uğruna ateşe düşüp yandı.
(Nuru
bulmak için arayışta olan kişinin emin adımlar atması gerektiğini, kendi
kafasına gidenin nur yerine kendini kendisini cehennemin içinde dulacağı için
dikkat etmesi gerekir.)
Burada
iş aksinedir.
Nasıl
ki Şeyh, «Halk kiliseden geri döndüler mi?»
demişti.
Yani
onlar asla mescit yüzü görmemişlerdir. Onlar nerede, mescit nerede?
(İman
eden topluluktan uzaklaşıp geri dönüp (Velilerden, evliyalardan uzaklaşanların)
Müslümanlık taklidi yapanlar için söylenmiş sözdür )
Bunun
manadan konuşma ile ne ilgisi var? Bir kâğıt üstüne bir isim yaz, o adı onun yanına götür.
Müslümanların
dışında bir topluluk ona karşı içlerinden, kâfir, dediler. Beni davet ettiler.
Onlara
özürler diledim kiliseye gidiyordum, orada dostlarımdan bir takım kâfirler
vardı.
Ama
dıştan kâfir görünür, iç âlemlerinde Müslüman yaşarlardı.
Bir
şey getirin ki, yiyeyim, dedim. Binlerce teşekkür ettiler, benimle iftar ettiler, yediler böylece oruç tutuyorlardı.
***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
***
Neler öğrendik:
1. Sevgi ile bakmanın hataları, kusurları hoş görü içinde
kabul ettiğini, bunun bilhassa anne ve babanın kendi çocuklarına yaptıklarını,
bu Tanrı’nın bir marifeti olduğunu öğrendik.
2. Yapacağımız işi yavaş ve sabırla yaparsak iyi sonuç
alacağımızı öğrendik.
3. Kendimizi büyüklerin sözleriyle yetiştirip, hazırlık
yaptıktan sonra büyüklerin huzuruna öyle çıkmamız gerektiğini öğrendik.
4. Para ve rahatın uzak olmanın yersiz söz ve
eleştiriden, her türlü kınamaktan uzak
olmanın huzurunu verdiğini öğrendik
5. Kendi değerini bilen için nezaket veya kötülükten
mutluluk gelmeyeceğini öğrendik.
6. Herkesin sofrasına oturmamak için her davete gitmemek
gerektiğini, davet edeni kırmadan başka birine sözüm var diyerek bahane
bulmamız gerektiğini öğrendik.
7. Müslümanlığın temelinin doğru sözlü olmak olduğunu
öğrendik.
8. Daima güzelliğe, olumluluğa yönelmemiz gerektiğini
öğrendik.
9. Yan yana gelişte Tanrı’yı sevmekle ve Tanrı rızasını
aramakla birlikte olmanın mutlu bir beraberlik verdiğini öğrendik.
10.
Mevlana
Hazretleriyle gönül birliği edenlerin rahatta olacaklarını öğrendik.
11.
Tanrı nurunu
arayanların doğru yol gösteren bulamadıkları zaman ateşe bulacaklarını
öğrendik.
12.
Kâfir gözüküp
Müslüman olanların, Müslüman gözüküp kâfir olanların olduğunu, görünüşe göre
değerlendirmenin yanlış sonuçlar verebileceğini öğrendik.
İşte
böyle yaren,
Bizi
davet eden toplulukta bize uyanlar var ise rahat ederiz ve böyle bir daveti
kabul ederiz ve gideriz.
Bizi
davet eden toplulukla aynı cinsten değilsek (Duyuş, düşünüş, inanış, amaç
birlikteliği) burada rahatsız oluruz ve tepkili davranışlarda bulunuruz.
Bedava
yemek, içmek, hediye almak, iltifat görmek beklentisi olmadan dostların
davetine katılmak peygamberimizin tavsiyesidir.
Ancak
herkesle kapısında içeri girmeden veya kapından içeri sokmadan herkesle
görüşebiliriz.
Cinsimiz
olmayan bir topluluğun bizi davetini kibarca, gönül kırmadan davetini geri
çevirmemiz, orada bedava yemek, içmek için gitmememiz gerektiğini öğrendik,
anladık.
*
Müslüman’ım
diyerek camiye gidip tapınanların camiyi kilise gibi kullandıklarını öğrendik,
anladık.
Müslüman
göstermelik camiye gidişle değil iç âleminde Müslüman olarak yaşaması ve tüm
yaşantısına imanın ışığında düzenlemesi gerektiğini öğrendik, anladık.
*
RAVLİ
RAVLİ
KİLİSE yazarak diğer yazıları okumalısın.