31 Ağustos 2012 Cuma

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE BİR BAKIŞ

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

İnsanoğlu bütün geçici varlıklardan ve yaratıklardan üstündür.
Çünkü onun görüşü, bütün arşı, kürsüyü, yerleri ve gökleri ve her ikisi arasında bulunan yaratıkları kapsayan bir genişliktedir.

Allah’a ait sıfatlara ortak olan bu yaratığın (İnsanın) görüşü, bütün görüşlerden daha yücedir.

Ne gariptir ki, ulu Allah, bütün sıfatları ile bu yaratıktan belirir. «Nerde olsanız, o sizinle beraberdir» mealindeki ayetin hikmeti anlaşılır.

Nasıl ki bu basiret ( Kalpte hakikati görmeye yarayan kuvvet), görüş sayesinde Allah herkese bir yön, bir alan göstermiştir.
Başka tarafı görmesinler ve sapmasınlar diye.

Birine kuyumculukta uzmanlık yolunu göstermiştir.

Ötekine mücevhercilik ve kimya ilminin inceliklerini, sihir, bahane, büyücülük fenlerini öğretmiştir.

Bir başkası mantık, tartışma yolunda uğraşır; fıkıh, usul bilir.
Daha başkaları öteki âlemin rahat ve sefası ile dolu olarak nuru ve Allah’ı görür.

Biri de şehvet, güzellik, aşk ile uğraşır, güldürü edebiyatı ile maskaralıktan hoşlanır.
Yine başka biri de melekleri, hurileri, arşı ve kürsüyü bilir; bunlardan zevk alır.

(M. 160) Bunlardan her birine bu köşke bir görüntü penceresi açılmıştır, âlemi başka bir balkondan seyretmektedir.

Bunun halinden ötekinin haberi yoktur, öteki de berikinin halinden ve işinden anlamaz.
Yüz binlerce, sonsuz sayıda canlı varlıklar, hayvanlar, böcekler, melekler ve başkaları için balkonlar açılmıştır.

Tabip, astronom, bunlardan başka her kim daha yüksekten yürürse, daha çok balkonların açıldığını görür.

O, ünlü kişilerden değildi, ama Ahmed-i Gazali’nin çetin bir işi vardı ki hep kendisine perde oluyordu.

Hiç kimseye karşı o perde kalkmıyordu.
O kendi kendine çok yiğitlik etti.

Bir insan ki, gözünü göklere çevirse de melekler tarafına baksa, ayetteki, «Onu yerle bir etti,» anlamındaki hikmeti ve «Gök yarıldığı zaman,» anlamına gelen öteki ayetin ilâhî kavramını görür ve okurdu.

Öylesine gizli çileler çekiyordu ki, halk hiç anlayamıyordu.
Ama onun bu çile (Yalnız bir yere çekilerek düşünmek) ve riyazetlerinden (Açlıkla nefsini terbiye etmek) her ne anlatırlarsa hepsi de yalandır.

Çünkü o, bu çile ve halvetlerde hiç oturmamıştır.
O bir bidattir, sonradan uydurulmuş bir âdettir.

Muhammed (S. A.) dininde böyle bir şey yoktur.
Hazreti Peygamber (S. A.) çilede oturmadı.

Musa kıssasında: «Biz Musa’ya söz verdik,» diye başlayan ayetteki hikmeti oku ve düşün.
Bu kör gözlüler, Musa’nın bu kadar yücelikle, Allah yakınlığı ile beraber, «Yarabbi beni Muhammed ümmetinden kıl!» diye yalvardığını göremezler, anlayamazlar.

Bu «Ulu Allah’ım beni cemalini gören kullarından et!» demektir.
Bu sözün inceliği buradadır.

Yoksa Musa’nın dileği, senin benim dileklerim gibi olsaydı sopası koltuğunda geçer giderdi.
(Sıradan yaşar ve ölürdü)

Maksat ya bu sır idi, ya öteki.
Bu, hem de Musa’yı (hâşâ) ayıplama ve tartışma yeri oldu ama Allah cemalini görecek ümmetler arasında tek ümmet Hazreti Muhammed’in ümmeti olduğunu Musa Peygamber biliyordu.

Ahmed-i Gazâlî, sözü geçen perdenin kaldırılması için uğraşırken ona bir ses geldi yahut gönlünde bir ilham ışığı parladı. «Senin gözündeki perdeyi Zengan’lı şeyh kaldıracaktır,» denildi.

Gazâlî hemen kalktı ve gitti gider gitmez de aynı günde hocanın ziyaretine uğradı.
Onu Sema ederken buldu ve o sema sırasında artık isteği yerini bulmuştu.

Oradan Tebriz’e geldi.
Tebrizliler hep bir ağızdan, «Bu adam, filan güzel delikanlıyı görmek için gelmiştir,» dediler.

Bir kocakarıya para vererek onun geçeceği yol üzerinde oturmasını, gayet gamlı ve kederli bir eda ile onu karşılamasını tembih ettiler.

Ahmed-i Gazâlî, kadını bu halde görünce sordu: «Sana ne oldu ki böyle içlendin?» Kadın şu cevabı verdi:
«Ben nasıl üzülmeyeyim ki!

Ciğerimin köşesi, gözümün nuru bir oğlum vardı, sizlere ömür öldü de ona ağlıyorum.»
Gazâlî sordu, «Öldü mü?»
Kadın, «Evet,» dedi, «Öldü.»

Gazâlî yol arkadaşlarına dönerek, «Ey kervan arkadaşları!» dedi, «Bana burada bir saat kadar müsaade eder misiniz?

Aşağı inin de biraz bekleyin.
Şu kadın acaba doğru mu söylüyor?
Bunu bir araştırayım!»

Arkadaşları, «Hay-hay!» dediler, atlarından indiler bir saat kadar başını önüne eğdi.
Ertesi günü güneş doğuncaya kadar murakabede kaldı.

Nihayet, «Bu kadın yalan söylüyor,» dedi «Çünkü Âdem Peygamber zamanından bu saate kadar kalıbından ayrılmış ve dünyadan göçmüş olan yaratıkların ruhlarını yokladım.

Bu kadının çocuğunun ruhu bunlar arasında yoktur.
Artık yürüyün!»

Tebriz’e geldiği zaman yine bütün şehir halkı birbirine geçti.
Söylemesi hoş değil ama Ahmed’in güzel yüzlere karşı aşırı bir tutkunluğu vardı.

Ama şehvet yönünden değil.
Çünkü onun gördüğü şeyleri başkalarının gözü göremiyordu.
Onu parça-parça etseler bir şehvet zerresi bile yoktu kendisinde.

Davranışlarını bazı kimseler hoş görüyor bazıları da onu durmadan eleştiriyorlardı.
Tebriz’de bulunduğu sıralarda bir kişi vardı ki, onu yüz kere beğenip gerçekledikten sonra, tekrar yüz kere de inkâr ediyordu.

Nihayet bir gün işi Tebriz Atabey’ine anlattılar.
«Bize inanın yoksa buyurun hamam penceresinden onun halini bir görün,» dediler.

Ahmed, hamam penceresinin önünde uyumuş, ayakları oğlancığın
kucağında, mangala ödağacı ve amber kokuları serpmişler her taraf tütsü içinde.

Atabey bir aralık geldi, hamam penceresinden ve külhanın bir kenarından içeriye gizlice baktı.
Hoşnutsuzlukla geri döneceği sırada içeriden bir ses yükseldi:

«Ey Türk yavrusu!
İçeriyi tamam gör de ondan sonra git!»

Atabey hemen geri dönüp bir daha içeriye baktı, bir de ne görsün, Şeyh, bir ayağını kaldırmış ateş dolu mangalın içinde duruyor.

Bu hali gören Atabey şaşırdı; ilk defa yanlış gördüğünden dolayı özür diledi hayretle ağlayarak geri döndü.

Onun bir de âlim, erdemli, her fenne aşina ve müderrislik yapan bir müridi vardı.

Bu adam, Şeyhin kulu kölesi olmuştu.
Bu güzel çocuk konusunda kaç ‘kere onu hoş görmüş, sonra inkâr etmişti.

Çok kere şeyhin atının dizginlerini omzuna alır, önü sıra yaya yürürdü.
Oğlancık ise, Şeyhin terki bağına yapışmış yürürlerken yolda, Şeyh çocukla bir şeyler konuşur, gizli işaretler yapardı.

Müderris, dizginler boynunda eve gelmeden onu on kere inkâr eder, dizginleri boynundan atıp kaçmak ister.

Sonra tekrar, Şeyhin kerametine inanırdı.
Başını açarak onun ayağına kapanmak kafasında düğümlenen vesvese ve kuruntulardan kurtulmak için çare arardı.

Şeyh bu hali de biliyordu. (M. 162)

O erdemli müderris, Şeyhin elinde bir saat ağlayan sonra bir saat gülen oyuncak bir bebek gibiydi.
Bir gün Mevlana dervişlere nasihat verdi; onlara, bizim niteliklerimizden söz açtı.

Dostlar, bu sözlerden çok duygulandılar.
Mevlana buyurdu ki siz:
«Allah yüceliğini arttırsın!
Hüdavent Şemseddin-i Tebrizi’ye karşı ufacık bir hoşnutsuzluk ve cefa eseri gösterirseniz benim size verdiğim öğütlerle, sizin aşırı duyarlığınız sizin için kapalı kalacaktır.

Şeytan, kurt sizin bu içten duygularınıza karşı gözlerinize kar sa-vuracak yani sizi yine şaşırtacaktır

Dostlar kendi kendilerine «Hayır!» dediler.
«Gidelim ondan af dileyelim, suçumuzu bağışlasın artık bundan sonra da Mevlana Şemseddin’e karşı terbiyesiz bir davranışta bulunmayalım.»

Evin kapısına kadar geldiler, ama içeriye girmeye yol bulamadılar.
Bunun üzerine onların bütün duyguları değişti.

Yol vermeyişimizin sebebi şu idi:
Ben kendi kendime diyordum ki, burası domuz ağılı değil ki azıcık pişmanlık duyan, azıcık içi sıkılan herkes dışarı fırlasın da buraya koşsun.

Nihayet, o kadar yüceliği aşikâr olan Ahmed-i Gazâlî’ye karşı kötü düşünenlerin yersiz düşüncelerini ve ayıplamalarını çürütmek için, kendisine kitap gönderdiklerini, bir vakit bu kitaptan sözler nakledersen, hakkında yanlış düşünenlerin ağızlarını bağlamış olursun, dedikleri için kardeşinin bile kendi tekkesine gelmesine yol vermediği söylenir.

Bir anlatışa göre yedi yıl, başka bir anlatışa göre de on beş yıl hep seferde ve yolculukta dolaştı.
İnkârcılara derdi ki:

«Burası domuz ağılı mıdır ki başına bir hal geldiği zaman buraya koşuyorsun

Nihayet bu dostların hiçbirisinden bir şey beklemiyorum.
Önce sizden ilim öğrenmenizi istiyorum.
Belki o zaman benim sözlerimi anlar, güzel-güzel kendinizi niyaza hazırlarsınız.

Siz kendi bilginizden, kendi hayalinizden dolayı benim sözlerimi anlayamazsınız.
Öyle değil.

Nasıl ki bizim falan dostumuzu bizden sorarlar.
O fakih midir yoksa fakir mi?

Dedi ki: «O hem fakihtir (Din bilgini), hem de fakir (Tanrı’ya muhtaç)»
«Ama nasıl olur ki bütün sözleri fıkıh konusundadır?»

Cevap verdi ve dedi ki:
 «Onun fakirliği o soğuk davranışlı insanların fakirliğine benzemez.

Bunu o taifeye (Sıradan insanlara) söylemek gerekmez.
Ona bu halk ile konuşmak yazık olur.»

Sözü ilim yolu ile söylerler, sırları da işaret yolu ile anlatırlar.

                              ***

MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6

                    ***
Neler öğrendik:

1.   Tanrı’nın kendi özellikleri ile süslediği ve beraber olmaktan hoşlandığı yarattıklarından en donanımlı olanın insan olduğunu öğrendik.

2.   Tanrı’nın her kulunu farklı görüş ve yeteneklerle donatarak yapacağı işi sevdirerek dünyanın güzelleşmesini, insanları birbirlerine muhtaç ederek birbirlerine hizmet etmesini sağladığını öğrendik.

3.   Yürüyüş yolu yükseklerde olanın birçok bakış açısına ve penceresine sahip olduğunu öğrendik.

4.   Ne yaparsak yapalım kendi çalışmamızla Tanrı’nın koyduğu anlama perdesini kendimizin açamadığını öğrendik.

5.   Yetkili Tanrı eri Sema ederken bir bakışla perdesini kaldırılacak kişiye bakar ve Tanrı izni ile perdesini kaldırır ve o kişi artık eşyanın hakikatini olduğu gibi görmeye başlar ve değişik âlemlerden haberdar olur.

6.   Çeşitli ilimler öğrenerek bu ilimlerin verdiği aydınlık ile niyaz etmeyi öğrenebileceğimizi öğrendik.

7.   Mevlana’nın müritlerinin Şems Hazretlerine cephe aldığını, bu sebepten dolayı hakikati göremez ve anlayama olduklarını öğrendik.

8.   Tanrı erleri sözü ilimin ışığı altında söylerler ki gören göz tam görsün.

9.   Tanrı erleri sırları yabancılar anlamasınlar diye işaret diliyle (Remz) ile söylediklerini öğrendik.

 İşte böyle yaren,

Edep dediğimiz, terbiye dediğimiz duygularımızı ve hislerimizi iyice eğitmeliyiz ve disipline etmeliyiz.

 Büyüklere bağlandığımız zaman birkaç ömrümüz bile olsa edinemediğimiz bilgileri bir anda kazanabileceğimizi öğrendik, anladık.

 Sevgiyle bağlanmanın ve hizmet etmenin getirisini tahmin bile edemezsin ey yaren anladın mı?

Anlamadınsa, uyanmadınsa sen bizden değilsin ve olamazsın, bizim sözlerimizi kendi zevkin için de kullanmaya sakın kalkma.

Yine de bizle beraber olmak istiyorsan Allah’a yalvar da, Allah emir verdiği zaman her istediğin yerine gelir.

                                  *

RAVLİ

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE ÜMMİ VE AMİ

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

 (M. 157) Ama niçin benim sana anlattığım bir şeyi tekrar Mevlana’ya söylüyorsun?
Niçin tekrarlıyorsun ona?

 Diyelim ki siz bunu benden dinlediniz ama başkalarının bunu sizden nasıl dinleyeceklerine güvenebilir miyim?

«Allah’ın mağfiretine uğramış bir kimse ile birlikte yemek yiyen de yarlıganmış (Günahları affedilmiş) olur » buyrulmuştur.

Ama bundan anlaşılan ekmek ve yemek değildir, bu onun yediği manevî gıdadan yiyenler  (Ruhunu besleyenler) demektir.
Yoksa binlerce münafık ve Yahudi, Hazreti Peygamberle birlikte yemek yemedi mi?

«Allah arş üzerinde hüküm sürmektedir,» anlamındaki ayetin yorumunda ne demişlerdir?
Bunun açık anlamından başka çeşitli tefsirciler türlü yorumlar yapmışlardır.
«Bir adam Irak’a hâkim oldu,» sözü de buna benzer.

Bu sözü de Eş’ariye mezhebinin kurucusu
Ebül-Hasan söylemiştir.
Onun sözüne karşı bir araştırma yapmadan böylece inanmak gerekir mi?
Bu sözden ne anlaşılıyor?

Bu tâhâ sözü üzerinde de neler söylenmemiştir.
Tefsirde açıklandığına göre tâhâ, Muhammed’in (S. A.) ismidir yahut «Ey insan!» anlamına gelir.

Noktalı, hareketli harfler, hele astronomların rakamları ta harfinde aşikâr imiş, bugün bilinmektedir ki, bunun yorumunu Levhi-Mahfuz’dan okumak gerekiyor ve o Levh üzerindedir.

Allah rahmet etsin Ahmed-i Gazali ile iki kardeşi temiz bir soydan idiler.
Her biri kendi bilim dallarında eşsiz kişilerdendi.
Muhammed-i Gazâlî özellikle türlü ilimlerde eşsizdi.

Yazdığı eserler güneşten daha parlaktır.
Bunu Mevlana’da bilir.

Kardeş!
Ahmed-ı Gazâlî Tanrısal bilgilerde, marifet (Allah’ı bilmek) ve irfan (Bilme ve anlama) konusunda parmakla gösterilenlerin sultanı olmuştu.

Kulağı iyi işitmeyen fakih (Din ve kanunlarının ilminin üstadı) bile benim sözüme hayret eder.
Her insan benim sözümü nasıl anlatabilir, başkalarına nasıl aktarabilir?

Ulu Allah’ın yüce zatına ant içerim ki Mevlana eğer benim sözümü başkalarına aktarmak isterse benden daha iyi aktarır.
Bunu daha güzel nükteler ve manalarla süsler.
Ama Mevlana yine de benim sözümü nakletmiş olmaz.

Üçüncü kardeş Ömer-i Gazâlî’ye gelince, o da zengin ve büyük bir ticaret adamıydı, hele cömertlikte, bağışta hiç kimse ona yetişemezdi.

Muhammed-i Gazâlî’ye birisi dedi ki şu senin kardeşin Ahmed hakkında diyorlar ki, o söz söylüyor ama hiç bir bilgiden haberi yok.

Muhammed Gazâlî de Zahire adlı kitabını kardeşine gönderdi ve götüren adama tembih etti:

«Git, edeple yanına gir, her ne harekette bulunursa dikkat et. Gülümseme, (M. 158) baş ve el hareketleri gibi her ne yaparsa gözden kaçırma!

Gözün onun gözüne baktığı anda çok dikkatli ol, onun bütün tavır ve hareketlerini izlemeye çalış, ayak parmaklarına varıncaya kadar dikkat et.»

Kitabı getiren adam içeri girince, gördü ki o, tekkesinde neşeli bir halde oturuyor.

Ansızın gözü gözüne ilişince üstat tebessüm etti, sordu:
«Bize kitaplar mı getirdin?»
Adamın vücuduna bir titreme geldi.
Sonra söze başladı, üstat diyordu ki:

«Ben ümmîyim.
Ama ümmî başka a’mî başkadır.
O a’mî yani kara cahil, aslında kördür.
Ümmî ise yazı yazmayandır.» Sonra, «Pekâlâ,» dedi.
«Şimdi sen oku o kitabı ki, ben dinleyeyim.»

Gelen adamcağız titreye-titreye kitabın her yerinden bir şeyler okudu, «O halde o kitabın başına şimdi sana inşad (Şiir okuma) edeceğim şu beyti yaz» dedi.

Beyit:

Zahire neme lâzım, kitabı nideyim ben,
Yârin dudağı varken, şarabı nideyim ben.

(Görünüş olanı bana lazım değil, kitap istemem.
Sevgiliyi bulmuş ve yakınlaşmışken beni hoş edecek başka şeyleri istemem)

İblis bir bahane, Âdem nişanedir ( İnsan Tanrı’dan bir iz, alamet, belirtidir),
 
İblis, karanlık, Âdem ışıktır.
İblis alçak, Âdem yüksektir.

Şu tarzda konuşuyordum.
Dün hem kendi kendime söyleniyor, hem de hendeğin çevresini dolaşıyordum.

Sözün sonu gelmiş, yenilgiye uğramıştım sanki.
Sözün altında kalmıştım.
Yenilginin verdiği güçsüzlükle ne yapayım diyordum.

Eğer minberlerde de söz bana böyle üstün gelir beni yıkarsa artık minbere çıkmam.
Efendi yalan gerekse yalan söyleyeyim, vaiz etmiyorum ki.

Söz benim içimdedir.

Her kim benden söz dinlemek isterse, benim iç âlemime gelir, ancak orada bir kapıcı oturmuştur. (Ona başvurur.)

Korkak bir köylü, birçok korkusuz ve cesur kimselerle dost oldu.
O korkusuzluk ve teklifsizlik dolayısıyla de dostlarının hiç birisi ona, sen kimsin? Diye sormadı.

Ben kimim demesine de fırsat vermiyordu.
Nihayet biri ben falan oğlu falanın dostuyum diye geldi, öylesine bir vuruş vurdu ki, onu iki parça etti.
Ben bilmiyorum.

Bunlardan bir şikâyet hikâyesi anlatırlar.
Emire derler ki: «O adam şöyle böyle yaptı.» Emir görmeden bu olaya el koymak istemez.
Çünkü kapıcı çok sevdiği bir kişidir.

Olayı önce ona getirirler, onun huzuruna çıkarır ve derler ki: «Bu olay nedir?
Bir bakıver.»

Kapıcı der ki:
Ben bakıyorum ama okuyamıyorum. (M. 159) O zaten gereksiz bir iş yapmaz sonra halvete (Yalnız kalınca) çekilince kapıcıya sorarlar:

«Niçin böyle yaptın?»
Nihayet, «O bir dost idi bana bir daha yapmam diye söz verdi, gitti çok edepli ve niyazlı bir halde gitti,» der.

Şimdi bu adam bundan sonra o kapıcıdan vazgeçer mi?
Evet, başka kapılar, başka kapıcılar da vardır, yol üzerinde başkaları da vardır.
Ama o başkadır.

Uzun süren işler gönül âlemine dayanınca, onu gönül âlemine götürürler, içinde bir sır saklayan adamı sarhoş ederler ki, o sırrı açıklasın, sarhoşlukla her şeyi anlatsın diye.

Ama gerektir ki, onu dinleyen kimse, o sarhoş sözleri arasındaki açıklamalardan hangisinin sır olduğunu anlayabilsin.

Hiç söylememiş olduğum ufak tefek şeyler var ki, bu sözlerden bazıları ağzından kaçmış, tekrar üstü örtülmüştür.

Mevlana Allah nuruyla yazar, bir şey bulur yahut bulmaz.
Bunu gözden geçirelim ki, anlaşılsın.
Görüyorsun ki, ben hep, Allah beni tasarruf ehli kılsın diye düşündüm.

Halimi düzeltsin de, her şeye açık bir gözle bakayım, dedim.
O namaz kılan kişiyi de böylece göremiyordum.

Allanın verdiği o tasarruf (bazen) kalmıyor, bende bir öfke baş gösteriyor, yokluktan tekrar varlığa dönüyorum.
Bu işe şaşıyor ve kendime gülüyorum.

 Bu değişik haller içinde düşünmek gerekiyor.
Çünkü garip şeyler görüyorsun, bir an içinde hal böyle iken bir müddet sonra şöyle oluyor.

Gözünü yukarı çevirinceye kadar durum böyle iken, aşağı bakıncaya kadar, şöyle oluyor. 

                  ***

MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6

                    ***

Neler öğrendik:

1.   Bir büyükten dinlediğimizi başka bir büyüğe söylememizin doğru olmadığını öğrendik.

2.   Bazı büyüklerin sözlerini araştırma yaptıktan sonra inanmamız gerektiğini öğrendik.

3.   Manevi gıdadan istifade etmek için büyüğün sözlerinden yararlananın o sofraya oturmuş olduğunu, o sofradan yemek yediğini öğrendik.

4.   Bazı ayetlerdeki sözleri doğru anlamak, yorumunu yapmak için sözlük ve gramer yetmediğini, Levh-i Mahfuz’dan (Tanrı’nın ilahi ilminden) okumak gerektiğini öğrendik.

5.   Ahmet Gazali’nin Tanrıyı bildiğini ve anladığını öğrendik.

6.   Kara cahili kör olarak kabul etmemiz gerektiğini öğrendik.

7.   Başkalarının sözünü söyleyenlerin sözlerinden daha değerli olan sözün kendi içinden söz söyleyenlerin daha beğenilen olduğunu öğrendik.

8.   Tanrı erlerinden büyüklerden bir dostumuz varsa bize suçlu olsak bile başka işlem yapılacağını öğrendik.

 

İşte böyle yaren,

İç âlemimizde birikim, uygunlaşma ve olgunlaşma yapmalıyız.

Başkalarının parlak sözlerinin parıltısının çok kısa sürdüğünü öğrendik, anladık.

Tanrı erlerinin etrafında, eteğinden tutmuş, sofrasına yakın olmamız ve bunlardan yararlanarak ruhumuzu gıda almamız gerektiğini öğrendik, anladık.

Önemli olan içimizde bize ait bikrim sağlamak ve kontrol altında yaşamımızda kullanmaktır.

Başkalarının sözünü başkalarına söylemekle fazla bir şey elde edemeyiz.

Nasıl ki Tohum toprağın içinde düştüğü zaman şekil değiştirerek ilerler, büyür, verimlilik, gürlük, çokluk ve bolluk için harekete geçerse bizim de mana tohumunu içimize alıp ona uygun ortam sağlayarak büyütmeliyiz.

Gönülden gelen değerlidir, verimlidir, faydalıdır, iş yapandır.
Görünen ve göstermelik işlerin faydası çok azdır.

Kuran’ı Kerim’in anlayamadığımızı Tanrı’nın hayat kitabı olan Levhi-mahfuz’dan okumamız gerekir.
Levhi mahfuzdan okumak içinde iç âlemimizi geliştirmemiz gerekmektedir.

İç âlemimizi geliştirmek için Mevlana Hazretleri anlayabileceğimiz şekilde sözlerinde en ince noktasına kadar işlemiş ve bizim yararımıza sunmuştur.

Şems Hazretlerinin anlattığı sırları nurlu sözleriyle bizlere yol göstermiş, gözümüzü açmış, yolumuzu aydınlatmıştır.

Her iki büyüğümüz dostluğundan sadece ollar ve yakın çevresi faydalanmamış bu gün biz, yarın da dostlarımız elbette ki faydalanacaklardır.

Tanrı kendine yaklaşmasını istediği kişiyi böyle Tanrı erlerini sevdirir ve onlara yaklaştırarak edebi ve sırları öğrenmesine imkân sağlar.

 Allah’ın izni olmadan hiçbir şey olmaz.

İnşallah diyelim!

Bismillah diyelim! de yeniden yeniye gayrete gelerek sevgi ile çalışmamızı artıralım.

                                       *

RAVLİ

30 Ağustos 2012 Perşembe

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE PARLAK OLAN GÖRÜNMEZ

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

 (M. 154) Bundan sonra sizinle benim aramda söz yoktur.
Kör gibi hep benim sözlerimi dinlediniz.

Bunlar hep benim sözlerimdi, siz bu bir hadistir sandınız.
Siz bunu nasıl söylüyorsunuz ki sen bize çok iyi bir efendisin ama biz sana karşı kötü kuluz.

Güzel efendilik yönünden bizim kötü kulluğumuza karşı bizi esirge!
Nara atan sarhoşa, az iç!
Diyorsun.(Tanrı’ya hitap)

Ey ham sofu!
(Olgunluğa ulaşamamış görsel ibadetle uğraşan kişi)

Su aşağı doğru akıyor.
( Bize hayat veren, hayatımızı devam ettiren, besleyen kuvvet verenin hareketinin yukarıdan aşağıya doğru olduğu)

 Fikir yürütenler bir dem içindedirler.
( Mana âleminden güzel söz söyleyenler düşünce içinde olanlardır ve arzu ettiğini anlamak, bilmek, unutmamak için zihninde şekillendirerek göz önüne getirirler )

Amber kokulu sağlam pabucu onun önüne bıraktım.
Ansızın parmağım ayağına değdi.
Ateşte kızmış bir kızıl demir gibi olmuştu.

Beyit:
Çok damlacıklar, çiy daneleri gördüm,
Ben onda Samiri ile danası gibi kaldım.

(Şaşkın, anlamsız söz söyleyen yani böğüren sesler çıkardım)
«Dünya bir oyuncaktır» dedi.

Bugün eğer onunla geçinemiyorsan bari yapma, açıktan gösterme bunu, beddua etme.

Allah’a ısmarlayıp onu incitme.
Çünkü o görünüşte her şeye katlanır gibi gösterir ama içinden Allaha havale eder.

Öyle olur ki bizim nefesimizi keserler, ağzımızı tıkarlar yahut bu gece aralarında konuşur belki de öldürürler.

O dedi ki:
«Ben sığınacak yerimi gördüm.
O geniş yolda kandan başka saldırganlığa karşı cesaretli oldum.
Onun düşmanı gibi ve yeşil toprak oldum.»

(Tanrı büyüklüğü içinde kendini yer edinenin cesaretli olması gerektiğini, öldürme hariç diğer konularda cesaretli davranması gerekmektedir)

Her gezegenin, öteki gezegene kavuşmasından bir Burç doğar. Erkeğin kadınla birleşmesinden nasıl insan doğarsa, elbise ile insan bedeninde nasıl sıcaklık olursa, iki birleşmeden de bir şey meydana gelir.

Yaydan kirişi çıkarırsanız ne ‘iş görür?
Ancak onun kulağını bükerlerse o zaman yaralar.

Söz ağızdan çıkar hiç bir iş ve muamele yoktur ki, o
«Ben yoksulların yoksulu, düşkünlerin düşkünüyüm Allah benim nefsimi sizden iyi bilir?» demesin.

Bir kimse sana bu sözü söylerse sen de ona söyle ki:
« O sensin kıskançsın, kıskançlıktan dolayı da böyle coşuyorsun.
Sen kendine de haset (Çekemiyorsun) ediyorsun.» işte her kim sana bu türlü söz söylerse, de ki:

«O sen değil misin?
Sen o yılanın başısın!»

Biri sordu:
«İblis kimdir?»
«İblis sensin!» dedim.

Eğer Cebrail kimdir diye sorsaydı, o sensin derdim.

Her kim sana, falan kişi seni övdü derse, de ki;
«Hayır, beni sen övüyorsun da onu bahane ediyorsun.»
Ona söyle sen onun sözünden ne anlaşıldığını nereden bileceksin?

 Gel de o sözü kendisinden soralım, görelim ne demiştir.
Ben bir söz söylersem başka manada söylerim.
Onun manası nedir acaba ne maksatla söylemiştir?

 (M. 155) Kera Hatun bile kıskançtır, Mevlana da kıskançtır.
Ama insanı cennete götüren o kıskançlıktır.
Bütün gün benim konuşmalarım da bu kıskançlık üzerinedir.

Ama ötekinin kıskançlığı onu cehenneme götürür.
Ben bir hizmet görüyorum, ondan dolayı da bana kıskançlık ediyorsun ki ondan vazgeçeyim, geri durayım.

Efendi ev sizindir.
(Dilediğin gibi davran)

Siz gitmeyin, ben gider ve size Kafdağı gibi teşekkürlerimi sunarım. Mevlana’nın sohbetinden, onun şerefini omuzlarımda taşıdığım halde ayrılayım, tekrar teşekkürler sunayım, özgür kalayım.

Bendeki ahmaklık öyle bir kerteye geldi ki.
Eğer Musa Aleyhissalam gelse de:
«Benim dilediğim o ümmeti bana göster,» deseydi, ona
«işte budur!» diye gösterirdim.

Kendi kendime adakta bulundum.
Eğer bu durumdan kurtulursam gizli, aşikâr neyim varsa sadaka vereyim.
Şimdi ey düşmanlar bana bir hile yapamayacaksınız!

Bana kuracağınız tuzakla şu Kaf dağını kaldırıp omuzlarıma yükleseniz, buna bir kat daha ekleseniz ve bunları hiç kaldırmasanız bile yine benim için bir can rahatlığı olacaktır.

Ömrümüzü hep kadın sevgisi oyunları ile geçirdik.
Allah kitabını arkamıza attık.

O ilâhî kitabın hesabını nasıl vereceğiz?
İnsan olan kimse de o kitabın ayetidir.

O ayet içinde ayetler vardır.

Yahudi’nin biri bazı Kuran ayetlerini ezberlerdi, Bağdat’ta kadılık yapıyordu.
Yıllarca yer altında bir takımadamlar, silâhlı kişiler gizlemişti.
Halife bu hali haber aldı ve onu yakalattı.

 Kadılık, ilim, fetva ve Kuran hepsi o Yahudi’deydi.
Ama o ancak sahtekâr bir köpekti.

Karanlıkta yürüyen yolunu şaşırır derler.
Kadir gecesi «İnnâ Enzelnâ» suresinde bir kaç ayette işaret buyrulmuştur.
O bin aydan hayırlıdır.
Ayın on dördüncü gecesinden daha aydındır.
Ama aylar arasında gizlenmiştir.
Çok parlak olduğu için gizlenmiştir o Kadir gecesi.

 Gerçi diğer bir ayette:
«Vah ne yazık ki Allah tarafına yönelmekte, ona yaklaşmakta tembel davrandım!» buyrulmuştur.

 Hâlbuki öylesine zaman ve mekândan uzak, öylesine yönsüz ve tarafsızdır ki!

Ama zamanı gelmeyince ne yapar.
Ben hoşum, nasıl hoş olmayayım.
Şimdiye kadar beni hiç kimse inkâr etmedi ki, arkadan Allah’a yakın yüz binlerce melek, gerçeklemesin.

Bana asla bir kimse cefa etmedi, kötü söz söylemedi ki, celâl (Büyüklük) ve ululuğu en yüce olan Allah, o kötülüklere karşı beni binlerce defa öğmüş olmasın.

Sonra benden ayrılmayan, bana yabancı kalmayan bir kimse yoktur ki, ona ulu Allah(M. 156) binlerce yakınlık göstermiş olmasın.

Her kime öğüt yoluyla bir söz söyledimse bana o sözün karşılığını verdi.
Yüz bin gerçek Allah eriyle Hakka yakın erenlerin canları önüme gelip baş koydular, beni kutladılar.

Bana «Dünya müminin zindanıdır,» anlamındaki hadis biraz garip geliyor.
Ben zindan görmedim.
Ancak hep gönül hoşluğu ve saygı gördüm.
Hep devlete kondum.

 
Bir kâfir elime su dökseydi Allah onu yarlı-gar, makbul kişilerden olurdu.
Ben niçin kendimi o kadar aşağılık göreyim?

 Bir kaç kere kendimi tanıdım.
Aman ne izzet, ne ululuk var bende.
Ben sanki bir inciyim, pislik içine düşmüş bir mücevher gibiyim. Şimdi sanıyorum ki o durumdan kurtuldum.

 Ama hayır bir Müslüman kardeşinin elini sıkıyorsun kımıldandıkça günahların dökülüyor; o halde şimdi durmadan kımıldanmak, hareket etmek gerekiyor.

«Ey Müslümanlar!
Harekete geçin, kımıldayın ki biz de kımıldanalım…»
Hayır, bu yanlış değil, Allah da böyle buyurdu.

Her dilden türlü-türlü hüner ve marifetleri benim elime verdi. Parmağını kulağına kadar kaldırdı.
 «Allah’tan başka Allah yoktur» dedi.

Ben sana ne dedim, ben o gün gider bir nargile içerim, sonra cübbe giyer ve bunu mendile koyanım.
Seni bağda çağırıyorlar niçin acaba!
Gel de kulağına söyleyeyim.

Şiir:

Nedir bu kanlı yaşlar, neden? Diyorsun bana.
Mademki soruyorsun, gel anlatayım sana!

Şimdi anladın mı?
Bunu hep senin için soyuyorum.
Olmaya ki kimse işitsin, senin için söylediğimi anlasın zamane fenadır.

Bir delikanlı vardı, ona Zeynep hikâyesini sonuna kadar anlattım. Onun işine çok önem vermiştim, istiyordu ki bir kaç gün orada, o sözü sonuna kadar tekrarlasın dursun.
Anladım, «hayır» dedim.

«O halde bütün bunları senin için söylediğime neden inandın da anlamak istemiyorsun,» dedi.
«Evet,» dedim,
«Anladım” dedi.

Sonra “ Tekrar söyle » dedi.
«Onu Mevlana’ya söyleyeyim de sana tekrarlasın» dedim. 

                  ***

MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6

                    ***
Neler öğrendik:

1.   Tanrı’dan yaptığımız yanlışlara rağmen korumasını kaldırmamasını istememiz gerektiğini öğrendik.

2.   Sarhoş veya bakımsız görünenlerin vücudunun burada olduğunu, kendini düşünceler içinde uğraşı verdiğini öğrendik.

3.   Dünya’nın bir oyuncak olduğunu, dünyaya gelenlerin bu oyuncakla oynadığını, bu oyunu oynayanların oyun tarzından kızmamamız, hoş görmememiz gerektiğini öğrendik.

4.   Herkesin kendine göre bir oyunu olduğunu, incitmememiz gerektiğini, incittiğimiz bize tepki vermiyorsa şikâyetini Tanrı’ya havale ettiğine, Tanrı’dan da değişik cezalar geldiğini öğrendik.

5.   İki kişinin birleşmesinden, işbirliğinden yeni bir şey elde edildiğini öğrendik.

6.    Kimi arıyorsak, soruyorsak o kişi gibi olmak arzusunda olmak istediğimizi öğrendik.

7.    Birini öğenin aslında kendini övdüğünü öğrendik.

8.   Birbirini sevip Tanrı emri ve peygamberin sözü ile birleşenlerin birbirini kıskançlığı insanı cennete götürdüğünü öğrendik.

9.   Çekememezlik yüzünden yapılan kıskançlığın insanı cehenneme doğru götürdüğünü öğrendik.

10.           İstediğimiz gibi davranabileceğimizi ancak sonuçları kabul etmemiz gerektiğini öğrendik.

11.           Söz söyleyenin kast ettiği anlamı herkesin doğru anlayamayacağını öğrendik.

12.           Musa Aleyhisselam kendisine inananların Tanrı’ya bağlı hareket etmelerini istediğini öğrendik.

13.           Tanrı kitabını daima gündemde tutmamız gerektiğini öğrendik.

14.           Sahtekâr hainlerin de Tanrı kitabını bilip kendi amacı doğrultusunda pis işler için kullanabileceğini öğrendik.

15.           Hayırlı olanın, parlak olanın gizlendiğini öğrendik.

16.           Tanrı yaklaşmak ve yönelmekle acele etmemiz gerektiğini, bir yönü ve tarafı belli olmadığından çarçabuk bulunamayacağını, uygunluktan olgunluğa ulaşıldığı zaman zamanının geleceğini öğrendik.

17.           Şems Hazretlerinden ayrılmayana, yakın olana Tanrı’nın yakınlık göstereceğini öğrendik.

18.           Tanrı’ya yaklaşmak ve ulaşmak için çalışırsak Şems Hazretlerinin de bize yardım edeceğini öğrendik.

19.           Bizi neden çağırdıklarının gizlenenini Şems hazretlerinin başka bir kimse işitmeden gizlice bizim kulağımıza söylediğini öğrendik.

20.           Zamanın insanlarının anlatılanları anladım sandığını oysa anlamadan anladım dediklerini öğrendik.

 İşte böyle yaren,

Tanrı’ya yakın büyüklerin öğütlerini önemsemeden, Tanrı kitabına önem vermeden bu dünyada mal, mülk, para, makam gibi oyuncaklarla oynayıp, oyuncaklarını çoğaltmakla uğraşanların çok olduğunu öğrendik, anladık.

Tanrı’ya yaklaşmak ve yönelmek suretiyle çok şeyin hakikatini öğrenip gerçek değerini anlayabileceğimizi öğrendik, anladık.

Tanrı erlerinin ister yaşasın ister ahrette olsun gönül bağı kuranlara yardım ettiğini öğrendik, anladık.

Hayırlı işlerin ve parlaklığa sahip olanın kolayca görülemediğinden bunları görmek için bakış açımızı genişletmemiz ve gözümüzü güçlendirmemiz gerektiğini öğrendik.

Tanrı yoluna girmek için acele etmemiz gerektiğini ve bu işlere zaman ayırıp çalışma içinde olmamız gerektiğini öğrendik.

İncittiğimiz kimselerin karşılık vermediği zaman, bize karşılık olarak verilecek cezanın Tanrı’dan verileceğini öğrendik, anladık.

Bir şey elde etmek istiyorsan bilen birini bulmalısın.

                                       *

RAVLİ

29 Ağustos 2012 Çarşamba

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE TANRI RIZASI

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

 Allah’ım!
Birinin üç yüz dirhem parası var, elbisesi var ona vurma, onu biz tutuyoruz.
Bu adamın da eline bir tanecik geçse onu dağıtır, bu da Müslümanlık satmaktır.

Bütün ilimlerde benden daha üstün olan öyle bir önderi getirin ki, ona yüz kere secde edeyim, bir kere değil.

Eğer ben onun hazır olduğu toplulukta minbere gider de tek bir söz söylersem, herkes bana güler.
Ama ben size gülmem, edeple susarım.
Ben çılgın mıyım?

Her ne kadar bunlardan söz açıyorum ama siz nasıl kabul ediyorsunuz?
O mutlu yüze yüz bin kere rahmet olsun!
Allah bana onu öpmek fırsatını versin ve beni ona lâyık kılsın.

Şeyh Muhammed Allah’ı arıyordu, Allah adamıydı.
Benimle görüşmek dileğinde bulunurmuş, ama görüşemedi.
Ben de seninle buluşmak arzusunda idim.
Bu, bana nasip oldu.

Şu halde senin merteben nerede kalır?

Evet, dedi ki: Ben, bir gün atımı feda edeyim.
İlâç içmek için sen o bir dirhem parayı veriyor ve onunla birlikte yürüyordun.

Hâlbuki sen âlimsin, para sarf ediyordun.
«Neden, niçin?» dedim.
Çünkü o öyle bir adamdı ki, «Hayır, sen benim konuşma tarzımı anlamıyorsun.»
Mademki vezir senin uşağındır, Adalet Bakanı kaç paralık adamdır!
Bu Sultan sana köle olmuştur.

Diyordum ki:
Hocendî’nin vaazına gideyim, onun mescidine uğrayayım.
Ama gönlüm dedi ki:
Gitme!
O yerinde yoktur.
Sonra gideyim de Ulu Camide oturayım, dedim.

Her kim konuşursa söyle, söyle! Diyeyim.
İkinci büyük kapıya vardım, tekrar geri döndüm.
Garip bir şey oldu.

Hacının vaizi onun vaazından daha iyidir, o zahir yönünden konuşur, halk onun öğütlerini tutarsa, binlerce faydasını görür, dedim.
Dinledim.

(153) Hacının vaazında hayrette kaldım.
Bu kimdir ki konuşuyor?
Kimseyi göremiyorum.
Ye, iç bir işe sarıl.

Yazamıyorsan bari bir kalem kes!
Onu da yapamıyorsan, bir kalem cızırdat.
Her üçü de hoşa giden bir yemek gibidir.

Biz hangisiyle uğraşsak öteki işi bırakmış oluruz.
Her üçü ile uğraşmak ancak vaizlerin işidir.
Onların himmeti (Çalışma şekli) başkadır.

Gayret yönünden yersizdir.

Soylu bir edebiyatçı bir Şehzade ile iki ay meşgul oldu, ona güzellikle söyledi, sert konuştu ama hiç bir etkisi olmadı.

O hep kendi sazını çalıyor, oyuncakları ile eğleniyordu, iki ay sonra Padişah geldi oğlunu görmek istedi, içeriye girince bir de ne görsün, oğlan başına bir peçe örtmüş oyuncakları ile meşgul, öğretmen de haylaz öğrencisinin elinde aciz kalmış, sarığını onun başına örtü yapmış yanına oturmuştu.

Padişah, «Öğretmen nerede?» diye sordu.
Peçenin altından gelen bir kadın sesi «Benim» dedi.
Padişah; «Bu ne hal?» deyince öğretmen;

 «İki aydan beri hep onu kendi rengimle boyamaya, kendime benzetmeye uğraştım, başaramadım.
Şimdi ben onun rengine boyandım, artık kendimi ona uydurmaya mecbur kaldım,» dedi.
Ama öğretmen yine erkekti, ona ne ziyanı var?

 Mutluluk baş gösterince sırasında vezir, padişaha, «Bu iş bu milletin işi değildir,» diyebilir.
Sen şu ileri yaşta genç kuşaklara nasıl vaizlik yapabilirsin ki onun vaiz kürsüsünün altında oturuyorsun.

Çulhanın biri vezirin makamına gitti uzakta edeple oturdu.
Vezir sordu;
 «Nasılsın?
Boş şeyler mi düşünüyorsun?»

Çulha (Hileleri ile meşhur kişi):
 «Ne yapayım,» dedi.
«Allah rızası için sizin ululuğunuza güvenerek geldim.
Ama bunun Allah rızası için olması işin zor tarafıdır.»

Sonra vezir onu çok uzaktan görünce hemen Padişaha haber saldı, Padişah tahtından indi.
Bu da yine Allah rızası içindi.

Nihayet iki yıl sonra, «Yarın gel de babana bir vaiz et,» dedi.
Vaiz etti.
Hayrette kaldılar.

Dedi ki: «Nihayet üç kere tekrarladım öğrendim.»
Öğretmen dedi ki:
«Ben sana onun kulağında bin tayla-san (Başında dolaşmış sarık) var dememiş miydim?»

Onun minberi altında oturmuşlardı.
Yedi yüze yakın Peygamber hadisi anlattı.

Sonra İmamlardan soruyordu:
Böyle bir hadis biliyor musunuz?

                  ***

MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6

                    ***

Neler öğrendik:

1.   İlim sahibi olmanın, iyilik yapan Müslüman’dan daha beğenildiğini öğrendik.

2.   Bizden daha ilim sahibi olana saygı göstermemiz gerektiğini öğrendik.

3.   Tanrı’yı bulanın arayandan daha makbul kişi olduğunu öğrendik.

4.   Bizden daha üstün ilim sahibi olanın yanında susmak gerektiğini öğrendik.

5.   Öğrenmek istemeyene ne kadar uğraşsak bir şey elde edemeyeceğimizi öğrendik.

6.   Allah rızası için elimizden ne geliyorsa yapmamız gerektiğini öğrendik.

7.   Allah rızası için uğraşanın kimsenin bilmediği bilgilere sahip olacağını öğrendik.

 İşte böyle yaren,

Allah rızası için düşünenin ve çalışanın geçmişi ne kadar fena ve kirli şöhrete sahip olursa olsun temize çıkıp saygın ve bilgili biri haline gelebileceğini öğrendik, anladık.

Yaşam koşulları bizi fenalığa ve yanlışlıklara sürükleyebilir.
Ancak aklımız başımıza gelirse Allah rızasını aramaya başlarsak doğru yola girmiş ve doğruların ışığında iyiye doğru gidebileceğimizi, saygın biri olabileceğimizi öğrendik.

Peki, Allah rızasını nasıl aramaya başlarız?
Yapacağımız işte karar verme aşamasına gelince kendi kendimize veya bir Tanrı erine:
Böyle yapmayı düşünüyorum, Böyle yaparsam Allah ne der?” diye sorarak başlamalıyız.

                                        *

RAVLİ

                                    

Popüler Yayınlar