28 Eylül 2012 Cuma

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE DAVET

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Sarayın sofracı başı, Şahın üstüne yemek, damlatır.
Şah, «Asın şunu!» diye emreder.

Adam geri kalan yemeği de Şahın üstüne boşaltır.
Bu sefer hoşuna gider ve gülmeye başlar.
«Bunu niçin yaptın?» diye sorar.

Sofracı, «Mademki beni astıracaksın, yaptığım hata, önemli bir şey değildi.
Bari daha büyük bir iş yapayım ki, asılmaya değsin,» der.

Bugün o sofracı yaptığına tövbe etse bile işlediği hata yine hoşuna gitmezdi.
Bu utanç verici hal ana ve babadandır.

Çünkü onlar beni bu kadar naz ve nimet içinde beslediler.
Kedi kâseyi devirdi ve kırdı, babam da yanımda idi, hiç bir şey demedi.
Ancak gülerek, «Oyun mu oynuyorsun güzel?» diyebildi.
Ama bu bir kaza idi.
Kedi savuşturdu.

Eğer senin ve benim yahut annemin başına bir kaza gelseydi ne olacaktı?
Allah, seni ve beni bu yüzden korudu; bize bir cilve gösterdi.

Şiir:
Okşaya-okşaya şeker kamışından nöbet şekeri yaparlar,
İpekböceğinden zamanla atlas yaparlar.

Yaptığın işi yavaş-yavaş yap, biraz sabırlı ol,
Üzüm koruğundan bir gün gelir helva pişirirler.

Ey seher yeli!
Bir semtten haberin var mı? (M. 193)

Bir ay yüzlünün yanağından ne haber getirdin?
Çalıp çağırdığın, hay huy ettiğin günler var mı?

Ey rüzgâr!
Daha yavaş es, çünkü güzel kokuyorsun!

Bu saatte, âlemde kutup (en yüksek Tanrı eri) odur.
Bir gizli gerçeği açıklıyorum.

Âlemin dört bucağından onun toprağını öpmek arzusunu besleyenler, başlarını onun eşiğine koyup geri dönenler var.

Bir Allah eri tam bir yıllık yoldan onu ziyarete gelmişti.
Yüzü güneşten yanmış bir ziyaretçi onun eşiğini öptü, içeriye giremedi.

Başka bir aziz uzaklardan birçok yol teperek geldi, eteğini öptü, hemen aynı günde geri döndü, izin almasına imkân kalmadı.

Ben bu adamdan ummazdım ki, konuşsun.
Ben konuştum.
Dedi ki: «Ona ahmaklık demezler».
Evet, «Onunla konuşurken şimdi burada bir ben varım, bir de şu duvar var,» dedim.

Mademki duvarla konuşmuyorsun benimle de konuşmuyorsun o halde kiminle söyleşiyorsun.
Lütfen anlat!

Biri bana diyordu ki: «Bu mantıkçıdır.»
Gülmeye başladı sonra öfkelendi, terlemeye başladı, başım sallayarak, «Bu adam ne diyor, mantıkçı mı?» dedi.

Bir zaman diyordum ki: «Farz et ki ben burada yoğum, işte herkesin kavgası da bundan çıkıyor.
Niçin olmayasın burada?»

Yalvardı: «Birlikte gidelim ki çocuklar sana alışsınlar,» dedi.
«Evet» dedi, ama bana nezaketten yahut kötülükten bir mutluluk gelmez.
Bana böyle yerler, para ve rahat lâzım değil.

Ben bunlardan kaçtım, usandım şu hücreye sığındım ki beni kapıdan görsünler.
Ben dışarı çıkayım, sabaha karşı onu döküntülerini, pisliklerini süpüreyim, sessizce orada oturayım.

Ansızın bir şey işitildi.
Başlarını eğdiler.
Özür dileyerek, hayır-hayır! Dedim.

Eğer ben iyi insan isem, benim makamım burası olur.
Geceleri tahta çıkar otururum.

Kimse bana, sen fena yaptın, şöyle yaptın böyle yaptın, demez.
«Ona iyisini verin,» diye tavsiye ettin ama ben oradan almadım. (M. 194)

Gittim çok uygunsuz sözler söyledim.
İşittiler, «Acaba bu divane midir?» diyorlardı.

Ramazan boyunca böylece bizi yüz kişi davet etti.
Her biri, bizimle bir gece iftar eder misin? Diyordu.

Bazılarım atlatıyor, evin selâmlık tarafına gitmelerini tavsiye ediyordum.
Eğer söyleşilen vakitte gelirlerse, söyleyiniz ki, bir başkası götürdü. Sana gelinceye kadar çok namaz kılması gerekiyor.

Ben vaktiyle ikiyüzlülük ederdim.
Şimdi yapamıyorum.

İşte Alâeddin konuşuyor, yarın da Sadreddin Secasî konuşacak.
Celaleddin de konuşacak.
Bu çok zor bir durum.

Eğer söz onun sözü ise bu ne oluyor?
Eğer söz bunun sözü ise, öteki boş lâftır.
Bu sözler hiç kimsede yoktur.

Bütün cihanı kalbinizden geçirseniz de arasanız, böyle bir söz üstadının izini, tozunu bulamazsınız.

Öğretmenlik yapıyordum.
Vezirlerden birini de işinden atmışlardı; o da öğretmenlik yapıyordu. Padişaha haber verdiler.

Eteğinden yakaladı ve sordu.
Nuh Peygamber çağında dünya bayındırlaşmıştı öyle ki bir şehirden bir şehre gitmek için bir günden daha az yol yürürlerdi.

Eğer bu yol uzunluğu bir günden fazla sürseydi, çok hayret ederlerdi, çok uzaktır derlerdi.
Nuh Peygamber, kavmini bin yıldan elli yıl eksik bir süre içinde, imana davet ederdi; her gün bir kaç semti dolaşırdı.
Bu nasıl olur? Diye yorumluyorlardı.

Bin seneye yakın bir müddet yaşamak nasıl olur?
Filozoflar derler ki, yüz yirmi yıldan fazla yaşamak elbette mümkün değildir.

Ama ben açıkça, onların sözlerini kabul ediyorum, demiyorum.
Bin yıl imana davet etti, her gün bir semti beş kere dolaşırdı; onu döverler, yaralarlardı; Cebrail kanadını ona sürünce yaraları sağalırdı (İyileşirdi), gibi birçok yorumlar yaptılar.

Nuh elbette davetten vaz geçmedi.
Buna karşılık yetmiş kişiden fazla kimse de Müslüman olmadı.

Çeşitli rivayetler vardır.
Ama onlardan en gerçek ve doğru olanı budur.
Evet, davet doğrudur.
Ama benim için onun kabulünden ne çıkar.

Dedi ki:
«Nihayet düşünmüyor musun ki, bu söze ne özür bulacaksın?»
Dedi ki:
«Onun boynunu, elini, ayağını hocanın sopasına teslim ederim.» Bunu düşünmeye, bahane bulmaya ne lüzum var? (M. 195)

Susayım, katlanayım, ona, Ebubekr-i Rababî gibi ses çıkarmayayım (Şems Hazretlerinin karşısında biz ne biliyoruz ki deyip susan). Ancak her kesin bir huyu vardır.

Davet işinde biri vardır ki, ona karşı sert davranmak gerekmez, ötekine karşı da çok şiddet ve sertlik göstermek ister.

Bu kadının tuhaf bir isteği var.
Eğer o adam olsaydı işi tamam olurdu.

Bu saatte ona öylesine vurdular ki, iki parça ettiler sanırsın.
Ketenciyi bizim için öldürmüşlerdir.

Güya şeyh Evhadüddin onların önüne gelmiş, secdeye kapanmış.
Ama o bir insan olsaydı işi tamam olurdu.
İnsan olmadığı için onun karşısına geldi.

Onun için bir engel de yoktu; bütün bunlarla beraber hiç bir şey değildi.
Eğer ona sövüp saymasan böylece susmaz; sesini kesmez.
Ancak o sövdü saydı, cefalı sözler söyleyerek geçip gitti.

Bundan dolayı onun kahrını uzun zamandan beri çekmekteyim.
Bizim gidişimizden öfkelenir.

Benim gönlüm hiç kimsenin hazinesi değildir, ancak Hakkın hazinesidir.

Burada, deveci kılığından nasıl kurtulayım? Der.
Dışarı atarım, başkalarının düşünceleri de daha başkadır.
Buna güç yetiremezler.

Ancak Şahın hazinesini kendi hesaplarına sarf etmeyi de bilmezler. Onlarda, o yönden bir kuvvet vardır.
Akılları başlarındadır.

İşte o hal, Hazreti Muhammed Mustafa’nın (S. A.) halidir.
Çünkü O Hazret kendiliğinden dalgınlık âlemine dalmadı.

Belki bütün işler ona belirli ve açıkça görünürdü.
Şimdi hiç kimse sanır mı ki, bu uyanıklık, o istiğrak (Tanrı’nın kendisine çekişi) yani ilâhi dalgınlık halinden daha aşağıdır.

O ilâhi dalgınlık birçoklarında da vardır.
Hele bunda başka bir letafet (Yumuşaklık ve naziklik) vardır ki, bütün dalgınlık hallerinde bulunur; sonra tekrar bütün işlerinde uyanık kalırlar.

Nasıl ki, Hazreti Peygamber, o halden başkalarına bir zerre sıçratsaydı, elsiz ayaksız kalırlardı.
Nasıl ki, Hazreti Ebubekr de ondan yedi hadisten başkasını rivayet etmedi.

Meğerse onlara kötü ile iyinin, kâfirle Müslüman’ın kim olduğu açıklanmaz.

Müslümanlık doğru sözdür.

Yüz bin lanet o cariyeye olsun ki, kendisini yüz bin altına alsan bile yine birisine bir cefada bulunur.
Benim yanıma getirirler ki, işkence yapsınlar.
Buna hiç benim gönlüm razı olur mu?
Eğer buna gücüm yetseydi sonuç daha iyi olurdu.

Şiir:
Bir kimse ki, gül yerine diken ve çalı diker, (M. 196)
Ona minber değil, darağacı yakışır.

(Gönül alma yerine yaralayan acı veren olanın,
Manayı bilmeden konuşanın, yanlış yönlendirenin en iyi davranışı ölü gibi davranmak olduğu.)

Dünyanın yaratılışından maksat, yüzlerini birbirine dayayan iki sevgilinin, heva ve hevesten uzak yalnız Allah yolunda birleşmeleridir.
Onların aradıkları, ekmek, ekmekçi ve kasap değildir.

Nasıl ki, ben de bu saatte Mevlana’nın yanında rahattayım.

Yolunu şaşıran Bayezid’in hikâyesi:
Bayezid öyle bir şehre uğramıştı ki, yalnız kendini şaşırmış, yolunu kaybetmiş değildi.
Hazreti Musa gibi ona uzaktan bir ışık, ateş şeklinde görünmüştü.
Şiir:
Mumun pervanesi nuru arayayım derken,
İşi bozuldu, nur uğruna ateşe düşüp yandı.

(Nuru bulmak için arayışta olan kişinin emin adımlar atması gerektiğini, kendi kafasına gidenin nur yerine kendini kendisini cehennemin içinde dulacağı için dikkat etmesi gerekir.)
Burada iş aksinedir.

Nasıl ki Şeyh, «Halk kiliseden geri döndüler mi?» demişti.
Yani onlar asla mescit yüzü görmemişlerdir.
Onlar nerede, mescit nerede?

(İman eden topluluktan uzaklaşıp geri dönüp (Velilerden, evliyalardan uzaklaşanların) Müslümanlık taklidi yapanlar için söylenmiş sözdür )
Bunun manadan konuşma ile ne ilgisi var?
Bir kâğıt üstüne bir isim yaz, o adı onun yanına götür.

Müslümanların dışında bir topluluk ona karşı içlerinden, kâfir, dediler. Beni davet ettiler.
Onlara özürler diledim kiliseye gidiyordum, orada dostlarımdan bir takım kâfirler vardı.

Ama dıştan kâfir görünür, iç âlemlerinde Müslüman yaşarlardı.
Bir şey getirin ki, yiyeyim, dedim.
Binlerce teşekkür ettiler, benimle iftar ettiler, yediler böylece oruç tutuyorlardı.

                   ***

MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***

Neler öğrendik:

1.   Sevgi ile bakmanın hataları, kusurları hoş görü içinde kabul ettiğini, bunun bilhassa anne ve babanın kendi çocuklarına yaptıklarını, bu Tanrı’nın bir marifeti olduğunu öğrendik.

2.   Yapacağımız işi yavaş ve sabırla yaparsak iyi sonuç alacağımızı öğrendik.

3.   Kendimizi büyüklerin sözleriyle yetiştirip, hazırlık yaptıktan sonra büyüklerin huzuruna öyle çıkmamız gerektiğini öğrendik.

4.   Para ve rahatın uzak olmanın yersiz söz ve eleştiriden,  her türlü kınamaktan uzak olmanın huzurunu verdiğini öğrendik

5.   Kendi değerini bilen için nezaket veya kötülükten mutluluk gelmeyeceğini öğrendik.

6.   Herkesin sofrasına oturmamak için her davete gitmemek gerektiğini, davet edeni kırmadan başka birine sözüm var diyerek bahane bulmamız gerektiğini öğrendik.

7.   Müslümanlığın temelinin doğru sözlü olmak olduğunu öğrendik.

8.   Daima güzelliğe, olumluluğa yönelmemiz gerektiğini öğrendik.

9.   Yan yana gelişte Tanrı’yı sevmekle ve Tanrı rızasını aramakla birlikte olmanın mutlu bir beraberlik verdiğini öğrendik.

10.           Mevlana Hazretleriyle gönül birliği edenlerin rahatta olacaklarını öğrendik.

11.           Tanrı nurunu arayanların doğru yol gösteren bulamadıkları zaman ateşe bulacaklarını öğrendik.

12.           Kâfir gözüküp Müslüman olanların, Müslüman gözüküp kâfir olanların olduğunu, görünüşe göre değerlendirmenin yanlış sonuçlar verebileceğini öğrendik.

İşte böyle yaren,

Bizi davet eden toplulukta bize uyanlar var ise rahat ederiz ve böyle bir daveti kabul ederiz ve gideriz.

Bizi davet eden toplulukla aynı cinsten değilsek (Duyuş, düşünüş, inanış, amaç birlikteliği) burada rahatsız oluruz ve tepkili davranışlarda bulunuruz.

Bedava yemek, içmek, hediye almak, iltifat görmek beklentisi olmadan dostların davetine katılmak peygamberimizin tavsiyesidir.

Ancak herkesle kapısında içeri girmeden veya kapından içeri sokmadan herkesle görüşebiliriz.      

Cinsimiz olmayan bir topluluğun bizi davetini kibarca, gönül kırmadan davetini geri çevirmemiz, orada bedava yemek, içmek için gitmememiz gerektiğini öğrendik, anladık.

                                       *

Müslüman’ım diyerek camiye gidip tapınanların camiyi kilise gibi kullandıklarını öğrendik, anladık.

Müslüman göstermelik camiye gidişle değil iç âleminde Müslüman olarak yaşaması ve tüm yaşantısına imanın ışığında düzenlemesi gerektiğini öğrendik, anladık.

                                         *

RAVLİ 

RAVLİ KİLİSE yazarak diğer yazıları okumalısın.

Popüler Yayınlar