28 Şubat 2013 Perşembe

FİHİ MAFİH 56. fASIL

Buyurdu ki:
Nasıl, hatırın hoş mu?
Çünkü hatır (Anlama, bilme, unutmama kuvveti, fikir, keyif, hal, gönül) aziz (Saygıdeğer) bir şeydir, tuzak gibidir.

Av olması için tuzağın sağlam olması lazımdır.
Eğer hatır hoş olmazsa, tuzak yırtılmış ve bir işe yaramaz olur.

İşte bunun için bir kimse hakkında dostluk da düşmanlık da ifrat (Aşırı gitme, ileri varma) dereceye varmamalıdır.

Çünkü bu her ikisinden de tuzak yırtılır.
Mutedil (Ne az, ne çok, orta halde bulunan, yavaş, sert olmayan, işi ileri götürmemiş olan, münasip, uygun, biçimli) olmalıdır.

Bu dostluğu ifrata (Aşırı gitme, ileri varma) vardırmamak lazım geldiğini, Hak’tan gayrisi hakkında diyorum elbette.

Ulu Tanrı hakkında bir ifrat tasavvur (Düşünme, anlama, şekillendirme, göz önüne getirme, istek, arzu) olunmaz.

Sevgi ne kadar fazla olursa, o nispetle iyidir.
Çünkü Hakk’ın gayrısı için ifrat derecede olması, şu bakımdan mahzurludur (Sakınılması gereken):

Halk gök kubbenin esiridir.
Gök kubbe döner.

Binaen aleyh (Bundan dolayı) halkın durumu da döner değişir.
Dostluk varınca daima büyüklüğünü, saadetini ister.

Bu ise mümkün değildir.
İşte bu cihetten (Yönden) hatır perişan olur.

Düşmanlık da ifrat (Aşırı gitme, ileri varma) dereceye varınca, her zaman onun kötülüğünü, uğursuzluğunu ister.

Gök kubbe dönmektedir.
Böylece onun ahvali (Oluşlar, bulunuşlar, durumlar) de döner.

Bir zaman mesut, bir zaman bedbaht olur.
Bir insanın daima bedbaht olması da mümkün olmadığından, onu sevmeyen adamın rahatı kaçar.

Fakat Tanrı sevgisi bütün âlemlerden, kâfir, Yahudi, puta tapan, bütün insanlarda ve varlıklarda gizlidir.

Bir insan kendini var edeni nasıl sevmez?
Bu sevgi onda gizlidir.

Fakat birtakım engeller onun görünmesine manidir (Engel).
Engeller ortadan kalkınca, o sevgi açığa çıkar.

Yalnız varlıklar değil, yokluk bile, onları da var etmesi ümidi ile kaynaşmaktadır.

Yokluk da bir padişahın önüne dizilmiş olan dört insan gibidir.
Her biri beklemektedir ve her biri padişahın mansıbı (Makam, rütbe, derece, onur) kendisine ayrılmasını bekler.

Ve her biri öbüründen utanmıştır.
Çünkü birinin ümidi diğerinkine uymaz.

Onun için yokluklar, Tanrı’dan var olmayı ümit ettiklerinden sıralanmışlardır ve her biri :

“” Beni var et!
Diye hepsinden önce yaratılmak ister.
Bunlar Ulu Tanrı’dan istiyorlar.

Binaen aleyh (Bundan dolayı) birbirinden çekinirler.
İşte yokluklar böyle olursa, varlıklar nasıl olmalıdır?

Tanrıyı övmeyen (Tespih) hiçbir şey yoktur, fakat siz onların bunu nasıl yaptıklarınızı anlayamazsınız
(İsra suresi 44)

Sözüne hayret edilmez.
(Çünkü) Yok olmayan hiçbir şey yoktur ki O’nun hamd’ini (Tanrı’ya olan şükran duygularını-İyilik bilme- bildirme) tespih (Allah’ı kutsallaştırma) etmesin.

İşte esas bu gariptir.

ŞİİR:
Küfür ve iman her ikisi de senin yolunda:
“ O birdir, O’nun ortağı yoktur” diye koşarlar.

Bu evin temeli gaflettendir ve âlemdeki bütün cisimler, büyümesi de gafletle (Boş bulunma, dalgınlık, dikkatsizlik, ihtiyatsızlık, ihmal, endişesizlik) olmuştur.

Senin bu büyüyen cismin de gaflettendir ve gaflet küfürdür (Allah’a ve dine ait şeylere inanmama, dinsizlik, imansızlık, İslam dinine uymayan inanışlarda bulunma, nankörlük, örtme ve gizleme).

Küfür olmadan din olmaz.
Çünkü din, küfrü bırakmaktır.

O halde küfür olmalıdır ki insan onu terk edebilsin.
Binaen aleyh (Bundan dolayı) bunların ikisi aynı şeydir.

Çünkü bu onsuz, o da bunsuz olamaz.
Bu bakımdan parçalara ayrılmazlar.

Yaratanları (Halikleri) da birdir.
Eğer yaratanları bir olmasaydı, ayrılırlar, parçalanabilirlerdi.

Çünkü her biri bir parçayı yaratırdı.
Şu halde Tanrı, Yaratanlar bir olduğu için birdir, onun ortağı olamaz.

Dediler ki:
Seyyid Burhaneddin pek güzel konuşuyor ama söz arasında Senai’nin şiirlerini çok tekrarlıyor.

Seyyid buyurdu ki:
Onların söylediği şuna benzer:

Güneş iyidir amma nur veriyor, bu ayıbı var!
Senai’nin şiirini misal vermek, o sözü göstermektir.

Her şeyi güneş gösterir ve her şey güneşin ışığında görünür.
Güneşin nurundan maksat, bir şeyler göstermesidir.

Bu güneş işe yaramayan bir şeyler gösteriyor.
İşe yarayan şeyler gösteren bir güneş hakikaten güneş olur.

Bu hakikat güneşinin fer’i (İkinci derecede olan, asılla ilgili olmayan) ve mecazıdır (Hakikatin, gerçeğin zıddı olan).

Sizde aklı cüz’i (Parça) nispetinde bu gönül güneşinden bilgi nuru alınız.
Çünkü size mahsusattan (Gözle görünen şeyler) başka bir şey görünürse bilgimiz artar.

Her üstat dan (Bir ilim veya sanat alanında üstün olan kimse) ve dosttan bir şey anlamaya, öğrenmeye çalışınız.

O halde anlamış olduk ki bu suri (Görünürde olan, hakiki ve içten olmayan, gösterişten ibaret olan, gösterişlilik) güneşten başka bir güneş daha vardır.
Bununla gerçekler ve manalar keşfolunur.

Senin bu sığındığın ve memnun olduğun cüz’i (Parça) bilgi, o büyük bilginin fer’i(İkinci derecede olan, asılla ilgili olmayan)  ve ışığıdır.

Onlara uzak bir yerden bağırılıyor” (Ne söylendiğini anlamıyorlar)
(Fussilet suresi 44) buyrulduğu gibi.

Bu ışık seni o büyük bilgiye ve esas olan güneşe doğru çağırır.
Sen o ilmi kendine doğru çekiyorsun.

O diyor ki:
Ben buraya sığmam, sen oraya geç.
Benim buraya sığmam imkânsızdır, senin oraya gelmen ise çok güçtür.

Muhali (Olanaksız şey) yaratmak muhaldir (Olanaksızdır).
Fakat güç olanı yaratmak imkânsız değildir.

O halde bu her ne kadar güç ise de sen yine çalış ki büyük bilgiye ulaşasın ve onun buraya sığacağını ümit etme.
Bu muhaldir (Olanaksız).

Mesela zenginler Tanrı’nın zenginliğinden kuruş-kuruş, habbe-habbe (Tane-tane) toplarlar.
Bunu zenginlik nurundan zenginlik sıfatını kazanmaları için yaparlar.

Zenginlik nuru diyor ki:
Ben o zenginlik tarafından sizi çağırıyorum.
Niçin beni buraya çekiyorsunuz?

Buraya sığmam, siz bu tarafa doğru geliniz.

Hulasa (Özet) asl olan neticedir.
Neticesi övülmüş olsun!

Övülmüş netice, kökü o ruhani bahçede sabit bulunan, fer’leri (İkinci derecede olan, asılla ilgili olmayan), dalları ve meyveleri başka bir yerde asılmış ve meyveleri başka bir yere dökülmüş olan bir ağaç gibidir.

Sonunda meyveleri kökünün bulunduğu bahçeye götürürler.
Çünkü kökü oradadır.

Eğer aksine olursa, zahiren (Görünüşte) Suphanallah! (Allah’ı her türlü işaretlerden, kusur, ayıp ve eksikliklerden ve noksanlıklardan uzak olduğuna inanırım)

Ve Lâilahe illallah! (Tek ilah'tan başka kulluk edilecek başka bir ilah yoktur. O tek olan ilah da, şeriki olmayan yüce Allah'tır)

Deseler de kökü bu dünyada olduğundan, bütün meyvelerini buraya getirirler ve eğer her ikisi de o bağda olursa, nur üstüne nur olur

                               ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ                        
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Hatır sormanın ilgi ve sevgi belirtisi olarak gönül kazanmakta büyük önemi olduğunu, saygı kurallarına uyarak dostumuzu düşündüğümüzü zaman-zaman aklımıza getirdiğimizi, onu sevindirmek, memnun etmek, gönlümüzün ona karşı hoş düşüncede, sözde veya davranışta olduğunu, kötü bir amaç güdülmediğini anlatan nezaket sorusu sorarak küçük bir armağanla mutlu etmek olduğunu öğrendik.

2.   İnsanlar arasında olan dostlukların ve düşmanlıkların devamlı olmadığını, değişebileceğini öğrendik.

3.   Sevginin hatır sormayla güçlendiğini öğrendik.

4.   Dostluğu ve düşmanlığı ileri götürmemek, aşırı gitmemek, orta yollu sınırları koymak ve sınırları özenle korumak gerektiğini öğrendik.

5.   Tanrı sevgisinde sınır koymamak gerektiğini, Tanrı ile olan dostluğu ileri götürmemiz gerektiğini öğrendik.

6.   Dostluğu ve sevgiyi dünyalık varlıklarında göstereceğimiz zaman; Allah’ı dost ve sevgili bilerek O’nun yarattıklarına nasıl dostluk ve sevgi gösterdiğinin bilincinde ve farkında olarak göstermemiz gerektiğini öğrendik.

7.    Kâfirliği ve imanı bilip aynı mesafede görüp sonra kâfirlikten kurtulmamız gerektiğini öğrendik.

8.   Görünmeyen güneş olan, bilgisiyle yolu aydınlatan, gösteren güneşlerin olduğunu, böyle kişileri bulup yararlanmamı gerektiğini öğrendik.
 
İşte böyle yaren,

Her an yeni bir şeyler öğrenmemi ile karanlığa bir mum yakarı.
Yanan mum ne kadar çoğalırsa eşyayı olduğu gibi görme imkânına kavuşuruz.

Elimizdeki mumu Tanrı’ya yakın olmuş büyüklerin mumundan uyandırırsak (Yanan bir muma yanmayan mumun yaklaştırılarak yanmayan mumum da fitilini ateşlemek) o ışık nurlu ışıklar vereceğini bilmemiz ve görmemiz, faydalanmamız gerektiğini öğrendik, anladık.

Allah’ın bize gelmesini beklemek yerine bizim ona doğru gitmemiz gerektiğini öğrendik, anladık.

                              *
RAVLİ

27 Şubat 2013 Çarşamba

FİHİ MAFİH 55. fASIL

Birisi:
“ Kadı İzzeddin sana selâm gönderiyor ve her zaman iyiliğinizi, hayrınızı söylüyor, sizi Övüyor” dedi.

(Mevlânâ) buyurdu ki:
Her kim bizi hayırla yâd ederse (iyilikle anarsa), onun da Dünyada yâdı, hayırla (İyilikle)  olsun.


Eğer bir kimse, başka biri hakkında iyi şeyler söylerse o hayır, iyilik, kendisinin olur ve gerçekte kendisini övmüştür.

Bunun benzeri şöyledir:
Mesela, bir kimse kendi evinin çevresine güller, fesleğenler dikse, her bakışında gül ve fesleğen görür ve kendisini her zaman cennetteymiş gibi hisseder.

 İnsan, insanların iyiliğini söylemeye alışmış ve onların hayrıyla meşgul olan kimse,  onun sevgilisi olur; onu andı mı, sevgilisini anmış olur.

Bu gül ve gül bahçesidir, ruh ve rahatlıktır.
Birisinin kötülüğünü söyleyince, o kimse gözünde sevimsizleşir.

Onu hatırlayıp da, hayali gözünün önüne gelince sanki yılan yahut akrep veyahut çer-çöp görmüş gibi olur.

Bunun için mademki gece-gündüz, güller, gül bahçeleri, İrem bağları görebileceksin, o halde niçin dikenliklerin ve yılanların bulunduğu bir yerde dolaşırsın?

Bütün insanları sev ki, daima çiçekler ve gül bahçeleri içinde bulunasın.
Eğer hepsini düşman bilirsen, düşmanların hayali gözünün önüne gelir ve sanki gece-gündüz dikenlikler ve yılanlar arasında geziyormuş gibi olursun.

Şu halde herkesi seven ve her şeyi hoş gören evliya, bunu başkaları için değil, Allah saklasın!
Gözlerine çirkin, sevimsiz ve iğrenç bir hayal görünmesin, diye yaparlar.

Mademki bu dünyada insanları tahayyül (Hayalde canlandırmak) ve yâd etmek (Anmak) mutlaka zaruridir (Zorunlu, mecburi) ve bundan kaçınılamaz, o halde iğrenç, çirkin hayallerin yollarını karıştırmaması, bozulmaması için insanları anarken hepsinin hoş ve iyi olmasına çalış.

Binaen aleyh halk hakkında yaptığın her şey ve onları ister iyilikle, ister kötülükle olsun anman tamamıyla sana ait olur.

Bu bakımdan Ulu Tanrı buyuruyor ki:
Kim iyi bir iş yaparsa kendi nefsine ve kim kötü bir iş işlerse               kendine yapar.”
(Fussilet suresi 46)

Ve onun için her “ kim bir zerre ağırlığınca iyilik ederse onu görecek ve her kim de zerre kadar kötülük işlerse onu görecek.”
(Zilzal suresi 7-8)

Biri:
Ulu Tanrı:
Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım
(Bakara suresi 30) buyurdu.

Melekler de:
Yeryüzünde fesat (Bozukluk) çıkaracak, kan dökecek bir kimse mi yerleştireceksin?
Biz ise sana hamd ederek, seni takdis (Kutsal), seni tenzih (Her türlü eksik ve noksan bulunmadığını, insan özelliğinde olmadığına inanıyoruz) ediyoruz
(Bakara suresi 30) dediler.

Âdem henüz gelmeden insanın fesat çıkarıcı ve kan dökücü oluşuna önceden nasıl hükmettiler?
Diye sordu.

Mevlana buyurdu ki:
Bunun için iki şık vardır.
Biri menkul (Söylenmiş), diğeri ma’kûl (Akla uygun, mantıklı).

Menkul olan (Söylenmiş), o melekler Levh-i mahfuz’da (Allah tarafından takdir edilen şeylerin yazılı bulunduğu manevi levha, ilm-i ilahi) bir kavim ortaya çıkacak, onların sıfatları şöyle olacak, diye okudular ve işte bu suretle ondan haber vermişlerdir.

İkinci şık da şudur:
Melekler akıl yoluyla, o kavmin yerden (Çıkacağını) olacağını istidlal (Bir delile dayanarak bir şeyden bir netice çıkarma, delil ile anlama) ettiler.

Şüphesiz o zaman, bunlar hayvan olur ve hayvandan da elbette elbette böyle bir hareket meydana gelir.

Her ne kadar bu mana onlarda bulunsa ve onlar natık (Konuşan) olsalar da onlarda hayvanlık olduğundan, çaresiz fesat (Bozukluk) çıkarırlar ve kan dökerler.

Çünkü bu insanın levazımındandır (Yaşamak, geçinmek, yolculuk için lüzumlu olan nesneler).

Başka bir kavim de buna başka bir mana uydurup diyorlar ki:
Melekler sırf akıl ve hayırdır (İyilik).
Onların bu işte hiçbir ihtiyarı (Seçme, seçilme, katlanma) yoktur.

Nasıl ki, sen uykuda yaptığın işlere karşı koyamıyorsan, inkâr (Yaptığını saklama, gizleme, yapmadım deme, reddetme, tanımama),

Küfür (Allah’a ve dine ait şeylere inanmama, İslam dinine uymayan inanışlarda bulunma, nankörlük, fena kaba söz söyleme, örtme ve gizleme) yahut

Tevhid (Bir kılma, bir etme, birleştirme, bir sayma, bir olarak bakma, birliğine inanma, Allah’ın birliğine inanma) ile meşgul oluyorsan, işte melekler de uyanıkken böyledirler.

İnsanlar ise bunun aksinedir.
Onların ihtiyarları (Seçme, seçilme, katlanma) vardır.

Her hırsı, hevesi, her şeyi kendileri için isterler.
Hepsinin kendilerinin olması için kan dökerler ve bu ancak hayvanın vasfıdır (Niteliği).

Binaen aleyh (Bundan dolayı) onların hali, insanların zıddına olmuştur.
İşte bu yolla onlardan, her ne kadar arada bir söz ve dil yok ise de:
Onlar böyle dediler” diye haber verdiler.

Bunun takdiri şöyledir:
Eğer birbirine zıt iki hal söze gelir ve kendi hallerinden haber verirlerse, bu tıpkı şuna benzer:

Mesela şair der ki:
Havuz ben doldum! Dedi.
Havuz söz söylemez.

Bunun manası şudur:
Eğer havuzun dili olsaydı, bu haldeyken şöyle söylerdi.

Her meleğin içinde bir levha vardır.
O levhada dünyanın durumunu ve ne olacağını melek kudreti nispetinde önceden okur ve bu okuduğu, bildirdiği şey meydana gelince, onun Ulu Tanrı hakkındaki inancı, aşkı ve O’ndan geçişi, (Mestliği, sarhoşluğu) artar.

Tanrı’nın gaibi (Görünmeyeni) biliciliğine ve büyüklüğüne hayret eder.
O aşk ve güvenin hayretinin fazlalığı sözsüz ve cümlesiz bir halde O’nun zikri (Anması), tespihi (Allah’ı her türlü arazdan, kusur, ayıp ve eksikliklerden uzak olduğuna inanma) olur.

Mesela bir yapı ustası, çırağına:
“ Bu yapılan saray için şu kadar ağaç, şu kadar tuğla, kiremit, taş ve şu kadar saman gider” diye haber verir.

Saray tamam olup (Söylediğinden) ne az, ne de çok malzeme harcanmamış olunca, çırağın ustasına olan güveni artar.
İşte onlar da bu mesabededirler (Derece, rütbe, kadar).

Biri şeyhten:
“ Mustafa o kadar azametiyle ve hakkında, “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım
(Hadis) buyrulduğu halde, yine Allah’a karşı:

Ey Muhammed’in Rabbi, keşke Muhammed olmasaydı!” Buyurdu.
Bu nasıl oluyor? Diye sordu.

Şeyh:
Söz misal vermekle aydınlanır.
Buna bir misal vereyim de anlaşılsın” buyurdu ve anlattı:

Bir köyde bir adam bir kadına âşık oldu.
Her ikisinin de evi, çadırı birbirine yakındı ve beraber eğlenip vakit geçiriyor, birbirlerinden gelişip büyüyorlardı.

Yaşayışları, birbirinden idi ve suda yaşayan balık gibi, senelerden beri beraberlerdi.

Ulu Tanrı onları birdenbire zenginleştirdi.
Birçok koyunlar, öküzler, atlar, altın, eşya, hizmetçi ve köle bağışladı.

Son derece zengin olduklarından, günün birinde şehre gittiler ve her biri büyük, şahane birer saray satın alıp, adamlarıyla, uşaklarıyla oraya yerleşti.

Biri bir tarafta, öbürü diğer tarafta yaşıyorlardı ve vaziyet bu hale gelince, o eski eğlencelerini ve beraberliklerini tatbik edemediler.

Kalpleri için-için yanıyordu ve gizli-gizli ah çekip söyleniyorlardı.
Nihayet bu yanıp tutuşma haddini aşınca, onların her şeyleri bu ayrılık ateşinde yandı ve yanma sona erince de, feryatları ve ahları Tanrı tarafından kabul edildi.

Atları ve koyunları azalmaya başladı, yavaş-yavaş o hale geldi ki ilk durumlarına döndüler ve sonra uzun zaman yine o köyde birleşip zevk ve eğlence içinde vakit geçirdiler.
Ayrılık acısından bahsettiler.

“ Muhammed’in Rabbi!
Keşke Muhammed yaratılmasaydı!”
(Hadis)
Niçin söylendi?

Muhammed’in ruhu Âlem-i kuds’te  (Temizlik, paklık, arılık, kutsallık, mübareklik) mücerretti (Tek, yalnız, karışık ve katışık olmayan).

O, Ulu Tanrı’nın vuslatı (Sevgisi içinde) içinde yaşıyordu.
Tıpkı balık gibi, rahmet denizine dalıp çıkıyordu.

Her ne kadar bu dünyada peygamberlik makamına ermiş, halka yol göstermiş, büyüklüğe, padişahlığa, şöhrete mazhar ve sahabeye sahip olmuş ise de eski yaşayışını hatırlayınca yine der ki:

Keşke Peygamber olmasaydım ve bu âleme gelmeseydim!
Çünkü bu âlem mutlak visale (Sevgiliye kavuşmaya) nispetle (Oranla) hepsi yük, azap ve zahmettir.

Bütün bu bilgiler çalışmalar ve kulluklar (Sevgiyle bağlanıp hizmet etme) Tanrı’nın büyüklüğüne ve vereceği şeye nazaran, sanki birinin başını eğip sana saygı gösterip gitmesi gibidir.

Eğer bütün yeri Tanrı’ya saygı göstermekte başına koyan, tıpkı başını bir defa yere koymuş olman gibidir.

Tanrı’nın istihkakı (Kuluna ayırdığı) ve lütfu (Bağışladıkları) senin varlığından ve saygından daha eskidir.

Seni nereden meydana çıkardı, var etti ve kulluğa, saygı göstermeye istidatlı (Yetenekli) kıldı.
Bir da O’nun kulluğundan dem vuruyor, laf ediyorsun.

Bu kulluklar ve hizmetler, tıpkı ağaçtan ve keçeden bebekler yapıp, sonradan Tanrı’nın huzuruna onları çıkartarak:

“ Bu bebekler benim hoşuma gitti, fakat onlara can vermek senin işindir.
Eğer can bağışlarsan diriltmiş olursun, bağışlamazsan ferman senindir!” Demene benzer.

İbrahim buyurdu ki:
Tanrı O’dur ki öldürür ve diriltir.”
(Bakara suresi 258)

Nemrud da:
“ Ben de yaşatır ve öldürürüm “ dedi.
(Bakara suresi 258)

Ulu Tanrı ona mal, mülk verdiğinden o da kendini kudretli sandı ve işini Hakk’a havale etmedi.
“ Ben de diriltirim ve öldürürüm” dedi.

Bu mülkten maksat bilgidir.
Ulu Tanrı insanın, ben bu işle ve bu amel ( bağlılıkla ve inançla) ile diriltirim, zevk hâsıl (istenilen hale getirme) ederim diye işleri kendine izafe (Katma, karıştırma) etmesi için ona akıl ve hazarat (Güven) bağışladı.

Yoksa O ne diriltir, ne öldürür demek değildir.
Biri büyük Mevlana’dan sordu ki:

İbrahim Nemrud’a:
Benim Tanrım güneşi doğuda yükseltip batıda batırdı.
 Eğer sen Tanrılık iddiasında isen bunun aksini göster” dedi.
(Bakara suresi 258)

Buradan da anlaşılıyor ki Nemrud İbrahim’i susturmuştur.
Çünkü o ilk sözünü bırakıp cevap vermeden, başka bir delil getirmeye çalışmıştır.

Büyük Mevlana buyurdu ki:
Öbürleri saçmaladılar, sen de mi saçmalıyorsun?
Bu her iki misal de aynıdır.

Bunun pek çok manası vardır.
Bu manalardan biri:

Ulu Tanrı seni yokluktan, annenin karnında şekillendirdi.
Senin doğun annenin karnıdır.

Oradan doğdun, çıktın, yükseldin ve mezarın batısından battın.
Bu ilk sözün aynıdır.

Başka bir tabirle, “diriltir ve öldürür” diye söylenmiştir.
O halde eğer kudretin varsa çocuğu mezar batısından çıkar, rahim doğusuna götür bakalım.

Başka bir manası da şudur:
Mademki arif (Çok anlayışlı ve sezgili) de

Taat (İnanarak ibadet etmek),
Mücahede (Uğraşma, savaşma) ve yüksek ilimler vasıtasıyla aydınlık, kendinden geçiş, zevk ve rahatlık hâsıl (Meydana geliyor) oluyor ve bunları terk edince, o zevk gurup (Görülmez olmak) ediyor, o halde bu taat (İnanarak ibadet etmek) haliyle, bunu terk etme hali, onun doğusu ve batısı olmuş olur.

Şu halde eğer sen yaratmaya muktedirsen, batı gibi olan fesat, kötülük günah batısında, taatten doğan bu aydınlığı ve rahatı şu anda göster.

Bu kulun işi değildir ve kul bunu hiçbir zaman yapamaz.
Tanrı’nın işidir.

Çünkü eğer isterse güneşi batıdan doğdurur, isterse doğudan.

Dirilten de O’dur, öldüren de
(Gafır-Mümin suresi 68)

Kâfir (Allah’ın varlığına ve birliğine inanmayan) ve Mümin (İman etmiş, İslam dinine inanmış) her ikisi de O’nu tespih ederler.

Çünkü Ulu Tanrı, her kim doğru yolda gider ve doğrulukla çalışır, şeraite ve nebilerin, velilerin yoluna uygun olarak yürürse, onda böyle aydınlıklar, hayat ve zevkler meydana geleceğini bildirmiştir.

Bunun aksini yaptığı zaman da karanlıklar, korkular, kaygılar, belalar kendini göstereceğini haber vermiştir.

Her ikisi de mademki bununla meşgul oluyorlar ve Tanrı’nın vaat ettiği şey ne artar, ne eksilir, olduğu gibi meydana çıkar.
O halde her ikisine Tanrı’yı tespih (Tanrı'yı her türlü kusur, ayıp ve eksiklikten, insanlığa özgü niteliklerden uzak tutarım-Süphanallah demiş) etmiş olurlar.

Yalnız o bir dille, bu ayrı bir dille.
O tespih (Allah’ı her türlü arazdan, kusur, ayıp ve eksikliklerden uzak olduğuna inanma)  ile bu tespih arasında ne fark vardır?
O da Tanrı’yı tespih eder, bu da.

Mesela bir hırsız hırsızlık edince, onu darağacında asarlarsa bu da Müslümanların vaizidir.

Yani bu demektir ki her kim hırsızlık ederse hali bu olur.
Birine de padişah doğruluğu ve eminliği yüzünden hil’at (Süslü elbise) verilmiştir.

O da Müslümanların vaizidir (Dini öğütlerde bulunan).
Fakat hırsız o dille vazeder (Kalbi yumuşatacak, kendisini iyiliğe sevk edecek söz söyleme), emin olan da bu dille.

Fakat sen iki vaiz arasındaki farka bak!

                               ***

FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ                        
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Güzel şeyler söylememiz ve güzellikleri öne çıkarmamız gerektiğini öğrendik.

2.   Güzel şeyler düşünmemizi ve güzellikleri hatırımıza getirmemiz gerektiğini öğrendik.

3.   İnsanları sevmemiz gerektiğini, düşman olarak görmememiz gerektiğini öğrendik.

4.   Yapacağımız iyiliğin iyi huylu olmamıza ve beğenilen ve sevilen olacağımız sonucunu doğurduğunu öğrendik.

5.   Yapacağımız kötülükle de sonuçta kötü huylu biri olacağımızdan herkes tarafından itici bir kişi olarak görüleceğimizi öğrendik.

6.   Tanrı’ya inananın veya inanmayanın Tanrı tarafından aynı mesafede olacağının bilgisinde olanların düşmanlık yolundan sakındıklarını öğrendik.

7.   Nasıl tanımlarsak tanımlayalım Tanrı’nın öncesi olmayan bir zamanda kimin nasıl davranacağını genel çizgileriyle belirlemiş olduğunu öğrendik.

8.   Sevenlerin ayrılığının çok acı verdiğini öğrendik.

9.   Tanrı’nın biz dünyaya gelmeden çok önce vereceklerini ayırdığını, yeri ve zamanı gelince görünür kılarak verdiğini öğrendik.

10.                  İster sözlere değer vererek anla ve kendini doğruluğa yönelt, ister olaylara bakarak ders alarak kendini düzelt ve doğruluğa yönelt, ikisinin de sesli veya sessiz öğütlerin bilgi olduğunu bilerek, işaretlerini doğru anlamamız ve kendimizi yönlendirmemiz gerektiğini öğrendik.

 
İşte böyle yaren,

Tüm insanları sevmemiz ve sevgiyle yaklaşmamız gerekmektedir.
Ancak bu sevgi kurallara göre olmalıdır.

Sevgi gözümüzü kör edecek duruma gelirsek aldatılmamız, kandırılmamız zarara uğratılmamız olacağından ölçüsünü ve sınırını iyi ayarlamamız gerekmektedir.

Değişik insanlardan yaşam boyunca zarar görmemizden dolayı güvensizliği genelleştirerek bütün insanları düşman gibi görmemizin hem ruh sağlığımızı bozduğunu hem de iletişim kurmakta, işbirliği yapmakta sıkıntılara soktuğunu öğrendik.

                                              *
RAVLİ

26 Şubat 2013 Salı

FİHİ MAFİH 54. fASIL

Mevlana buyurdu ki:
Önce şiir söylediğimiz zaman içimizde (Bizi buna teşvik eden sevk eden) büyük bir dâiye (İçten gelen bir duyguyu teşvik eden hal) vardı.

Bu bizim şiir söylememize amil (İlimle düşünüp iş yapma) oldu.
Bunun için, o zamanlar hissin bizim üzerimizde tesiri oluyordu.

Şimdi ise bu his zayıflamış ve batmak üzere olduğu halde yine eserleri vardır.

Ulu Tanrı’nın âdeti böyledir.
Her şeyleri doğduğu zaman terbiye ediyor ve bundan büyük eserler ve hikmet ortaya çıkıyor.

Batış halinde de O aynı terbiye kalmaktadır, kaimdir (Ayakta tutan).

“O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbi’dir.”
(Şuara suresi 28)

Bunun manası:
Tanrı doğan ve batan dâiyeleri (Faktörleri) terbiye eder demektir.

Mü’tezile der ki:
Fiilleri yaratan kul olduğu gibi, ondan meydana gelen her işin yaratanı da yine kuldur.
Hâlbuki böyle olmaması lazım,

Çünkü ondan meydana gelen her fiil, ya mağlup olduğu akıl, ruh, kuvvet ve cisim gibi alet vasıtası iledir veya vasıtasız olarak meydana gelir.

Onun bu vasıtalarla fiillerinin yaratıcı olması doğru değildir.
Çünkü onun bunların hepsini yaratmaya kudreti yoktur.

O halde bu alet vasıtasıyla fiilleri yaratan da olmaz.
Çünkü alet onun hükmü altında değildir ve bu alet olmadan da fiilini yaratan olması imkânsızdır.

Çünkü o alet olmadan, ondan bir iş hâsıl (Ortaya çıkması) olması mümkün değildir.

Binaen aleyh kesin olarak anlamış olduk ki fiilleri yaratan Hak’tır, kul değildir.

Kuldan meydana gelen ister iyi, ister kötü olsun her fiili kul bir niyet ve bir planla yapar.

Fakat o işin hikmeti (Kontrolü), kulun tasarladığı kadar değildir.
Ona, o işte hâsıl (Ortaya çıkan) olan kadar mana (Anlam, iç yüzü), hikmet (Kontrolü) ve faydanın faydası, ancak o işin ondan meydana gelmesi kadardır.

Fakat onun umumi faydalarını Tanrı bilir.
Mesela ahirette ve dünyada iyi ad sahibi olmak ve emniyette bulunmak niyetiyle namaz kılıyorsun.

Fakat o namazın faydası senin düşündüğün gibi bu kadarcık değildir.
Bununla öyle yüz binlerce faydalar verecektir ki o senin vehmine (Kuruntu, yersiz korku, şüphe, tereddüt) bile girmez.

O faydaları ancak Tanrı bilir.
Kulu bu işi yapmaya sevk eden O’dur.

İşte bu yönden insan Tanrı’nın kudretinin kabzası elinde bir yay gibidir ve Ulu Tanrı onu bütün işlerde kullanır ve gerçekte işi yapan Hak’tır, yoksa yay değildir.

Yay alettir, vasıtadır.
Lakin dünyanın kararı bakımından, kendisi Hak’tan gafildir (Habersiz).

Ben kimin elindeyim?,diye kendisinden haberdar olan o yay ne kadar büyük ve mukaddestir!

Kararı ve sütunun direği gaflet olan bu dünyaya ne söyleyeyim?
Bir kimseyi uyandırdıkları zaman onun dünyadan usandığını ve soğuduğunu, adeta eridiğini ve yok olduğunu görmüyor musun?

İnsanın küçüklükten beri büyüyüp gelişmesi, gaflet (Habersiz, dikkatsiz) vasıtasıyla olmuştur.
Yoksa insan hiçbir zaman gelişip büyüyemezdi.

O halde bu gaflet vasıtasıyla mamur olup büyüdüğünden, Ulu Tanrı onu yeniden, ister istemez, o gafletleri (Habersiz, dikkatsiz) yıkamak ve temizlemek için zahmetlere ve mücahedelere (Uğraşma, savaşma) sokar.

İnsan bundan sonra o âleme aşina olabilir.
İnsanın vücudu bir çöplüğe benzer, gübre yığını gibidir.

Fakat bu gübre yığını azizdir (Saygıdeğer).
Çünkü onda padişahın yüzüğü bulunur.
İnsanın vücudu tıpkı buğday çuvalı gibidir.

Padişah:
“ O buğdayı nereye götürüyorsun ki, benim ölçeğim onun içindedir.” Diye bağırıyor.

O götüren, ölçekten gafil (Habersiz, dikkatsiz) ve buğdaya batmıştır.
Eğer ölçekten haberi olsa, buğdaya nasıl iltifat eder?

Binaen aleyh seni ulvi (Yüksek âlem) âleme çeken ve sufli (Cisimler âlemi) âlemden soğutan ve ayıran her düşünce, o ölçeğin nurunun dışarı vuran aksidir (Yansıyan görüntü).

İnsan o âleme meylediyor ve eğer bunun aksine olarak sufli (Cisimler) âleme meylederse bunun alameti, o ölçeğin perdede gizli bulunmuş olmasıdır.
 
                               ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ                        
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Dıştaki beş duyuyu içteki beş duyu ile uzlaşarak faydalı ve verimli hale getirenlerin his âlemine sıçradığını öğrendik.

2.   His âleminde gelişme gösterip son noktaya varanların başkalarının da faydalanabileceği faydalı verimli hizmetler yaptığını öğrendik.

3.    His dünyasında son noktaya gelen kişi kendini ilahi âleme hazırladığından Tanrı yardım ederek kişiyi terbiye ettiğini, o kişide his âleminin zayıfladığını ancak kaybolmadığını öğrendik.

4.    İlahi âleme katılmış kişinin doğrudan Tanrı tarafından terbiye edildiğini, güçlendirildiğini, eserler verecek donatılar ile donatıldığını öğrendik.

5.   Tanrı’nın eğittiği, desteklediği, görgü ile alıştırdığı kimsenin sahip olduğu özellikleri yaşarken, ahrete gidince ve ebedi olarak kalıcı olduğunu öğrendik.

6.   İşi, kazancı, düşünceyi, fikri, tüm eylemleri yaratanın Hak olduğunu, kul olmadığını ancak bunlara sahiplenme şerefini Hakk’ın kula verdiğini öğrendik.

İşte böyle yaren,

Tanrı emirlerini yerine getirmenin görünen faydalarını görüp anlayabildiğimizi ancak yüz binlerce fayda sağladığını öğrendik, anladık.

                                         *
RAVLİ

25 Şubat 2013 Pazartesi

FİHİ MAFİH 53. fASIL

BEYT:
Ey kardeş!
Sen yalnız düşüncesin.
Sende bundan başka ne varsa kemik ve sinirdir.

Bu beytin manasını sordular.
Buyurdu ki:

Sen bu manaya bak ki, o aynı düşünce, belli olan özel bir düşünceye işarettir.
Biz onu genişletmek için endişe veya düşünce adını verdik.

Fakat gerçekte bu endişe (Tasa, kaygı, korku), düşünce değildir.
Eğer bu düşünce olsa bile bu, insanların anlamış olduğu düşünce değildir.
Bizim endişe kelimesinden anladığımız da budur.

Eğer bir kimse bu manayı daha umumi, sade ve basit anlatmaya kalkarsa, halkın anlaması için der ki:

İnsan konuşan bir hayvandır.
Buradaki nutuk (Büyük kimselerin sözü), ister gizli ister açık olsun, düşünce demektir ve ondan gayrısı hayvan olur.

O halde insan fikir (Canlının duygu ve davranışları dışındaki algılama ve düşünme bölümü olan zihninin bir şey hakkında edindiği ya da kurduğu kavram, düşünce) ve düşünceden ibarettir, geri kalan kemik ve sinirdir.

Bu söz doğrudur, güneş gibidir.
İnsanlar onunla dirilir ve hararetlidir.

Güneş her zaman mevcuttur, hazırdır ve her şey onun sayesinde sıcak bulunur.

Fakat güneş göze sığmaz ve insanlarda ondan diri olduklarını, ısındıklarını bilmezler.

Fakat ister şükür, ister şikâyet, ister hayır (İyi), ister kötü olan bir sözle ve bir cümle vasıtasıyla söylenmiş olsun, güneş göze görünür.

Tıpkı gökteki güneşin her zaman parladığı halde, ışığı bir duvara vurmayınca göze görünmemesi gibi.

Bunun gibi harf ve ses vasıtası olmadıkça söz güneşinin parıltısı da peyda (Açıkta, meydanda) olmaz.

Her zaman varsa da O (Tanrı) latiftir (Yumuşak, hoş, güzel, nazik), görünmez.

Gözler onu göremez
(En’am suresi 103) buyurduğu veçhile (Bilgi ve ahlak güzelliği bakımından kişiliğini kavrayamaz, göremez), görünmesi için bir kesafet (Yoğun bir ilgi ve çalışma) lazımdır.

Biri dedi ki:
Tanrı’nın hiçbir manası ona görünmedi ve Tanrı’nın kelamı ona hiçbir mana ifade etmiyordu.
Bunun için şaşırmış, donup kalmıştı.

Kendisine:
“ Tanrı şöyle yaptı, böyle buyurdu, şöyle menetti (Yasakladı)” dedikleri zaman ısındı ve Tanrı kelamının manasını anladı..

Demek ki her ne kadar Hakk’ın letafeti (Hoşluk, güzellik, yumuşaklık, naziklik) mevcut ve onun üzerine ışıklarını salıyorsa da, o bunu göremiyordu.

Tanrı’nın emir ve nehyi (Yasak etme) yaratmak kudret ve kuvvetini ona şerh (Açıklama) etmeden, yani bunların vasıtası olmadan bu letafeti (Hoşluk, güzellik, yumuşaklık, naziklik) göremiyordu.

Evet, bazı kimseler vardır ki doğrudan doğruya bal yemeyip, ancak zerd-birinç (Zerde ile yapılan sarı renkli pilav), helva ve daha başka yemeklere karıştırmak suretiyle yiyebilirler.

Bu kuvvetleninceye kadar böyle devam eder, sonra balı vasıtasız olarak yiyebilecek hale gelirler.

İşte bundan da nutkun (Büyük kimselerin manalı sözü) daima parlayan, latif hiç kesilmeyen, kararmayan bir güneş olduğunu öğrendik.

Yalnız sen, güneşin ışığını görmen ve ondan zevk alman için maddi, kesif (Yoğun) bir vasıtaya muhtaçsın.

Bu şekilde öyle bir yere erişirsin ki artık o zaman, herhangi bir kesafet (Yoğunluk) vasıtası olmadan o ışığı ve letafeti (Hoşluk, güzellik, yumuşaklık, naziklik) görür, ona alışır ve onu çekinmeden seyredersin.

Ondan kuvvet bulur ve o letafet (Hoşluk, güzellik, yumuşaklık, naziklik) denizinde tuhaf renkler görür, garip temaslar yaparsın.

Ne kadar tuhaftır ki bu nutuk (Büyük kimselerin manalı sözü) ister konuş, ister konuşma, daima sende mevcuttur.

Hatta düşünürken bile yine nutuk (Büyük kimselerin manalı sözü) vardır, her ne kadar senin düşüncende can yoksa da biz bu halde bile nutuk (Büyük kimselerin manalı sözü) olduğunu söyleriz ve insan konuşan bir hayvandır (Deriz).

Bu hayvanlık sende mevcuttur.
Yaşadığın müddetçe, nutkun (Büyük kimselerin manalı sözü) de seninle her zaman beraber olması lazım gelir.

Mesela hayvanlıkta geviş getirmek, hayvanlığın görünmesine sebeptir.
Fakat bunun bulunması daima şart değildir.

Nutkun (Büyük kimselerin manalı sözü) da söz söylemesi ve konuşması icap eder.
Fakat şart değildir.

İnsanın üç hali vardır.
Birincisi, insan Tanrı’nın etrafında dolaşmaz ve kadından, erkekten, maldan, çocuktan, taştan ve topraktan her şeye hizmet eder, tapınır, Tanrı’ya ibadet etmez.

İkinci halde o insanda bir bilgi ve marifet (Allah’ın sevgisini kazanma yolunu bulan) hâsıl (Görünür ) olunca Tanrı’dan başkasına hizmet etmez.

Üçüncü halde ise, bu ikinci halden ilerleyip, susar, ne Tanrı’nın hizmetini yerine getiriyorum der, ne de getirmiyorum der.

Bu her iki mertebenin de dışına çıkmış olur.
Bu gurup insanlardan bu dünyada bir ses çıkmaz.

Senin Tanrın, senin için ne hazırdır ne de kayıp.
O her ikisinin Yaratan’ıdır, yani huzur ve gaybeti (Kaybolma) yaratandır.

O halde bu her ikisinden da ayrıdır.
Çünkü eğer hazır olsa, gaybet (Kaybolma) olmamalı ve gaybet (Kaybolma) mevcutsa hazır da yok olmalı.

Huzurun yanında gaybet (Kaybolma) vardır, binaenaleyh (Bundan dolayı) O, huzur ve gaybet (Kaybolma) ile tavsif  (niteleme) olunamaz.

Yalnız zıddın zıddı doğurması gerekir.
Çünkü onun gaybet halinde, huzuru yaratmış olması lazım ve huzur gaybetin (Kaybolma) zıddıdır.

Gaybet (Kaybolma) için de bu böyledir.
O halde zıddan zıddın doğması doğru olmaz ve Tanrı’nın kendi gibisini, benzerini yaratması yakışık olmaz ve Tanrı’nın kendi gibisini, benzerini yaratması yakışık almaz.

Çünkü O’nun eşi yoktur denilmiştir.
Zira (Çünkü) mümkün olursa, benzer benzerini yaratır, o zaman da tercih bilâ müreccih (Hiç bir üstünlük sebebi yok iken birbirine eşit iki şeyden birisini diğerine üstün tutmak ) olur.

Aynı zamanda bir şeyin, kendi nefsini icat etmesi lazım gelir.
Hâlbuki her ikisi de mümkün değildir.

Mademki buraya kadar geldin dur ve tasarruf (Sahiplik yapma) etme!
Aklın artık burada tasarrufu (Sahiplik yapma) kalmaz, deniz kıyısına erişince durur.

Çünkü artık durmak da kalmaz.
Bütün sözler, bilgiler, hünerler ve sanatlar bu sözden lezzet (Bir duyguyla alına bütün duygularda hoşluk oluşturan duygu) alırlar.

Eğer o olmazsa hiçbir işte ve sanatta tad (İnce güzelliği kavramak) kalmaz.
Fakat bunun gayesi nedir?
Bilmezler ve bilmek de şart değildir.

Mesela bir adam zengin, koyun, at sürüleri ve daha başka şeyleri olan bir kadını almak istemiş olsa ve bu koyunlara, atlara baksa, bahçeleri sulasa, gerçi o bu işlerle meşgul olur; Fakat o işin zevkini (Güzeli çirkinden ayırma yetisi, beğeni) kadının varlığından almaktadır.

Çünkü o kadın ortadan kalkınca, bu işlerde de hiçbir tad (İnce güzelliği kavramak) kalmaz, hepsinden soğur ve hepsi ona cansız görünür.

Bunun gibi dünyanın bütün hünerleri, bilgiler ve daha başka şeyler Hayatı (Etkinliği sağlayan olgunun tümü, yaşam),
Zevki(Güzeli çirkinden ayırma yetisi, beğeni),
Harareti (Coşku ve ateşlilik)
Arifin nurundan (Çok anlayışlı ve sezgili kişinin tesirinden) alırlar.

Eğer onun zevki (Güzeli çirkinden ayırma yetisi, beğeni) ve
Varlığı (Önemli, yaralı, değerli), olmazsa, bütün o işlerde bir
Tad (İnce güzelliği kavramak) ve
Haz (Hoşlanma, hoşlanmanın verdiği duygu) kalmaz.
Hepsi ona ölü gibi görünür.

                               ***

FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ                        
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***

Neler öğrendik:

1.   Bir durum veya uyarının konuyu aydınlatmasından yararlanarak, onu göz önüne getirmeye düşünce dendiğini öğrendik.

2.   Sebebini bilemediğimiz korkularda zarar görmemek için çözüm yolu bulmaya çalışmaya, görüşü bildirmeye düşünce dendiğini öğrendik.

3.   Bir görüşe veya karara varmak, bir inanca ulaşmak konuyu bütün yönleriyle inceleyip ona göre davranmak, olasılıkları göz önüne getirerek bir sorunu sonuçlandırmak için tutulacak yolu kararlaştırmak, sonucun ne olacağını hesaplamaya düşünce dendiğini öğrendik.

4.   Bulunduğu durum ve konumdan daha iyi olanaklara sahip olmak için bilgi ve aklın öngörüler oluşturmasına düşünce dendiğini öğrendik.

5.   Yukarıdaki dört maddenin bilim adamlarının görünen üzerinden değerlendirmeleri olduğunu öğrendik.

6.   Düşünmenin gerçek kaynağının Tanrı sözleri olduğunu, bunu yansıtan peygamber ve veliler vasıtasıyla anlayışımıza indirildiğini, düşünebilen aklı olanların, bilinenler üzerinden bilinmeyenlerin anlatılmasından anlayabildiklerini öğrendik.

7.   Mana, sır, sırrın sırrı gibi Tanrı’nın perdelediği ancak çok özel kullarına bu perdeyi açarak görmelerini öğrendik.

8.    Tanrı’nın has kullarını huzura alıp kendini gösterdiğini öğrendik.

9.   Tanrı’nın diğer yarattıklarına kendini göstermediğini buna da kayıp dendiğini öğrendik.

İşte böyle yaren,

Yoğun bir istekle, aşkla Tanrı arayışında olanlar Mevlana Hazretlerinin izah ettiklerini yaşadıkları için kolayca anlarlar.

Bu yola yeni çıkmışların anlaması için Mevlana Hazretlerine sevgiyle bağlanmaları ve ondan yardım istemeleri gereklidir.

Aklın bu anlayışı anlayamaz, kavrayamaz ve tanımlama yaparak başka birine aktaramaz.

Kavram ve inanmakla olan yol hemen birkaç söz ve cümle ile izah edilemez.

Onun için Mevlana Hazretlerinin rüyamızda bile ders verdiğini, öğrettiğini görürsün, o zaman anlarsın.

Hikaye:
Dervişin biri Peygamberimizi görmeyi arzuladığını bunun için ne yapması gerektiğini şeyhine sorar.

Şeyh:
Şunları yap, şunları oku rüyanda görürsün demiş,
Ertesi gün derviş göremediğini bildirmiş.

Tekrar şeyh başka işleri yap şu sureleri oku, şu duaları yap diye söylemiş.
Derviş yapmış ama yine peygamberimizi rüyasında görememiş.

Şeyh:
Yatmadan önce turşu ve et güzelce ye yat görürsün demiş.
Derviş de yağlı tuzlu et ve turşu yemiş yatmış.

Ertesi gün derviş şeyhine Peygamberi göremedim ama çölde pınarlar aradım hararetle defalarca uyandım demiş.

Şeyh işte tuzun ve yağın verdiği hararetle nasıl suyu arıyorsun ve görüyorsun, o halde peygamberi de hararetle ara ki göresin, demiş.

                                         *
RAVLİ

Popüler Yayınlar