30 Eylül 2012 Pazar

ŞEMSİ TEBRİZİ VE HAM-HAM

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Adamın biri halkın malını yerdi.
Kendini deliliğe vurmuştu.

Kadının (Hâkimin) önüne oturttular. «Ham-ham!» diye söze başladı Kadı ona, «Be adam, senden davacı var, ne dersin?» diye sordu.

 «Ham-ham.»
Kadı, «Ham-ham, divane sözüdür bunu tımarhaneye götürsünler,» dedi.

Adamı tımarhaneye soktular.
Tımarhane onu nasıl serbest bırakır?

Biraz sonra Kadıya ondan daha yaman bir yankesici, daha serseri bir suçlu gelir.
Yüz Bağdat çarşafı, yüz top İstanbul atlası, yüz kat başkaca elbise dava ederler.
O da, «Ham!» der.

Kadı, «Hayır,» der.
«Ama efendimiz herkesi temize çıkarıyor, beni eziyor, ham-ham.»

Kadı der ki, «Bugün ham, ona inkâr etmesini öğretmiştir.»

Kadı tekrar sorar:
«Ne diyorsun.» (M. 201)
Suçlu, «inkâr ediyorum» der.

 «Hayır,» der Kadı:
«Suçunu kabul ediyorsun, niçin inkâr edersin.
Müslümanların hakkını ver!»

Suçlu:
«Ben, şu ya da bu kimsenin emanet bırakmasından korkuyorum.
Ama nereye bıraktı?

Sen diyorsun ki, o Buhara’lının kapısındadır.
O zaman bütün hırsızlarla gider o eve hücum ederler.

Mallar eşiğin altındaki kuyudadır, evet ver diyorsun, iyi ama ya ben açlıktan ölürsem.
Evet, ver diyorsun, hoş söylüyorsun.
Fakat kime?

Benim gönlüm istiyor ki sen bundan birazını pay eyleyesin ben de böylece bakayım.
Ye afiyet olsun üç lokma, on yedi lokma yahut benim hatırım için yetmiş lokma ye.»

Mısra:
Ben istiyorum ki yüzüm ay gibi ak olsun.

Ben vaz geçtim, bütün âlemden el çektim.

                  ***

MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6

                    ***
Neler öğrendik:

1.   Emanet; emanet edileni koruyabilene verildiğini öğrendik.

2.   Kıymetli eşyanın ve paranın yerinin gizli tutulmasının gerektiğini öğrendik.

3.   Hırsızlık yapanların yakalandıkları zaman işi deliliğe verdiklerini öğrendik.

4.   Temiz kalmak için dünya işlerinden mümkün olduğu kadar uzak durmak gerektiğini öğrendik.

5.   İçimizde bir sıkıntı varsa canımız Tanrı’yı istiyor göstergesi olduğunu öğrendik.

6.   Peygamberimizi Allah’tan ayrı tutmamamız gerektiğini, çünkü kendini Allah’ta yok ettiğini öğrendik.

İşte böyle yaren,

Suçlu yakalandığı vakit suçunu kabul etmez.
İspatlanan bir suç da varsa işi deliliğe sürerek hapishaneye düşmek istemez.

Bu davranış ham kişinin yani eğitimsiz, olgunlaşmamış eğri işler yapan ve doğru kişilik sahibi olmayanların davranış ve tercih sebebidir.

Dünya işleriyle ne kadar çok ilgilenirsek farkında olmadan dünya pisliklerine bulaşırız.

Sade bir yaşamı seçmekle ve az dünya işlerine az karışmakla bu dünyada ve ahrette yüzümüz temiz ve ak şekilde yaşayabileceğimizi öğrendik, anladık.

                                    *

RAVLİ

29 Eylül 2012 Cumartesi

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE YEMEK

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

 Ey yüce bilgin Mevlana, seni övmeye lüzum yok!
Sen de övülmeyi bırak!

 Bunu şundan dolayı söylüyorum ki, Mevlana’yı övmekte onun rahatı için bir sebep bulunsun, onun hoşuna gidecek bir durum olsun da eksik bir şey olmasın.

Ona sakın bir şey yapma ki hatırına bir bulanıklık gelmesin, incinmesin.
Beni inciten her şey gerçekten Mevlana’nın da gönlünü kırar.

Onu büyük bir şeyh her zaman ziyarete gelirdi.
«Bize misafir gelir misin?» derdi.

«Bir saat kadar gel de görelim seni,» diyebilir miyim?
Eğer seni yiyemesem (Sevgi ile gönlüme almazsam), yemeğini nasıl yiyebilirim.
Bana haram olur.

Benim içimde haram lokma olmasından Allah’a sığınırım.
(M. 197)

Mecduddîn ile konuşuyorduk.
Karşılıklı sorular, türlü sözlerle muhabbet ediyorduk.

Sakın gönlün incinmesin, Mevlana (Allah ona uzun ömürler versin) dışarı çıktı.
Senden incindi.

Mevlana böyledir; beklemeye takat getiremez.
Diyorsun ki, bu iş çetindir.

Büyükler nezaketlidirler.

Maymun yavrusu ile kaplumbağa hikâyesini iyice hatırlayamıyorum ama ben de gittim gönül benimle birlikte gelmedi.
Orada boş sözler var.

Kulağına şunu söyleyeyim de onlar işitmesinler.
Gel eğer bir parça bal getirirlerse bununla hoş kaçar, uzaktan duymazsın belki; kulağına boş sözler söyleyeyim.

Bugün gerekli olmasa bile anlatayım:
Bir tamburcu tamburunu kılıfından çıkarır, her şeyden önce yemek getirsinler diye, yanında olanlara:
«Sizler çok cömert insanlarsınız,» der.
«Bana bir kaç akça harçlık verirseniz size tambur çalarım.»

O arada adamın pabuçlarını çalmışlardı.
«Aman,» der;
«Ben sizin yemeğinizden vazgeçtim konukseverliğiniz de sizin olsun, bari tamburumu verin de işime gideyim.»

«Burası mescittir,» dediler.
«Eyvah,» dedi,
«Günlerden beridir ki yıkanmadım çabuk tamburumu verin de buradan gideyim.»

Sultan Mahmud (Gazneli) ordusundan bir- aralık geri kalmıştı, çok acıkmıştı.
Yol üzerinde bir değirmenciye uğradı, dedi ki;
«Selâm sana!
Sizde yiyecek bir şey bulunur mu?»

Değirmenci seslendi: «Sakın bu adam ekmek istemeye gelmesin.
Bu ağırcanlı adam nereden geliyor?»

«Bugün bir artık ekmek vardır yer misin?»
«Getir,» dedi.

Değirmenci giderken pişman oldu, geri döndü.
«Eğer olsaydı biz yerdik, kalmamış.

Ekmek yok un var yer misin?»
«Evet, getir her ne varsa getir!»

Adam tekrar geldi kendi kendine:
«Yazık» dedi;
«Adamcağızın karnı o kadar acıkmış ki unu bile yiyecek.»

Bu sefer tekrar döndü “ama darı karışık,” dedi.
Sonra tekrar geldi;
«Öğütülen un yetim malıdır,» dedi.

Nihayet tozlu bir pösteki getirdi ve Şahın yüzüne fırlattı:
«Ancak kalan yiyecek budur,» diyerek onu inandırmak istedi.

Sonra:
«Sanıyorum ki,» dedi:
«Gözlerin rahatsız olmuştur.»
Bir ırmak kenarına götürdü:
«Yüzünü yıka!» diye iki elini tutarak oraya oturttu. (M. 198)

Şah oradan ayrıldı.
Yolda bir Türk çocuğuna rastladı:

«Yiyecek bir şeyin var mı?» dedi.
Çocuk:
«Var ama önce bir selâm ver, sonra da konuk ister misin diye sor,» cevabını verdi.

Mahmud kendi kendine:
«Vallahi bu çocuk doğru söyler,» dedi.
Atının dizginlerini yavaşça çekti geri döndü.

Çocuğa «Selamın aleyküm,» dedi.
«Aleyküm selâm.
Çabuk aşağı in konuğumuz ol sana gömeç, yoğurt, süt, peynir ne varsa getireyim,» dedi.

Şah bunları yedi.
Çocuğa:
«Al şu yüzüğü bundan sonra ben Şahın yakınlarındanım dersin.
Ola ki Şahtan senin için bir şey alalım, eğer vermezlerse ben alır sana veririm.»

Yüzüğe iyi bakınca:
«Eyvah!» dedi çocuk,
«Ne yazık ki koyun kesmedim.
Ne yaptım ben?»

Her ne kadar bu düşüncelere kapıldı ise de, işi daha iyi oldu. Mertebesi yükseldi.
Şah askerine yetiştikten sonra arkadan çocuk geldi, yüzüğü onlara gösterdi.

Hepsi yüzüstü kapandılar.
Onu saygı ile karşıladılar.

Çocuk ne görsün bütün beyler, vezirler sıralanmış; o süvari askerleri ve başbuğlar ayakta durmuş.
Onlarla yüz yüze gelince hepsi birden:
«Bu hangi oymağın beyidir?» diye aralarında konuştular.

Şahı o kılıkta görünce şaşırdı, bir «Lahavle,» çekti tekrar etrafına bakınca anladı ki Şah budur.
İçinden bir «Ah!» çekti.

Şah konuşmaya başladı, çocuk içinden tekrar, «Vallah ki bu Şah’tır!» dedi..
Şah emretti: «Altın kemerli kırk köle onun yanına gelsinler!»
Artık üst tarafını, o türlü yemekleri de sen hesap et!

Sonra buyurdu ki: «Sözü geçen değirmenciyi de getirin, onun da gönlünü hoş edeyim.»
Silâhlı yüz süvari yola çıktı.

Köyün ve değirmenin nişanını onlara anlatmıştı.
Uzaktan bakınca bir dağın doruğunda onu gördüler.

Biri sordu:
«Değirmenci bu mudur?»
«Evet, budur,» dediler.

Adamcağız:
«Eyvah geldiler,» diye kaçtı ve kapıyı kapadı.
Kapıyı çalınca hiç ses çıkarmadı yani, «Öldüm,» dedi.
«Ama sen nasıl ölüsün ki, konuşuyorsun?»

Değirmenci, «Bu ancak bir nefesten başka bir şey değil, nihayet o da bitmek üzere ben ölmüşüm artık.»
«Kalk!» dediler.
Kalkmadı, kapıyı kırdılar, içeri girerek tekrar,
«Kalk!» dediler,

«Seni Şah istiyor.»
Değirmenci yalvarmaya başladı:
«Ey büyük ve saygı değer adamlar!
Ben nerede, Şah nerede?
Ben zavallı bir değirmenciğim.

Şahın buğdayı varsa buraya getirir onu öğütürüm!»
«Uzatma,» dediler,
«Kalk çabuk seni Şah istiyor.»
«Ama çok iyi öğütürüm.»

«Çok konuşma kalk!» dediler.
Değirmenci, «Size un vereyim saç ekmeği, yoğurt vereyim ki, bugüne kadar Sultan bile onu size vermemiştir. (M. 199)
Bugün yüz kişiyi misafir ediyorum.»

«Kalk, ne saçmalar soyuyorsun, kalk» dediler.
Yine kalkmadı, boynuna bir ip bağladılar.
Çeke-çeke götürdüler.

Adamcağız çepeçevre etrafı süzerek o teşrifatçıyı aradı, ama onu göremedi.

Ancak Sultana:
«Ah eğer bin tane kellem olsaydı birini bile kurtaramam,» dedi.

Sultan dedi ki:
«Adamcağız ben seni getirdim ki, su kuyusuna düşmüş olan yüzüğümü bulasın.»
«Saygılarımı sunarım,» dedi.

Gizlice ötekilerine emir verdi; adamı kıskıvrak bağlasınlar, üç gün üç gece hiç bağını çözmesinler açlık ne demek olduğunu anlasın, dedi. Adamcağız, her gün beş kilo ekmek yerdi; cehennem gibi bir işkembesi vardı, üç gün ekmek bulamayınca artık ölümünü bekliyordu.

Üç gün geçtikten sonra,
 «Onu getirin!» dediler.
«Kalk çık dışarı,» diye seslendiler.
«Artık benden ne istiyorsunuz, bir solukluk canım kalmıştır, bırakın ki öleyim!» dedi.

«Hayır,» dediler. «Sen öyle bir adamsın ki, bir kerede ölüp kurtulamayacaksın.»
«Eyvah!» diye feryadı bastırdı.

Şahın huzuruna götürdüler.
«Adamcağız,» dedi.

Şah, «Söyle bakalım pirinci tane -tane mi yersin?»
«Oh onu da yerim elime geçerse,» dedi.

«Ya semiz kuş eti ile pişmiş kimyonlu yahni yahut şekerkamışı veya hurma da olsa yer misin?»
«Ah nerede onlar!»

 «Sütlü pirinç de yer misin?
Hele şekerle iyice pişirilmiş olursa!»
«Ah nasıl yemem.»

«Elimize geçse biz de yeriz bunları.»
Böylece birçok nefis yemek saydılar.

Değirmenci,
«Ey ulu Sultan!
Beni öldür!» diye yalvarmaya başlayınca Padişahın merhameti ayaklandı.
O merhamet duygusunun etkisiyle Hayyam’ın şu beytini hatırladı.

Beyit:
Ben kötülük yaptım, sen de kötü mükâfat veriyorsun,
Şu halde benimle senin aramızda ne fark var söyle!

Şah gülmeye başladı.
Bin dirhem bağışta bulunmalarını, bir kat elbise vermelerim, onu sevinçli bir halde yola vurmalarını emretti.

Sonra «Onu geri çağırın,» dedi.
Arkasından koştular, «Gel!» diye seslendiler.
«Ah beni kandırdı, ama belki daha beter bir belâya uğratacak,» dedi. Çağıranlara yalvarmaya başladı.

«Bari şu altınlarımı alın da canımı bağışlayın.»
«Gel, orada cevabını ver!» dediler.
Şahın huzuruna çıkardılar.

Şah şöyle buyurdu: «Şimdi benimle bir sözleşme yapacaksın! (M. 200)
Bundan sonra kendi boğazının keyfi uğruna kimseye bir şey vermesen bile bari o unlu pöstekiyi kimsenin yüzüne çarpma!

Az daha gözümü kör edecektin.» Değirmenci yüzüstü düştü, çok ağladı ve dedi ki: «İkinci şartı da ben söyleyeyim:

Hiç bir konuğu ağırlamakta ihmal göstermeyecek ve küçümsemeyeceğim.»

Mademki kulağıma söylüyorsun, söyle ah seni öpeyim!
Hasta oldun öpeyim bari öp artık kaçıyorum öp, elimi de bırakıyorum…

Elimi kalbime koydum, mademki söylüyorsun bir daha söyle! Ne kadar da yedim, uykumu kaçırmak için.
Gece yarısına kadar hiç uykum kaçmadı.
Hep yedim, karnım davula döndü.

Nihayet, «Daha ne kadar yiyeceksin, yeter!» dediler.
 «Uykum kaçsın diye yiyorum. Uykumu ver ki yemeyeyim,» dedim.

Pirlerden biri dedi ki:
«Henüz Mevlana’nın meclisindesin.
Allah’a şükürler olsun!

Ama müritler sizden ayrılmak sevdasında.
Bu onların körlüğünden ileri geliyor.

Derler ki, bir melek varmış, bir zaman Âdemoğulları bu adamın meleği olurmuş, bir zaman da bu adamın şeytanı.»
Üç kere dışarı çıktım, geleceğim dedim.

Tekrar hücreye gidiyordum, önce bir adam gösterdim.
Ona çocuk kaçtı, yalvardılar, kabul ettim.
Öteki de kendiliğinden kaçıyordu.
O bununla gelmez dedim.

Mısra:
Bu işten vazgeçmek gerek yahut edebini takınmak.

Ne hayaller kuruyorsun?
Ben ne söylüyorum?
Eğer bunu söylemesen, senin söylediğin şey çok uzak!

                  ***

MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.

ATAÇ yayınları Tasavvuf 6

                    ***

Neler öğrendik:

1.   Mevlana ve Şems Hazretlerinde gönül birliği olduğunu öğrendik.

2.   Mevlana Hazretlerinin güzel özellikleri anlatılmadan da görülüp hissedildiğini öğrendik.

3.   Bir kişinin yemeğini yemeden önce o kişiyi içimize alınacak değerde ve kalitede olması gerektiğini öğrendik.

4.   Mevlana Hazretlerinin incindiği zaman o yeri nezaketinden terk ettiğini öğrendik.

5.   Ziyafet diye tuzağa çektiklerini, bedava bir şeyler yiyeyim derken çok şeyler kaybedebileceğimizi hesap ederek o davete gitmemeğin doğru olacağını öğrendik.

6.   Tanrı selamı ile yaklaşılırsa beklediğimizden daha iyisine kavuşacağımızı öğrendik.

7.   Önce selam verip konuk olarak kabul edip edemeyeceğini sorup izin aldıktan sonra konukluk yapabileceğimizi öğrendik.

8.   Aç insanı doyuranın Tanrı tarafından mükâfatlandırılacağını öğrendik.

9.   Çaresizle alay edenin, küçümseyenin başına belaların geleceğini öğrendik.

10.           Yanlış yapanın yanlışlığını kendisine gösterilerek doğru davranışın öğretilmesinin gerektiğini öğrendik.

 İşte böyle yaren,

Hazreti Mevlana ve Şems Hazretleri ikisinin tepkileri farklı hatta zıt olmasına rağmen ikisinde de var olan Tanrı aşkı sayesinde birbirine uyum sağladıkları, dost olduklarını, sevgili olduklarını her ikisinin birbirini anlatırken saygı ve muhabbetlerinden anlıyoruz.

Peygamber efendimizi örnek alarak ve mana yolunu izleyerek bugün bize ölçülemeyecek derecede fayda sağlayan, yaşamımızı değiştiren ve olumlu şekil veren öğütleriyle şereflendik, mutlu olduk.

Farklılıkların birbirimizden uzaklaşmak için bir neden olmadığını, bir zenginlik kaynağı oluşturduğunu öğrendik.

İyilik yapmanın, doğru davranmanın muhakkak iyi bir karşılığı olduğunu, Tanrı’nın iyiler defterine yazılmak gerektiğini öğrendik.

Tanrı selamı ile başka bir insana yaklaşmanın faydalı sonuçlar verdiğini öğrendik, anladık.

Davet edilmedikçe yemek yenen yere doğru gitmememiz gerektiğini, davet edilen yerin uygunluğunu bilmeden de gitmememiz gerektiğini öğrendik, anladık.

Terbiyeli, saygılı, güzel, zarif, ince nazik söz ve davranışta olarak dost kazanmamızı, düşmanlarımızı bile bu yolla kazanabileceğimizi öğrendik, anladık.
                                      *

RAVLİ

MAYMUN VE KAPLUMBAĞA ARKADAŞLIĞI

Kelile ve Dimne hikâyeleri

Oldukça bol meyve ağaçlarının bulunduğu bir yerde maymunlar yaşamaktadır.

Bu maymunların Kârdân adında bir hükümdarları vardır.
Kârdân yaşlanınca yerine daha genç bir maymun geçer.

Bunun üzerine Kârdân orayı terk ederek tek başına başka bir Cezire de (Ada da)  yaşamaya başlar.

Evini terk etmiş bir kaplumbağanın da yolu Kârdân‟ın yaşadığı bu Cezire’ye düşer.
İkisi arkadaş olup orada vakit geçirmeye başlarlar.

Bu arada kaplumbağanın vatanında eşi onun gelmesini beklemektedir.
Birisi kaplumbağanın başka bir diyarda bir maymunla arkadaş olup evini barkını unuttuğunu eşine haber verir.

Kaplumbağanın eşi bu duruma çok kızar.
Bir arkadaşı eğer maymun ortadan kaldırılırsa kaplumbağanın yine evine geri döneceğini söyler.

Arkadaşının bu tavsiyesine uyarak ölümcül bir hastalığa yakalandığı yönünde kaplumbağaya haber gönderir.
Kaplumbağa bu haberi alınca çok üzülür ve hemen maymundan izin isteyerek evine döner.

Bakar ki eşi ölüm döşeğinde yatmaktadır.
Bu hastalığa bir çare yok mudur diye eşinin arkadaşına sorar.

Arkadaşı da ittifak ettikleri üzere, eğer bir maymun kalbi yerse eşinin iyileşebileceğini söyler.
Kaplumbağa bunu duyunca tekrar maymunun bulunduğu Cezire’ye (Adaya) gelir.

Maymun, kaplumbağayı görünce çok sevinir.
Kaplumbağa maymunu evine götürmek istediğini, bu davetini kesinlikle reddetmemesi gerektiğini söyler.

Maymun davetine uymaktan mutluluk duyacağını, ancak denizi geçme imkânının bulunmadığını söyler.
Kaplumbağa maymunu sırtına alarak denize açılır.

Denizin ortasına geldiğinde kaplumbağa yaptığı tercihin doğru olup olmadığıyla ilgili derin düşüncelere dalar.

İşte bir tuhaflık olduğunu sezen Kârdân kaplumbağaya neden düşünceli olduğunu sorar.
Kaplumbağa olan biteni bir-bir maymuna anlatır.

Maymun duydukları karşısında dehşete kapılsa da kaplumbağaya hiçbir şey belli etmez ve kalbin maymunlar için çok önemli bir şey olmadığını, bazen evlerine koyup bazen yuttuklarını, eğer önceden söylenseydi kalbini yanına alıp seve-seve eşine hediye edebileceğini ifade eder.

Duyduklarına çok sevinen kaplumbağa hemen geri dönerek maymunun kalbini evden almasını ister.
Kaplumbağa sahile ulaşır ulaşmaz maymun hızla yere atlayıp hemen bir ağacın tepesine çıkar.

Olanlara şaşıran kaplumbağa neden ağaca çıktığını, kalbini eşine vermek için söz verdiğini söyler.

Bunun üzerine maymun bu dünyanın bunca yıl devranını (Dünya döngüsünün) sürdüğünü, kendisine yapılan kötülükleri fark etmek için yeterince akıl sahibi olduğunu, artık bundan sonra kaplumbağa ile arkadaşlık etmeyeceğini söyler.

Kaplumbağa maymunu uzun zaman ikna etmeye uğraşır ancak başaramaz.
Çaresiz döner gider.

                                     *
Neler öğrendik:


1.   Aynı cinsle arkadaşlık yapmak gerektiğini öğrendik.

2.   Evli bir erkekle bekâr bir erkeğin arkadaşlığının kadının izin verdiği ölçüde devam edebileceğini öğrendik.

3.   Evli kadının kocasını kaybetmemek için her türlü oyunu oynayabileceğini öğrendik.

4.   Arkadaşlık sürecinde güvenin istismarı olabileceğini ve akıl sahibi olanların arkadaşından gelecek kötülüğü fark edebileceğini öğrendik.

İşte böyle yaren,

Yaşamımızda ne kadar samimi olsak da ilişkilerimizde belirli bir mesafe koymamız gerekmektedir.

Arkadaşlarına sınır koyamayanlar tamamen güven duyarlar ve sonunda zararlı çıkarlar.

 Ben onu kendim gibi bildim diye yakınanlar aslında kendilerini, nefsi, şeytanın oyunlarını bilemediklerini itiraf ederler.

Bu bakımdan kendimizi bilmezsek bizim dışımızdaki kişileri bilmeye imkân yoktur.

Bilmeyen kimse hep aldatılmayla, kandırılmayla, zarar ve ziyanla yaşamını tamamlar.

 Öğüt almayan, bilgiye önem vermeyen, savunma sistemini devamlı devrede tutmayanlar zarar ederler.

 Ey yaren,

Bu yazı diğer tasavvuf yazılarına göre sana ters gelmesin.

Ham kişinin anlayışı ile olgunluk yolunda olanın aynı sözden farklı anlamlar çıkaracaklarından şimdilik bunu böyle kabul et ve bizimle yolculuğa devam et.

 İnşallah ileride hakikatini anlarım de.
Çünkü ilerledikçe baktığını daha net görünür, anlayışın daha sağlam olur.

RAVLİ

RAMAZAN-ZÂDE ABDÜNNAFİ İFFET EFENDİ VE KİTAB-I
NÂFİ’U’L-ÂSÂR NEVBÂVE-İ SİMÂRU’L-ESMÂR ADLI ESERİ

Tuncay BÜLBÜL ‘ün çevirisinden alınmıştır.

28 Eylül 2012 Cuma

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE DAVET

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Sarayın sofracı başı, Şahın üstüne yemek, damlatır.
Şah, «Asın şunu!» diye emreder.

Adam geri kalan yemeği de Şahın üstüne boşaltır.
Bu sefer hoşuna gider ve gülmeye başlar.
«Bunu niçin yaptın?» diye sorar.

Sofracı, «Mademki beni astıracaksın, yaptığım hata, önemli bir şey değildi.
Bari daha büyük bir iş yapayım ki, asılmaya değsin,» der.

Bugün o sofracı yaptığına tövbe etse bile işlediği hata yine hoşuna gitmezdi.
Bu utanç verici hal ana ve babadandır.

Çünkü onlar beni bu kadar naz ve nimet içinde beslediler.
Kedi kâseyi devirdi ve kırdı, babam da yanımda idi, hiç bir şey demedi.
Ancak gülerek, «Oyun mu oynuyorsun güzel?» diyebildi.
Ama bu bir kaza idi.
Kedi savuşturdu.

Eğer senin ve benim yahut annemin başına bir kaza gelseydi ne olacaktı?
Allah, seni ve beni bu yüzden korudu; bize bir cilve gösterdi.

Şiir:
Okşaya-okşaya şeker kamışından nöbet şekeri yaparlar,
İpekböceğinden zamanla atlas yaparlar.

Yaptığın işi yavaş-yavaş yap, biraz sabırlı ol,
Üzüm koruğundan bir gün gelir helva pişirirler.

Ey seher yeli!
Bir semtten haberin var mı? (M. 193)

Bir ay yüzlünün yanağından ne haber getirdin?
Çalıp çağırdığın, hay huy ettiğin günler var mı?

Ey rüzgâr!
Daha yavaş es, çünkü güzel kokuyorsun!

Bu saatte, âlemde kutup (en yüksek Tanrı eri) odur.
Bir gizli gerçeği açıklıyorum.

Âlemin dört bucağından onun toprağını öpmek arzusunu besleyenler, başlarını onun eşiğine koyup geri dönenler var.

Bir Allah eri tam bir yıllık yoldan onu ziyarete gelmişti.
Yüzü güneşten yanmış bir ziyaretçi onun eşiğini öptü, içeriye giremedi.

Başka bir aziz uzaklardan birçok yol teperek geldi, eteğini öptü, hemen aynı günde geri döndü, izin almasına imkân kalmadı.

Ben bu adamdan ummazdım ki, konuşsun.
Ben konuştum.
Dedi ki: «Ona ahmaklık demezler».
Evet, «Onunla konuşurken şimdi burada bir ben varım, bir de şu duvar var,» dedim.

Mademki duvarla konuşmuyorsun benimle de konuşmuyorsun o halde kiminle söyleşiyorsun.
Lütfen anlat!

Biri bana diyordu ki: «Bu mantıkçıdır.»
Gülmeye başladı sonra öfkelendi, terlemeye başladı, başım sallayarak, «Bu adam ne diyor, mantıkçı mı?» dedi.

Bir zaman diyordum ki: «Farz et ki ben burada yoğum, işte herkesin kavgası da bundan çıkıyor.
Niçin olmayasın burada?»

Yalvardı: «Birlikte gidelim ki çocuklar sana alışsınlar,» dedi.
«Evet» dedi, ama bana nezaketten yahut kötülükten bir mutluluk gelmez.
Bana böyle yerler, para ve rahat lâzım değil.

Ben bunlardan kaçtım, usandım şu hücreye sığındım ki beni kapıdan görsünler.
Ben dışarı çıkayım, sabaha karşı onu döküntülerini, pisliklerini süpüreyim, sessizce orada oturayım.

Ansızın bir şey işitildi.
Başlarını eğdiler.
Özür dileyerek, hayır-hayır! Dedim.

Eğer ben iyi insan isem, benim makamım burası olur.
Geceleri tahta çıkar otururum.

Kimse bana, sen fena yaptın, şöyle yaptın böyle yaptın, demez.
«Ona iyisini verin,» diye tavsiye ettin ama ben oradan almadım. (M. 194)

Gittim çok uygunsuz sözler söyledim.
İşittiler, «Acaba bu divane midir?» diyorlardı.

Ramazan boyunca böylece bizi yüz kişi davet etti.
Her biri, bizimle bir gece iftar eder misin? Diyordu.

Bazılarım atlatıyor, evin selâmlık tarafına gitmelerini tavsiye ediyordum.
Eğer söyleşilen vakitte gelirlerse, söyleyiniz ki, bir başkası götürdü. Sana gelinceye kadar çok namaz kılması gerekiyor.

Ben vaktiyle ikiyüzlülük ederdim.
Şimdi yapamıyorum.

İşte Alâeddin konuşuyor, yarın da Sadreddin Secasî konuşacak.
Celaleddin de konuşacak.
Bu çok zor bir durum.

Eğer söz onun sözü ise bu ne oluyor?
Eğer söz bunun sözü ise, öteki boş lâftır.
Bu sözler hiç kimsede yoktur.

Bütün cihanı kalbinizden geçirseniz de arasanız, böyle bir söz üstadının izini, tozunu bulamazsınız.

Öğretmenlik yapıyordum.
Vezirlerden birini de işinden atmışlardı; o da öğretmenlik yapıyordu. Padişaha haber verdiler.

Eteğinden yakaladı ve sordu.
Nuh Peygamber çağında dünya bayındırlaşmıştı öyle ki bir şehirden bir şehre gitmek için bir günden daha az yol yürürlerdi.

Eğer bu yol uzunluğu bir günden fazla sürseydi, çok hayret ederlerdi, çok uzaktır derlerdi.
Nuh Peygamber, kavmini bin yıldan elli yıl eksik bir süre içinde, imana davet ederdi; her gün bir kaç semti dolaşırdı.
Bu nasıl olur? Diye yorumluyorlardı.

Bin seneye yakın bir müddet yaşamak nasıl olur?
Filozoflar derler ki, yüz yirmi yıldan fazla yaşamak elbette mümkün değildir.

Ama ben açıkça, onların sözlerini kabul ediyorum, demiyorum.
Bin yıl imana davet etti, her gün bir semti beş kere dolaşırdı; onu döverler, yaralarlardı; Cebrail kanadını ona sürünce yaraları sağalırdı (İyileşirdi), gibi birçok yorumlar yaptılar.

Nuh elbette davetten vaz geçmedi.
Buna karşılık yetmiş kişiden fazla kimse de Müslüman olmadı.

Çeşitli rivayetler vardır.
Ama onlardan en gerçek ve doğru olanı budur.
Evet, davet doğrudur.
Ama benim için onun kabulünden ne çıkar.

Dedi ki:
«Nihayet düşünmüyor musun ki, bu söze ne özür bulacaksın?»
Dedi ki:
«Onun boynunu, elini, ayağını hocanın sopasına teslim ederim.» Bunu düşünmeye, bahane bulmaya ne lüzum var? (M. 195)

Susayım, katlanayım, ona, Ebubekr-i Rababî gibi ses çıkarmayayım (Şems Hazretlerinin karşısında biz ne biliyoruz ki deyip susan). Ancak her kesin bir huyu vardır.

Davet işinde biri vardır ki, ona karşı sert davranmak gerekmez, ötekine karşı da çok şiddet ve sertlik göstermek ister.

Bu kadının tuhaf bir isteği var.
Eğer o adam olsaydı işi tamam olurdu.

Bu saatte ona öylesine vurdular ki, iki parça ettiler sanırsın.
Ketenciyi bizim için öldürmüşlerdir.

Güya şeyh Evhadüddin onların önüne gelmiş, secdeye kapanmış.
Ama o bir insan olsaydı işi tamam olurdu.
İnsan olmadığı için onun karşısına geldi.

Onun için bir engel de yoktu; bütün bunlarla beraber hiç bir şey değildi.
Eğer ona sövüp saymasan böylece susmaz; sesini kesmez.
Ancak o sövdü saydı, cefalı sözler söyleyerek geçip gitti.

Bundan dolayı onun kahrını uzun zamandan beri çekmekteyim.
Bizim gidişimizden öfkelenir.

Benim gönlüm hiç kimsenin hazinesi değildir, ancak Hakkın hazinesidir.

Burada, deveci kılığından nasıl kurtulayım? Der.
Dışarı atarım, başkalarının düşünceleri de daha başkadır.
Buna güç yetiremezler.

Ancak Şahın hazinesini kendi hesaplarına sarf etmeyi de bilmezler. Onlarda, o yönden bir kuvvet vardır.
Akılları başlarındadır.

İşte o hal, Hazreti Muhammed Mustafa’nın (S. A.) halidir.
Çünkü O Hazret kendiliğinden dalgınlık âlemine dalmadı.

Belki bütün işler ona belirli ve açıkça görünürdü.
Şimdi hiç kimse sanır mı ki, bu uyanıklık, o istiğrak (Tanrı’nın kendisine çekişi) yani ilâhi dalgınlık halinden daha aşağıdır.

O ilâhi dalgınlık birçoklarında da vardır.
Hele bunda başka bir letafet (Yumuşaklık ve naziklik) vardır ki, bütün dalgınlık hallerinde bulunur; sonra tekrar bütün işlerinde uyanık kalırlar.

Nasıl ki, Hazreti Peygamber, o halden başkalarına bir zerre sıçratsaydı, elsiz ayaksız kalırlardı.
Nasıl ki, Hazreti Ebubekr de ondan yedi hadisten başkasını rivayet etmedi.

Meğerse onlara kötü ile iyinin, kâfirle Müslüman’ın kim olduğu açıklanmaz.

Müslümanlık doğru sözdür.

Yüz bin lanet o cariyeye olsun ki, kendisini yüz bin altına alsan bile yine birisine bir cefada bulunur.
Benim yanıma getirirler ki, işkence yapsınlar.
Buna hiç benim gönlüm razı olur mu?
Eğer buna gücüm yetseydi sonuç daha iyi olurdu.

Şiir:
Bir kimse ki, gül yerine diken ve çalı diker, (M. 196)
Ona minber değil, darağacı yakışır.

(Gönül alma yerine yaralayan acı veren olanın,
Manayı bilmeden konuşanın, yanlış yönlendirenin en iyi davranışı ölü gibi davranmak olduğu.)

Dünyanın yaratılışından maksat, yüzlerini birbirine dayayan iki sevgilinin, heva ve hevesten uzak yalnız Allah yolunda birleşmeleridir.
Onların aradıkları, ekmek, ekmekçi ve kasap değildir.

Nasıl ki, ben de bu saatte Mevlana’nın yanında rahattayım.

Yolunu şaşıran Bayezid’in hikâyesi:
Bayezid öyle bir şehre uğramıştı ki, yalnız kendini şaşırmış, yolunu kaybetmiş değildi.
Hazreti Musa gibi ona uzaktan bir ışık, ateş şeklinde görünmüştü.
Şiir:
Mumun pervanesi nuru arayayım derken,
İşi bozuldu, nur uğruna ateşe düşüp yandı.

(Nuru bulmak için arayışta olan kişinin emin adımlar atması gerektiğini, kendi kafasına gidenin nur yerine kendini kendisini cehennemin içinde dulacağı için dikkat etmesi gerekir.)
Burada iş aksinedir.

Nasıl ki Şeyh, «Halk kiliseden geri döndüler mi?» demişti.
Yani onlar asla mescit yüzü görmemişlerdir.
Onlar nerede, mescit nerede?

(İman eden topluluktan uzaklaşıp geri dönüp (Velilerden, evliyalardan uzaklaşanların) Müslümanlık taklidi yapanlar için söylenmiş sözdür )
Bunun manadan konuşma ile ne ilgisi var?
Bir kâğıt üstüne bir isim yaz, o adı onun yanına götür.

Müslümanların dışında bir topluluk ona karşı içlerinden, kâfir, dediler. Beni davet ettiler.
Onlara özürler diledim kiliseye gidiyordum, orada dostlarımdan bir takım kâfirler vardı.

Ama dıştan kâfir görünür, iç âlemlerinde Müslüman yaşarlardı.
Bir şey getirin ki, yiyeyim, dedim.
Binlerce teşekkür ettiler, benimle iftar ettiler, yediler böylece oruç tutuyorlardı.

                   ***

MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***

Neler öğrendik:

1.   Sevgi ile bakmanın hataları, kusurları hoş görü içinde kabul ettiğini, bunun bilhassa anne ve babanın kendi çocuklarına yaptıklarını, bu Tanrı’nın bir marifeti olduğunu öğrendik.

2.   Yapacağımız işi yavaş ve sabırla yaparsak iyi sonuç alacağımızı öğrendik.

3.   Kendimizi büyüklerin sözleriyle yetiştirip, hazırlık yaptıktan sonra büyüklerin huzuruna öyle çıkmamız gerektiğini öğrendik.

4.   Para ve rahatın uzak olmanın yersiz söz ve eleştiriden,  her türlü kınamaktan uzak olmanın huzurunu verdiğini öğrendik

5.   Kendi değerini bilen için nezaket veya kötülükten mutluluk gelmeyeceğini öğrendik.

6.   Herkesin sofrasına oturmamak için her davete gitmemek gerektiğini, davet edeni kırmadan başka birine sözüm var diyerek bahane bulmamız gerektiğini öğrendik.

7.   Müslümanlığın temelinin doğru sözlü olmak olduğunu öğrendik.

8.   Daima güzelliğe, olumluluğa yönelmemiz gerektiğini öğrendik.

9.   Yan yana gelişte Tanrı’yı sevmekle ve Tanrı rızasını aramakla birlikte olmanın mutlu bir beraberlik verdiğini öğrendik.

10.           Mevlana Hazretleriyle gönül birliği edenlerin rahatta olacaklarını öğrendik.

11.           Tanrı nurunu arayanların doğru yol gösteren bulamadıkları zaman ateşe bulacaklarını öğrendik.

12.           Kâfir gözüküp Müslüman olanların, Müslüman gözüküp kâfir olanların olduğunu, görünüşe göre değerlendirmenin yanlış sonuçlar verebileceğini öğrendik.

İşte böyle yaren,

Bizi davet eden toplulukta bize uyanlar var ise rahat ederiz ve böyle bir daveti kabul ederiz ve gideriz.

Bizi davet eden toplulukla aynı cinsten değilsek (Duyuş, düşünüş, inanış, amaç birlikteliği) burada rahatsız oluruz ve tepkili davranışlarda bulunuruz.

Bedava yemek, içmek, hediye almak, iltifat görmek beklentisi olmadan dostların davetine katılmak peygamberimizin tavsiyesidir.

Ancak herkesle kapısında içeri girmeden veya kapından içeri sokmadan herkesle görüşebiliriz.      

Cinsimiz olmayan bir topluluğun bizi davetini kibarca, gönül kırmadan davetini geri çevirmemiz, orada bedava yemek, içmek için gitmememiz gerektiğini öğrendik, anladık.

                                       *

Müslüman’ım diyerek camiye gidip tapınanların camiyi kilise gibi kullandıklarını öğrendik, anladık.

Müslüman göstermelik camiye gidişle değil iç âleminde Müslüman olarak yaşaması ve tüm yaşantısına imanın ışığında düzenlemesi gerektiğini öğrendik, anladık.

                                         *

RAVLİ 

RAVLİ KİLİSE yazarak diğer yazıları okumalısın.

26 Eylül 2012 Çarşamba

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE DERVİŞ VE YOLU

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Bir yerde ki şeyh bu delikanlıdır, ona olgunlaşması için daha yıllar gerektir.
Nasıl olur da erlere hizmet eder, gece gündüz yanar yakılır?

Tavaya konmuş sığır yağı gibi uzaktan kokusu geçtikten sonra kıpkırmızı olur?
Allah erlerinin raksı lâtif ve hafiftir.
Su üstünde yaprak gibi yürürler.

İçerde dağ gibi, yüz bin dağ gibi ağır, dışarıda saman çöpü gibidirler. Hak benim elimdedir, ama benimle birlikte değildir.
Hutbede okuduğun bütün Allah sıfatları

«O öyle bir görücüdür ki, hiç bir şey, onun görüşünden gizli değildir
 Evet, bütün bu sıfatlar görüyorum ki benim de sıfatlarımdır

Şiir:
İçi fesat dolu bu köpeklerden size utanç gelmez mi?
Siz, bu yularsız eşeklerden hiç arlanmaz mısınız?

Öbürü dinin süsüdür, ama küfrün de rengi ve kokusu;
Öteki mülkün kıvancı ama ülkenin de yüz karası, utancı…

Şu halde dizgin gerektir ki dikkatle çekesin şimdi başka bir şair de şöyle söyler:

Beyit:
Âlim ile cahil arasındaki ayrıcalık, ancak şu kadardır:
Birinin dizginini çekersin, öteki başıboş ve yularsızdır.

Şimdi nerede o dizgin çekme.
Şimdi beni kendi halime bırak!

Onu en azından zahir (Görünen) yönünden yemekten içmekten yasaklıyorum.
Çok düşünüyorum ama gerektir ki, bana hiç ayak bağı olmasın; yemek içmek düşüncesi, elbise ve çamaşır derdi bende olmasın.

Yani sizin önünüzde olmasın, birlikte olalım.
Bir vakit hizmet etsin, işte bu çirkin bir şeydir, şüphelidir de.

Kul için bundan daha iyi bir sığınak var mıdır ki, elini Allah erlerinin ellerine uzatsın da kurtuluşa ermesin?

«Dervişin her iki cihanda yüzü karadır,» buyrulmuştur.
Eğer doğru söylüyorsan, halkı neye davet ediyorsun?
Kara yüzlülüğe mi?

Eğer yalan söylüyorsan senin tokadın hiç bir şey değildir.
Başka biri, «Tahammül et!» der.
Söz Allah’ın sözüdür, Allah sevgililerinin sözüdür.

Alâeddin’e satranç tahtası alma!
Mevlana’nın dostu isen bunu yapma!

Çünkü onun öğrenim çağıdır.
Onun vakti dardır.
Geceleri uyku uyumuyor.

Ancak gecenin üçte ikisini yahut daha az bir zamanını uyuyabilmekte. Her gün gerektir ki, bir şey okusun, bir satır bile olsa bu lâzım. (M.190)
Ama işitirse benden incinir.
Bana, işimi öğretiyor, der.

Bu sebepten Hakkı düşman bilirler, işlerine gelmeyen doğru sözü dinlemezler.
Onlara bir kâr kokusu gider, ürkerler.
Bu çok garip şeydir.

Bazılarına vakit geçirmek hoş gelir.
«Karanlıkta yürüyen yolunu şaşırır,» demişlerdir.

Bütün vücudu dil kesilmişti.
Soruda, cevapta terbiyesizce davranırdı, Hak âleminden hiç haberi yoktu.

Sizden sonra, ne malını satan satış yapacak, nede mal alan müşteri alacak mal bulacaktır.

İnsan, Semâ vaktinde başkalarının giyinmediği elbiseleri giyinir.
Namazda da başka zaman giyinmediğini giyinir.

Su dağıtılan yerde bana bir, üveyik sesi ile bunlar ilham olundu. Onunla benim aramda eskiden beri bir hekim var ki, o başkalarına söz verir, sözünden dönerdi.

O, böyle yerde nasıl olur?
Peygamberlerin, velilerin aradıkları vecd (ilâhî sarhoşluk) halini onlara anlatsaydım, mest olurlar, neşelenirler.

Hak onların yüzlerinde, vücutlarında parlar, onlarda açıkça belirirdi.
Şiraz dervişleri biraz insafsızdırlar.
Ancak iş iyi gitmedi derler.

Vakti gelince gazelden sonra raks edeceksin diye kararlaştırıyorsun. Bunda da zorluklar çıkarırlar size.
 «Ne türlü nefesler vuruyor, baş sallıyorsunuz,» deyince, söz söylemez, gazel okumaz.

«Bu nasıl raks?» deseniz, «Yandım bu ıstıraba, dayanamadım,» derler. Allah, «Ben seni bu iş için tutuyorum,» buyuruyor.

Derviş de, «Yarabbi yandım artık, bu kulundan ne istiyorsun?» diyor. Mademki yanıyorsun, bu, cevheri kırma hikâyesini andırır.

Sevgili aşıkına sorar, cevheri niçin kırdın?
Sevgili cevap verir: «Ben, cevheri benden sorasın diye kırdım.»

Bu: sır içindeki hikmet, şuradadır:
Rahmet deryası daima coşmak, dalgalanmak ister.
Bunun sebebi de senin yalvarman, ağlayıp feryat etmendir.

Senin gamının bulutları gelmedikçe, ilâhî bilginin denizi dalgalanmaz, coşup köpürmez.

Şiir:
Anne yavrusuna meme verir mi söyle,
Yavru aç kalıp da ağlamayınca?

İçinde ve dışında geçen değişiklikleri göremeyen, görmede, işitmede ve akıldaki hikmeti anlamayan, âlemin nasıl idare edildiğinde şüphesi olan kimseler, bütün peygamberlerin mucizeleri, velilerin kerametleri ile vahiy ve ilham getirmelerini anladığı halde, henüz şüphede olanlar derler ki:

«Acaba neden benim kısmetim geç kaldı?
Yahut bu iş neden böyle oluyor?

Kendiliğinden mi oluyor? (M. 191)
Allah’ın dilemesi yeter mi?»
Sonra eğer Allah’ın merhametli, bilgin ve güçlü olduğunu (Kendini) bir aciz görürse işi kabul eder.

Bir topluluk Fırat ırmağının kaynağını görmeye gittiler.
Tam iki yıl yol yürüdüler.
Nihayet ırmağın, bir dağın tepesinden çıktığını gördüler.

 Biri hemen, «Ne hoş!» diye çarh vurarak suya atıldı.
Öteki de arkadan atladı.

Bazılarını, (onlara ne olduğunu Allah bilir), galiba onları aşağı çektiler.
Başka ne olmalı?
Bazıları da geri dönerek haber getirdiler.

Dediler ki: «Oraya kadar gittik, âmâ arkadaşlar daha önce gitmişler. Başka bir şey bilmiyoruz.

Denize dalan kurbağa gibi bir ses çıkardılar.»
Adamların anneleri kardeşleri toplandılar; bir türlü bu işe razı olmuyorlardı.

Nasıl ki, kaz yavruları yumurtadan çıkınca anneleri karada gezerken yavruları da anneleri ile birlikte dolaşırlar, denize girince de beraber girerler.

Su kenarına gelenlerden bunları görenler:
«Vay yavrucuklar gitti, boğuldu!» derler.

Zaman-zaman dostları anmak ne gariptir.
Sen de bu ayıklık makamında mest olup kalma!
Ola ki, onun maksadı odur.

Yani istiğrak (Allah’ sal hayale dalmak) makamında kalma; daha üstün bir mertebe ve makam iste!
Ama hayır bu onun işi değildir.
O, olduğu yerde sayar, başka bir şey yapamaz.

Eğer o yüksek mertebeyi isteseydi, o mertebe şarapla dolu bir testi gibidir.
Onu boşaltırsan kadehe dolar ve der ki:
«Yine senin yanında olayım, başka bir yere gidemem

Hâlbuki onun küpü onun gibi yüzlercisiyle dolup boşalmıştır.
Ama yalnız küp, taşın karşısında zavallı kalır.
Pek açık bir gerçektir ki, küp, taştan daima sakınır.

Kırıtırsa, aslındaki parçalar yerinde kalır ama içindeki berbat olur; etrafa yayılır ve bulaşır.

Yani sır (gizlilik), küpün fitnesidir onlara açık ve susturucu bir cevap vermek gerekir.
Çünkü susmak suretiyle verilen cevaptan anlamazlar.

Yani hoş geldin, güle-güle, sefalar getirdin gibi açık sözlerden anlarlar.

Kuran’da, «Görmez misin senin Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?» anlamındaki ayetin yorumu nedir? (M. 192)

Sonra, «Allah semaların ve yeryüzünün nurudur,» Anlamındaki ayet ne diyor bize?

Mısra:
Gönlüm öyle bir yere düştü ki, hiç sorma!
Eğer benden faydalanmak istiyorsan gizlice alçak gönüllük gösterip de Firavun gibi, yalnız kaldığın zaman,

«Allah’ım!
Sen benim ilâhımsın, ben de senin kulunum!» deyip, sonra herkese karşı:
«Sizin en büyük Allah’ınız benim!»
(Naziât suresi, 24) deme.

Zahirde de batında da, hayır, demek gerektir.
(İç âleminde ve dışa çıkardığın söz ve davranışta böyle bir hata yapılmamalıdır)

Cevapta biraz düşüneyim de o vezir gibi hataya düşmeyeyim.
Acele, şeytan işidir.
Acele edenler, bir nakış ve suretten başka bir şey göremezler.

Çünkü onlar, hep görünüşe bakar, nakısı ve sureti görürler. Günahlarından dolayı da mağfiret dilemezler.

Tövbe, Âdemin ve evlâdının sıfatıdır.
Hatada, günahta direnmek de iblisin ve onun yavrularının sıfatıdır.

 Allah ona, «Yemin et!» deyince, o «Başın için!» diye ant içer.
Rumî’yi Anadolu halkını ben yarattım; Türkü, Hintliyi, Arap’ı da; ama lanet olsun o alçağa ki, senin gibi birini doğurmuş. 

                  ***

MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6

                    ***
Neler öğrendik:

1.   Tanrı’nın sıfatlarını görende Tanrı sıfatları oluştuğunu öğrendik.

2.   Ahlak bozukluğundan kendimizi kurtarmamız gerektiğini öğrendik.

3.   Doğruya, hakikate yönlenmekte direnenlerden uzaklaşmamız gerektiğini öğrendik.

4.   Bileni, bilmek isteyeni, öğrenmek yolunda olanı yönlendirebileceğimizi öğrendik.

5.    Cahil olana ne yapsak onun yönlenmediğini, başıboş bir şekilde davrandığını öğrendik.

6.   Ahlaklı olana dinin güzel bir süs verdiğini öğrendik.

7.   Muhakkak surette yönlenebilir olmamız, cahilliğin ve benliğin inadından kurtularak, doğruyu kabul etmemiz ve söylememiz gerektiğini öğrendik.

8.   Mevlana Hazretlerinin devamlı okuduğunu öğrendik.

9.   Selçuklu sultanı Alâeddin’le fazla vakit geçirirse çalışmalarından, okumasından geri kalacağını öğrendik.

10.           Çok kişinin kâr kokusuna göre hareket ettiklerini, doğru sö işine gelmezse Tanrı erlerine düşman kesileceklerini öğrendik.

11.           Gideceğimiz yolu bilsek bile bu yolu aydınlıkta gitmemiz gerektiğini öğrendik.

12.           Sema vaktinde sema yapan kişinin dünyalık örtülerden arınarak             nurdan elbiseler giydiğini öğrendik.

13.           Namaz kılınacağı zaman helal para ile satın alınmış elbise giymemiz gerektiğini öğrendik.

14.           Sema’da ruhaniyetine ulaşamayan, ayak uyduramayan olunca sema edenlerin zevk alınamadığını, istenilen sarhoşluğa ulaşılamadığını öğrendik.

15.           Sema edenlerin yalvarmaları, ağlayıp sızlamaları, ah etmeleri, feryat etmeleri ile ilahi bilginin coşup geldiğini öğrendik.

16.           Sema yaparken ve namaz kılarken Tanrı’nın merhametli, bilgin ve güçlü olduğunu söyler ve inanır, kendinin de aciz biri olduğunu söyler ve inanırsak, Tanrı’dan gelecek olan kısmetinin gecikmeden geleceğini öğrendik.

17.           Acele etmememiz gerektiğini, işimizde düşünceli ve bilgili davranmamız gerektiğini öğrendik.

 İşte böyle yaren,

Tanrı’yı aramak yolunda değişik çalışmalar ile davranışlarımızın ve kişiliğimizin, sözümüzün değiştiğini ve ilerlemeye devam etmemiz gerektiğini öğrendik, anladık.

 Bu yol Tanrı’yı bulmaya kadar gider ama yol bitmez.
Tanrı’yı bulduktan sonra Tanrı ile yol sonsuza kadar devam eder.  

Her an kendimizi Tanrı yolunda yenilemek ve değiştirmek gerekir.
Sadece derviş olarak kalmak yeterli değildir.

Dervişlik meyve ağacının meyve vermesi ancak yenecek kadar tatlılaşmamış durumudur.
Olgun olmamız için çalışmalarımıza devam etmemiz gerektiğini öğrendik, anladık.

                               *

RAVLİ

 

Popüler Yayınlar