İş bu yaptığımız yolculuk
meselesine varınca hoş olur.
Çünkü ben sana bu yolculuğu
buyurmak niyetinde değildim.
Bunu kendi kendime yapayım,
sizin işinizi yoluna koymak için yola çıkayım dedim.
Çünkü ayrılık ayrılık içinde pişer, yani denilebilinir ki, o kadar
emirler, nehiyler (Yasaklar) ne oluyor?
Niçin yapmadım, bu ayrılık
meşakkati karşısında o kolay şeyi niçin düşünmedim?
Söylediğim sözlerde nifak,
iki yüzlülük yapıyordum.
Her iki tarafında hatırını
koruyor, muamma (bilmece) söylüyordum.
Hâlbuki açık konuşmak
gerektir.
Bu işin ne değeri var?
Ben senin işin için elli
sefer yolculuk yapayım, yapacağım yolculuklar da sırf senin işini yoluna koymak
içindir.
Yoksa benim için ne fark var?
Rum ülkesinden Şam’a gideyim
yahut Kâbe’de veya İstanbul’da olayım, aynı şeydir.Ancak şu var ki, ayrılık insanı pişirir, düzeltir.
Bu gün düzelmiş ve pişmiş olarak kavuşmak mı daha iyidir, yoksa hep ayrılıktan pişmek mi?
Kavuşma halinde pişmiş olan
kimse, artık perdeye nasıl yol bulabilir.
O daima perde içinde
oturanlara benzer mi?
Söylediğim şeylerden aşığın
tarifini ve şahitliğini dinlemezler.
Çünkü aşkın özelliği şuradadır ki, ona karşı ayıplar hüner gibi görünür.
Dediler ki:
“ Biz aşktan bunu istemiyoruz
ki insan tamamıyla kendinden geçmiş ve mağlup düşmüş olsun”
Ben dedim ki:
“ İmkâna
karşı durmak mümkün değildir.
Bu meselede metotçuların
fikirlerini söyleyeyim ki, bunlar, iki kaziye (Madde) ve üç bölümdür.
Biri vaciptir (Zorunluluk) ki, Hakkın kendi âlemi ve sıfatlarıdır.
İkincisi muhal, yani imkânsızlıktır.Üçüncüsü caiz, yani olanak halidir ki her iki tarafa yönelebilir.
Olabilir de, olamaz da.
Bu üçüncü bölüme giren
herkes, kurtuluşa erer.
Nasıl ki, Âdem’in dışarı
atıldığı cennet, yükseklerde bir ormanın başında ve yerin üzerindeydi.
Ama bu cennet, müminlere
vâdolunan ve feleklerin en yüksek noktasından nişan veren cennet değildir”
Ona dedim ki:
“ Sen bana hep felsefeden
bahsettiğimi söylüyorsun.Bir kere felsefeye başlayan sensin”
*
Köylünün biri tarlada çift
sürüyordu.
Çift demiri bir engele
takıldı.
Öküzler yürümeye imkân
bulamayınca köylü öküzleri dövmeye başladı.
Ama yürütmek mümkün olmadı.
Öküzler yüzükoyun düştüler,
övendire (Ucu çivili uzun deynek) yarasından perişan bir hale geldiler.
Çiftçi demirin takıldığı yeri
bir daha yokladı, birkaç taş çıkarınca demiri gördü.
Meğer büyük göğümün kulpuna
(Kazan) kulpuna takılmış.
Demirin ucunu yakaladı, ama
bir türlü yerinden çıkaramadı.
Her ne kadar onu yerinden
kaldırmak ve kımıldatmak istediyse de bunu bir türlü başaramadı.
Adama dedim ki:
“ Mademki demiri yerden
çıkaramıyorsun bari bir yolunu bul da başını kopar!”Her ne kadar çabaladı ise de bir şey yapmak mümkün olmadı.
Ama adamın hayali altın
tarafına hiç işlemiyordu.
Çünkü o köylü idi.
Nihayet demiri kopardı,
güğümün içi altın dolu idi.
Bir avuç para çıkardı.
Sevinçle avucunda tutarak
baktı:
“ Vallahi ki altındır” dedi.
Köylü o zamana kadar düşüncesiz, gamsız bir adamdı.
Çiftini sürüyor, bir iş
yapıyordu.
Ama o saatten sonra âlemin
hayalleri, sevdaları başında toplandı.
Nasıl edeyim de bu işi
başarayım diye düşünmeye başladı.
Filan yere mi yoksa doğruca
padişaha mı götüreyim diye bir takım kuruntularla uğraşırken, o sırada, uzakta
pek sıkıntılı bir halde avdan dönmekte olan padişahı gördü, paraları teslim
etmek için bağırmaya başladı.
Bu sesi işiten iki çavuş
koşarak geldikleri sırada köylü, önce verdiği karardan pişman olmuştu.
Adamlar:
“ Bizi niçin çağırdın?” diye
sordular.“ Bari su ver de içelim” dediler.
Köylü:
“ Şehrin yolunu sormak için
çağırdım sizi” dedi.Çünkü onlar gelinceye karda evvelki fikrinden vazgeçmişti.
Sıkıntısını açıklamamıştı.
Adamlar gülerek:
“ Şehrin yolunu bizden mi
soruyorsun?İşte şehrin yolu şu taraftadır” dediler.
Yolu işaret ettikten sonra
geçip gittiler.
Çavuşlar uzaklaşınca köylü
yine pişman oldu.Bu sefer gerçekten bir daha çağırdı.
Çavuşlar:
“ Ne istiyorsun? Diye tekrar
geldiler.Fakat köylü yine pişman olmuştu.
“ Göstermiş olduğunuz şehir
yolunu unuttum da tekrar sorayım dedim, bu tarafta mı yoksa şu tarafta mı?”
dedi.
Çavuşlardan biri köylüyü
dövmek istedi, öteki elini tuttu.
Tekrar dönerek Padişahın
yanına gittiler, oturdular.Fakat birbirine bakarak gülüyorlardı.
Köylünün saçma sözlerinden bir şey anlayamamışlardı.
Hâlbuki Padişah çok
öfkeliydi.
Çavuşların her ikisinin de
öldürülmelerini emretti.
İçlerinden çok yumuşak huylu
biri padişahtan aman diledi:
“ Ey cihan şahı!Bir kere ferman buyur ki bu gülüşmemizin sebebini sorsunlar.
Allah aşkına bizi dinleyin! Dedi.
“ Eğer doğru ise gidin köylüyü buraya getirin” dedi.
Çavuşlar koştular, köylü
bunları görünce korktu.
“ Vallah bunlar bana
geliyorlar” dedi.
Çavuşlar:
“ Haydi!Padişah seni istiyor” dediler.
Köylü kendi kendine:
“ Yahu, parasız olursun bir
dert.Ama altına kavuşup da derdin olmak daha iyi!” dedi.
*
Bence parasız dert daha iyidir, çünkü can korkusu yoktur.
Bu söz bir hikâyeden meydana
çıktı.
Bu insanlarla şakadan
konuşmak, ciddi konuşmaktan daha uygun olur.
Gerçi büyüklüğü belli olan kimsenin kendine göre bir âlemi ve bir veliliği
vardır.
ŞİİR:
Dürüstlük bir
şehirdir, ben de o şehrin sultanıyım,Onda kendim yaşayayım, kendim öleyim, kendim korunayım.
Böyle bir adam şaka yaparsa
bildiklere onun şakasından bir heybet gelir.
Ama ciddi sözden o kadar
heybet gelmez.
Şüphe yok ki şakada o derece
sertlik ve korkutma olmazsa daha hoş olur.
***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri
Gençosman.ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
***
Neler öğrendik:
1.
Ayrılığın insanı
pişirdiğini yani sofraya konacak hale getirdiğini, yani nimet haline
getirdiğini, yani yararlanabilecek duruma gelindiğini öğrendik.
2.
Ayrığın pişmiş
duruma getirmesinden sonra buluşmanın daha yararlı olacağını öğrendik.
3.
Pişen kişinin görüşüne engel olan çok perdeleri
yakıp yok ettiğini, olayı ve kişileri daha bilinçli gözle görüp
değerlendirdiğini öğrendik.
4.
Âşık kişinin
başkalarının ayıpladıklarını hüner gibi gördüğünü öğrendik.
5.
Aşığın ölçülerinde
ve hareket alanını gözlemlediğinde olabilirliği etkin olarak kullanıp hareket
ve seçenek serbestliği kazandığını öğrendik.
6.
Konuyu açanın o
konunun konuşulmasının uzamasından ve genişlemesinden şikâyet edemeyeceğini
öğrendik.
7.
Âdem (a.s.)
kovulduğu cennetle gideceğimiz cennetin farklı yerlerde olduğunu öğrendik.
8.
Hazine gibi bir
kişiye rastladığımız zaman düşüncesiz ve gamsız hareket etmememiz gerektiğini
öğrendik.
9.
Parasız hayatın sıkıntı getirdiğini paralı hayatın da can korkusu getirdiğini öğrendik.
10.
İnsanlarla şakadan
konuşmak, ciddi konuşmaktan daha iyi iletişim sağladığını kaynaştırdığını
öğrendik.
11.
Şakadan
konuşmakta sertlik ve korkutma olmazsa daha iyi olacağını öğrendik.
12.
Büyük insanların
farklılıklarını, sıradan olmadıklarını ve bunu söz ve davranışlarına
yansıttığını öğrendik.
13.
Şems
Hazretlerinin dostlarına pişmiş halinden faydalansınlar diye seyahat ettiğini
öğrendik.
İşte böyle yaren,
Dürüstlük bir
şehirdir:
Nasıl ki bir şehre her çeşit
insan gelir ve gider.
Aklımıza da her çeşit düşünce
gelir gider.
Nasıl ki yanlışı
cezalandırırsın, doğruyu müfakatlandırırsın kendimizin davranışlarını da böyle
yapmalıyız.
Nasıl ki iyi, güzel, dost
olan birini misafir eder ağırlar, izzet ikram edersek, aklımıza gelenleri de
gönlümüzde alıkoyarak yer vermemiz gerekir.
Ben de o şehrin
sultanıyım:
Kararlarımı kendim, kendim
için veririm.Onda kendim yaşayayım, kendim öleyim, kendim korunayım:
Kendi kurduğum iç âlemimdeki
şehirde yaşayayım, iç âlemimi dışa karşı koruyan olayım.
Başkalarının bize anlattıkları şüphesiz kendi değerleri açısından önemli buldukları hikâyelerdir ve sonucunda bize bir ders vermek, öğüt sunmaktır.
Ama kendimizin yolculuk
sırasında yaşadıklarımız daha etkendir ve unutulmaz hatıralarımıza gireceğinden
önemlidir.
Yolculuk sırasında sevdiklerimizi
geride bırakmak ve onların başına gelecek olanlarda yardımcı olamayışımız, kaza
kaderin her an bize sürpriz yapacağını beklerken duyduğumuz korku, dualar
ederek Tanrı’ya sığınışımız bizi sağlam durmaya, başkalarına bulaşmamaya,
yanlış yapmaktan çekinmeye sevk eder ki bu bizi pişirir ve böylece kendimizi
kendimize sultan yaparız.
Sözden öğüt almayanların
deneme yanılma şeklinde öğrenenlerin seyahat etmelerini öneririm.
Yaren,
Belirli bir seviyedekilerin
konuşmaları başkadır.
O seviye ne denli yüksekse
kelimeler bile konuşulmaz, düşüncelerle bakıldığı zaman karşısında ki anlar ve
aynı şekilde cevap verir.
Dostlar arasındaki sohbette
kişiye değil topluluğa bu tür hikâye anlatılır, yorumlanır ve yorumlanırken kişi
belli olmayacak şekilde ortaya atılır ve herkes hissesine düşen öğüt ve uyarıyı
alır.
*
RAVLİ